BARIŞ NEDİR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Margaret Paxson*

     

    Diyelim ki aniden bir sosyal bilimci oldunuz ve barış üzerine çalışmak istiyorsunuz.[1] Yani, barışçıl bir toplumu neyin oluşturabileceğini anlamak istiyorsunuz. Diyelim ki yıllarca dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığınız çalışmalarda etrafınız şiddet ve savaş tanıklıklarıyla çevrildi. İnsanlardan, dayakları, tutuklamaları, cinayetleri ve tecavüzleri dinlediniz; kaçırılmaları, yemeğinizi ya da hayatınızı sizden almak isteyen siyah maskeli adamları duydunuz. Aile içi şiddeti, köydeki şiddeti ve devlet şiddetini duydunuz. Bu hikâyeleri gözyaşları hafifçe akan yaşlı kadınlardan, kolları hapishane dövmeleriyle dolu genç erkeklerden duydunuz.

    Oğlan çocuklarını savaşa çağıran atlı adamlar ve gecenin köründe insanları kaçırmak için gelen uzun siyah arabalar vardı; cinsel tacizlerden sonra delirerek dolaşan kızlar vardı; toplama kamplarında en güçlü olanın hayatta kalması söz konusuydu; kıtlık zamanlarında çocukları ölene ve cesetleri üst üste yığılana kadar dövülen hamile kadınlar vardı; ekmek hırsızlığından tutuklanma ve sürgün vardı; Yahudi, Hristiyan, Müslüman ya da Bahai olduğu için dövülenler vardı.

    Diyelim ki, etrafınızda dönen fikirler dünyasında bu kaos anlamlandırılmaya çalışıldı: Belirli tür devletlerin varlığı; belirli tür sosyal çeşitliliğin varlığı; belirli din türlerinin varlığı. Ve diyelim ki sarsıcı hikâyeler yıllar içinde birikti ve bir noktada birdenbire patladınız. Ve artık savaş hakkında okumak istemiyordunuz.

    Görünen o ki, barış üzerine çalışmak sandığınızdan daha zor.

    Daha doğrusu benim için öyle oldu. Ben, hafızanın grup içinde nasıl çalıştığına dair basit sorular soran, taşralı insanlar arasında yıllarını geçirmiş bir antropoloğum. Barış arayışına nasıl başlayabileceğime dair bazı fikirlerim olduğunu düşündüm. Ne de olsa, şiddet hikâyeleri çok olsa da, çoğunlukla insanlar hayattaki başka şeylerle meşgul görünüyordu: mutfaklarda veya tarlalarda çalışıyor, su taşıyor, hava durumuna göre ne yapacaklarına karar veriyor, misafirlerle yemek yiyor, ahırları temizliyorlardı. Normal zamanlarda, bazen insanlar birbirlerine dikleşse de, çoğunlukla işteki sorunlar ve çözümlerle ilgileniyorlardı. Sevgi vardı, şenlikler ve kalp kırıklıkları vardı. Ve gördüklerine ya da en kötü günlerinde bizzat yaptıklarına rağmen, insanlar kendilerini temelde terbiyeli görüyorlardı ve dünyadan temel bir terbiye bekliyorlardı.

    Elbette, bu tür bir göz göze nezaket aramanın yolları olmalıydı. Ayrıca, özellikle insanlar fırtınalı zamanlarla karşı karşıya kaldıklarında, güçlerini ve sınırlarını test etmenin yolları vardı. İşler kötüye gittiğinde iyi olmayı başaran topluluklar var mıydı? Hafıza üzerine yaptığım araştırmalarda, direnme ve sebat etme pratiklerini inceledim. Şiddete karşı direnen, terbiyede ısrarcı olan topluluklar olabilir miydi? Neyin peşinde olduğumu tam olarak bilmiyordum ama onu incelemek istediğimi biliyordum. Buna kısaca barış dedim.

    Ama barışı bulmak zordu. Antropoloji, sosyoloji ve siyaset bilimlerdeki son araştırmaları okudum; veri tabanlarını ve bibliyografyaları inceledim ve çalkantılı Avrasya çalışmalarında benimle birlikte siperlerde bulunmuş meslektaşlarımla ve barış çalışmaları programları veya barış enstitülerinde çalışan diğer meslektaşlarımla konuştum. Bulduğum şey şuydu: Her şeyden önce, şiddet konusunda barıştan çok daha fazla sosyal bilimci çalışıyor. İkincisi, barışla ilgili olduğunu söyleyen çağdaş empirik araştırmaların çoğu aslında çatışmayla ilgili. Anlaşmazlığı çözmek, çatışmadan sonra etrafı toparlamak, çatışma ortamlarındaki insanlara yardım götüren programlar hakkında. Çatışma bağlamında yasalar ve adaletle ilgili. Genel olarak bu çalışmalar, ancak milyonların acılarına ve ağıtlarına işaret ettikleri ölçüde barış hakkında. Bu nedenle bu çalışmalar, barışı uzaktaki ötekine “getirilmiş” bir şey olarak betimler; barış, dışarıdan bahşedilen bir şeydir.

    Bu tür çalışmalar önemli ama benim aradığım bu değildi. Barışçıl toplumların içine sızan ve insan etkileşimlerini göz göze düzeyde inceleyen, barışın mekaniği hakkında bir şeyler söyleyen bir sosyal bilim arıyordum. Sosyal bünyeyi yakından inceleyen, onun uzun vadeli sağlığını ve istikrarını sorgulayan empirik bir araştırma istiyordum; zor zamanlarda sıradan nezaketin nasıl bazen olağanüstü nezakete dönüşebileceğini soran bir araştırma. Bazı parlak çalışma örnekleri buldum, ancak çarpıcı bir şekilde çok azlardı.

    Merak etmeye başladım: Barışı düşünmek neden bu kadar zor? Ya da tam tersine şiddet neden bu kadar kolay?

    Yazarlar ve akademisyenler şiddetten bahsederken, arka plandan öne çıkan bir “şey” varmış gibi görünebilir. Şiddet ölçülebilir (bir atış, bir patlama, bir kurşun, bir ölüm) bir şeydir ya da biz öyle düşünürüz. Veri dizgilerine eklenebilir ve yerleştirilebilir. Şiddet eylemleri bir araya getirildiklerinde, siyaset bilimciler tarafından bir ölçüde güvenle, dünya hakkında açıklamalar yapmak için çeşitli modellere uyarlanabilir. Şiddet olur: bir silah patlar; bir kişi öldürülür; bir mahalle basılır; bir sınır ihlal edilir. Sayı büyür; veriler şekillenir. Örneğin, normalden daha fazla genç erkek olduğunda veya zayıf bir devlet olduğunda veya dağlar olduğunda veya çok fazla benzin olduğunda daha fazla şiddet olacağına karar verebiliriz. Şiddet olur, bu korkunçtur ve sayılır; bu sayımdan, olası sonuçların dış görünüşüne yerel bir yerleşim yeri ve bir ad verilir.

    Peki barış ölçülebilir mi? Nerede bulunur? Ne zaman olur? Barış, analiz edilebilir “şey”den yoksundur. Olmayan bir olay, boş bir küme gibi görünür. İncil’deki Cennet’ten Lenin’in “ışıldayan geleceğine” kadar barış ve barışçıl toplumların nitelendirilmesi donuk ve düz, ya da şatafatlı ve kitsch görünür. Çocukken, dişçinin bekleme odasında “Çocuklar için Resimli İncil” kitabını karıştırırdım. Dinî barış ve huzur, bu tasvirlerde, göğe bakan açık tenli insanların kutsayıcı ifadelerine benziyor. Bazen bir kuzu da oradadır, bacaklarını kavuşturmuş, bir ağacın altında oturmaktadır. Barış, mülayim ve sarışındır, temelde gerçeğin karanlık halkasından yoksundur.

    Barışı, Marx ve 19. yüzyılın diğer vizyonerleri aracılığıyla anlamak da zordur. Marx’ın versiyonunda barış, istediğiniz zaman avlanıp balık tutmak ve herkesin adil bir pay alması için süt kutusunu elden ele dolaştırmak gibi görünüyor. Barış, tarihin sonu, zamanın sonundaki ülkesidir; savaşların hepsi yapılmıştır ve şimdi bedava sütten başka bir şey yoktur. Marx, kapitalizm konusunda keskin görüşlü, ayrıntılara odaklı ve son derece sözü bol biriydi. İş komünizmi pratikte tasavvur etmeye gelince, o da fiilen, bir ağacın altında bacaklarını kavuşturmuş kuzulara döndü.

    Bu tasavvurlarda barış, ancak aşılmaz, hareket ettirilemez, değiştirilemez olduğu ölçüde bir şeydir. Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma’da dediği gibi, bazı şeyler (fiziksel dünya) bilime ve bilimsel yasaya tabidir ve diğer şeyler (şiir, teoloji, duygu vb.) ise değildir. Barış –hiçbir şeyin olmadığı bir yer olarak– bizim doğal düşüncemize göre hiçbir şekilde bölünemez. Ve bölünemezse, incelenemez, sadece hissedilebilir. Ama bu çok büyük bir utanç kaynağı. Oysa barışın gerçek içeriğinden daha önemli ne olabilir? Şiddete doğrudan maruz kalmış insanların gözlerine yakından baktığınızda, barışın aslında ne kadar muazzam bir çabayı ya da hangi ustaca alışkanlıkları gerektirdiğini anlamaktan daha yararlı ne olabilir?

    Yine de, bilimsel modellerimizi şekillendirmeye devam eden Kartezyen ikiliklere rağmen, belki de barış aslında analiz edilebilir. Ya barışı zamansız değil de dinamik olarak görürsek; başta ya da sonda değil, açılımda yer alıyorsa; uçucu bir şey değil de, ayakları yere basan bir şeyse? Ya barış aslında kusurlu ve pürüzlü bir şeyse? İşte o zaman, sosyal bilim barışla ilgilenebilir. Onun dinamiğini anlamaya çalışabilir. Gerçek, kusurlu davranışlara mutlu bir şekilde eklemlenerek, barışı uzun süre gözlemleyebilir. Bu tür bir araştırma, meleklere veya kayıp cennete çağrı yapılmasını gerektirmez. Sadece gerçek insanların yüzlerine ve birbirleriyle kurdukları ya da kurmadıkları bağlantılara, anlattıkları ya da anlatmadıkları hikâyelere ve bir yabancıya dost muamelesi yapıp yapmamaya karar verme biçimlerine bakmak gerekir.

    Eğer barış, sıradan, gerçek bir toplumsal dünya içinde tanımlanabilse, barışçıl bir topluluğu gördüğünüzde onu nasıl anlardınız?

    Şiddetin olmaması elbette iyi bir başlangıç göstergesi. Gerçi bu, barışı, sağlığı, yaşam kıvılcımını koruyan sistemlerin görkemli bir toplamı olarak değil, hastalığın yokluğu açısından tanımlamaya benzer bir şekilde, olumsuz olarak tanımlama eğilimindedir. Ama yine de yararlı. Sosyal ağlar üzerine yapılan bazı yeni araştırmalar, topluluklar arasında derin ve ortak bir temas varsa, şiddetin daha az olası olduğunu gösteriyor. Bu tür bir çalışma, daha az şiddet içeren yerleri işaret etme potansiyeline sahip, hatta şiddetin azalmasıyla en çok hangi tür temasların ilişkili olduğunu sormamıza yardımcı olabilir. Örneğin, bir toplulukta daha az sorun istiyorsanız, sebzelerinizi başka bir etnik veya dinî gruptan insanlardan mı satın almalısınız? Onlarla aynı okula mı gitmeli misiniz? Onları evinizde bulundurmalı ve onlarla ekmek mi bölüşmelisiniz?

    Burada başka ipuçları da var. Örneğin, kızların eğitim gördüğü toplumların şiddet içerme olasılığı daha düşük gibi görünüyor. Bu çarpıcı bir keşif. Vjeran Katunarić’in “barış yerleşim bölgeleri” –yani eski Yugoslavya’da hem İkinci Dünya Savaşı hem de 1990’lardaki Yugoslavya iç savaşı sırasında şiddetten kaçınan kasabaları– dediği yerler üzerine çalışmasına rastladım. Bu köyler hangi özellikleri paylaşıyordu? Neden, savaş her yerde şiddetlenirken, buralara şiddet yalnızca bir değil iki kez uğramadı? Sosyal ağlar işin içinde gibiydi. Aynı şekilde, yabancıların nezaketiyle ilgili nesilden nesle aktarılan hikâyeler de vardı. Bu nedenle şiddetin giderek azaldığı –belki bir gün sıfıra ineceği– yerlere ait büyük ölçekli veri kümeleri mükemmel bir başlangıç.

    Yine de bana göre, yaşlarla dolu o gözlere yakından bakmak da gerekli. Veri yığınları politika için iyidir, peki ama yüz yüze barış nedir? Savaş şiddetlendiğinde ne anlama gelir? Hâlâ tam olarak bilmiyorum ama onu nerede arayacağımı görmeye başladım: Bir topluluğun küçük sorunlarını bile nasıl çözdüğü; eşitsizliği ve paylaşımı nasıl ele aldığı; eşik durumlarda yabancı meselesiyle nasıl başa çıktığı; farklılıkları nasıl tanımladığı ve ele aldığı; zor zamanlarda savunmasızları korumayı nasıl bir alışkanlık hâline getirdiği; bazı davranışların bu bağlamda nasıl düşünülemez hâle geldiği vb. tüm bu eylemler gözlemlenebilir. Hiçbiri, onları düşünebilmek adına süslü ifadeler gerektirmez. Başka bir deyişle, barış bilinebilir.

    Artık savaşı incelememeye karar vermemden kısa bir süre sonra, Le Chambon-sur-Lignon ve Plateau Vivarais-Lignon’un hikâyesi ortaya çıktı. Yıllar önce teyzem bana Masum Kanı Dökülmesin: Le Chambon Köyünün Hikâyesi ve Orada Nasıl Bir İyilik Meydana Geldi? adlı bir kitap göndermişti. Fransa’nın Massif Central bölgesindeki komşu köylerin, İkinci Dünya Savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi nasıl koruduğunu ve nihayetinde kurtardığını anlatıyordu. 1979’da Philip Paul Hallie tarafından yazılan kitap rafımda tozlanmıştı ama şimdi –barışı ararken– onu raftan aldım.

    Hallie bir felsefeciydi ama tesadüfen bu hikâyeye rastlamış ve elinden geldiğince çok yerel katılımcıyla görüşmüştü. Bu zor bir işti: O zaman olduğu gibi şimdi de insanlar olanlar hakkında konuşmak istemiyor gibiydi. Yine de yazılarında Hallie coşku içindeydi. Nedenini anlamak kolay. Burada, (Rusya ve Ukrayna’daki çalışmalarımda giderek daha yakından yüzleşmek zorunda kaldığım) Holokost’tan tamamen farklı bir vak’a vardı. Köylüler anında cezalandırılma tehlikesine karşın, uzun vadeli, organize bir kurtarma girişiminde bulunmuşlardı. Ve bu köylüler, çabaları için gerçekten de bazen cezalandırıldılar. Bazen öldürüldüler.

    Bu tür toplu kurtarma çabaları o kadar enderdi ki, bugüne kadar Le Chambon-sur-Lignon köyü, İsrail’de Yad Vashem tarafından “Uluslardan Erdemli” olarak adlandırılan iki topluluktan biridir (diğeri, Hollanda’daki Nieuwlande köyüdür). Hallie’nin kitabı adeta azizleri konu alan bir menâkıbnâme idi, yani eğitimli bir tarihçinin işi değildi. Yine de, derinden anlaşılmaya değer bir şeyin taslağını çiziyordu. Kendilerini büyük riske atarak başkalarını kurtaran o köylüler kimdi ve neyin peşindeydiler? Bu insanlar için sıradan terbiye sıra dışı bir terbiyeye mi dönüşmüştü? Korkunç ateşlerle sınanmışlar ve “rasyonel seçim” tarafından çizilen çan eğrisinin en dibine inmişlerdi. Kendilerini riske atarak başkalarını korumuşlardı. Kimdi onlar? Başkalarının bilmediği neyi biliyorlardı?

    Artık kendimin de durdurulamaz bir coşku içinde olduğunu biliyordum ama aynı zamanda bu hikâyenin öneminin duygusal boyutun çok ötesine geçtiğini de biliyordum. Burası bizzat gidebileceğim ve –daha önce birçok kez yaptığım gibi– gözlemlemeye ve insanları dinlemeye başlayabileceğim bir yerdi. Orada insanların yabancılarla nasıl yaşadığını en ince ayrıntısına kadar görebilecektim. Eşitsizliğin ve çeşitliliğin nasıl ele alındığını, kararların nasıl alındığını görebilecektim. Şimdiye kadar yaptığım diğer tüm araştırmalarda olduğu gibi, insanların hangi dine bağlı oldukları beyanına değil, hangi yolla olursa olsun ahlaki seçimlerini düzenli olarak nasıl yönlendirdiklerine, yani kanlı canlı imanlarını inceleyebilecektim. Bu toplulukta, dinî ibadet ne olursa olsun, direniş (dış şiddete) ve sebat (yabancıları koruma) pratiklerini kafamda canlandırabiliyordum. Bu kurtarmanın parlak bir tesadüf mü yoksa uzun vadeli sosyal pratiğe gömülü bir şey mi olduğunu ayırt edebiliyordum.

    Böylece Vivarais-Lignon’u ziyaret etmeye başladım. Ve hikâye daha da ilginç bir hâle geldi. Öncelikle, bu bölgedeki insanların yüzyıllardır savunmasız yabancıları koruduğunu daha en başta öğrendim. Burada empirik bir gerçeklik vardı, nedensellik hakkında hiçbir şey söylemese bile, bize kalıcı sosyal biçimler hakkında kesinlikle bir şeyler söyleyebilirdi.

    Ayrıntılar önemliydi: Burası, 17. yüzyılda başlayan din savaşları sırasında zulüm gören, büyük ölçüde Protestan bir bölgeydi. İşler ta o zaman başlamıştı. Fransa’dan kaçmaya çalışan Protestanları saklamışlar, ardından Fransız Devrimi’nden sonra Katolik rahipleri korumuşlardı. 19. yüzyılda büyük sanayi şehirlerinden yardıma muhtaç çocukları, sonra Cezayirli çocukları, sonra İspanya İç Savaşı sırasında İspanya’dan anneler ve çocukları, sonra da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudileri –çoğunlukla Yahudi çocukları sahiplenmişlerdi. Bu son seferde, komünistlerden Alman askerlerine ve her türlü siyasi kaçak da bu köylere sığınmıştı.

    İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra buraya Macaristan, Şili ve Tibet’ten insanlar geldi; Afrika, Avrupa ve Orta Doğu’daki ülkelerden gelen öğrenciler yatılı okullarda kaldı. Bugün, köylerin yaylalarında, canlarını kurtarmak için kaçan Doğu Avrupa, Orta Afrika ve Kuzey ve Güney Kafkasya’dan gelenlerin yaşadığı bir sığınmacı merkezi var. Şiddet dolu hikâyeler hâlâ orada mevcut, ama bazı şeyler onlar için farklı. Şimdi, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nın Yahudi çocuğu için olduğu gibi, Çeçen baba veya Gineli anne için geleceğe dönük umut var. Bu babalar, anneler ve onların çocukları, olası barışa dair hikâyeleri tüm dünyaya taşıyacak.

    Örneğin şimdi, daha önce hiç öğrenmediğim şeyleri, Kongo’dan Angola’ya ve Namibya’da ormanlar arasında yürümenin ne anlama geldiğini öğreniyorum. Elleri yaralı, gözleri simsiyah bir adamdan, o ormanlarda bir köye rastladığınızda size kucak dolusu meyve ve köyün şefinin evinde bir yatak ikram edildiğini öğreniyorum. Kafkasya’da bir amcayı deviren makineli tüfeğin ya da bir bacağını bir bombaya kaptırmanın ne demek olduğunu öğreniyorum (ve şimdi tek bacaklı adamı, boş kucağında oturan çocuklarını, bir yandan dünyaya homurdanırken tatlı bir şekilde öpmesini izlemenin nasıl bir şey olduğunu öğreniyorum). Bu sessiz yaylaya güven içinde gelmenin ne kadar iyi hissettirdiğini, ancak gelecek korkusunun ne kadar sürekli ve güçlü olduğunu öğreniyorum. Yaylanın gerçek insanlardan oluştuğunu öğreniyorum, çoğu zaman içine kapanık, helal et kavramına pek alışkın olmayan insanlardan. Ya da sığınmacılar bakkaliyeyi ya da bir dişçi randevusunu nasıl idare edeceklerini tam olarak bilmediklerinde biraz diş gıcırdatabileceklerini öğreniyorum. Hatta kuzguni saçlı yabancıların minnettar kolları boyunlarına dolandığında yerel halkın nasıl her zaman pek de rahat olmayabileceğini. Çağdaş mültecilerin birbirleriyle ilgilenmeye başlamaları ve aslında kendilerinin kurtarıcılar hâline gelmeleri beni sürekli şaşırtıyor ve sık sık duygulandırıyor. Ve bu yaylanın hikâyesinin en sürükleyici yanının genellikle sessizlikten geldiğini, yani meselenin iyilik hakkında söylenenler değil, yangın zamanlarında gösterilenler olduğunu öğreniyorum.

    Bu hikâye zengin ve sürükleyici. Bazı fikirlerim olsa da, onunla nereye gideceğimi henüz bilmiyorum. Ama yaylada olan bitenlerin ayrıntıları bir yana, söylemek istediğim şu: Barış görkemli ve kusurlu ayrıntılarıyla, gündelik hayatın alışkanlıkları ve seçimleri temelinde bilinebilir. Peki nedir bu seçimler? Tanıdık olmayan yüzlerle sokaklarda yürümek ve kendi çehrenizi açmak; aksanı sizinkinden farklı birinden sepet dolusu meyve almak; çocuklarınız okullarına yeni gelenlerle nasıl oynayacaklarını öğrenirken mutlu ve gözyaşlı mücadelelere izin vermek; dışarıda fırtınalar tehdit ederken bile evinizin kapısını açmak; yüreğinizi sıkıştırsa bile başkalarının taze acılarını duymak; ocağa davet etmek, ekmek bölüşmek, şimdi ve birlikte. Ayak eşiği geçer, çehre açıktır, gözle görülebilen alışkanlıklar zamanla sabit (ve bilinebilir) ve kesin hâle gelir.

    Barış nasıl yapılır? Göz göze.

     

    * Dr., Antropolog, George Town University.

     

    [1] Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır. Bkz. https://aeon.co/essays/waging-peace-is-much-more-than-ending-war