TAŞLAŞMA DEĞİL DÖNÜŞÜM: “MÜLTECİ KRİZİ”NE İKİ YANIT

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hartmut Rosa*

     

    Evet doğru. Mültecilerin içeri girmelerine izin verirsek ve onlarla ilişki kurarsak, bizi değiştirirler; dönüşeceğiz ve çok geçmeden artık aynı kişi olmayacağız, farklı insanlar olacağız! Bu nedenle, mülteci sorununun toplumumuz için bir meydan okuma olmadığını iddia etmek kesinlikle yanlış olur. Yine de bunu kabul etmek, hiçbir şekilde bununla başa çıkmanın en doğru stratejisinin, bu meydan okumayı mümkün olduğunca reddetmek veya önemsizleştirmek olduğu anlamına gelmez

    Bu yazıda mülteci meselesine iki stratejik yanıtı ana hatlarıyla ifade etmek istiyorum. İlki, sağcı popülistlerin savunduğu etnik-merkezli yanıt: Bu, ulusal kimlikte birleşme arayan bir çatışma çözme biçimidir. Bana göre bu tavır, yabancı ve farklı olanı, bizi değişmeye zorlayanı, elinden geldiğince kendinden uzak tutmaya ve onu mümkün olduğunca uzaklaştırmaya çalışan yanlış yönlendirilmiş bir yanıttır; özünde, kendini kültürel olarak katı ve esnek olmayan hâle getirme amacı taşır. Süreç içinde bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak yabancılaşma duygularını harekete geçiren, dünya ile sert bir ilişkiye yol açan şeyin, tam da bizzat bu tutum olduğunu fark edemez.

    Bu nedenle, yukarıda sözünü ettiğim meydan okumayla başa çıkmanın ikinci bir yolunu önermek istiyorum: Etnik merkezli olmayan, ancak insanların ve kültürlerin etkileşimine imkân tanıyacak diyalog yoluyla birbirleriyle karşılaşabileceği bir alan yaratmayı amaçlayan bir yol. Bu tür bir yaklaşım için değerli bir ilham kaynağı, sosyal meselelerle ilgilenen Kanadalı filozof Charles Taylor’ın 1980’lerde ve 1990’larda yaptığı ve son çalışmalarında yeniden ele aldığı çokkültürlülük üzerine gözlemlerinde bulunabilir.[1] Kanada’nın kültürel birliği ve çeşitliliği hakkındaki tartışmalarda Taylor’ın vardığı sonuçlar, elbette bugün karşı karşıya olduğumuz duruma doğrudan aktarılamaz. Buna ek olarak –Kanada örneği buna bir kanıttır– çeşitlilik ve farklılığın takdir edilmesinin tek başına mevcut zorluklarımızın üstesinden gelmek için yetersiz olduğu da açıktır. Bunun başarılması için, insanların kendisinden uzaklaşan ve yabancılaşan bir dünyaya ilişkin politik bir dönüşüm sürecinin başlatılması gerekmektedir.

    Bu nedenle, bu ikinci stratejik yanıt çerçevesinde tartışmamı, ihtiyatlı bir biçimde de olsa pratik bir öneriyle, mülteci politikasını altyapı politikasıyla birleştirme önerisiyle birleştirmeyi umuyorum. Bu öneri, yabancılaşmanın üstesinden gelmeyi ve aktörlerin kendilerini bizzat etkin siyasi özneler olarak görmelerine imkân tanıyan güçlü, ilerici bir demokratik dayanışma biçimini teşvik etmeyi amaçlıyor.

    Aynısından Daha Fazla: Yabancılaşmaya Sağ Popülist Tepki

    Sosyolog Arlie R. Hochschild tarafından yakın zamanda yayımlanan bir araştırmanın bulguları, Amerikan nüfusunun büyük bir bölümünün ne hissettiğini, Almanya’da ve aslında Avrupa’nın geri kalanında birçok kişi tarafından paylaşılan bir duyguyu sadece birkaç kelimeyle aktarıyor: “Kendi ülkesinde yabancı” olmak.[2] Hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde bu duyguya çok benzer siyasi tepkiler görülebilir.

    Hochschild nasıl görüşme yaptığı kişiler arasında, Çay Partisi hareketine ve araştırma sırasında ABD başkanlığına aday olan Donald Trump gibi politikacıların mesajlarına yoğun bir destek gözlemliyorsa, benzer şekilde Almanya’daki hoşnutsuz vatandaşlar da “Alternative für Deutschland” (AfD, Almanya için Alternatif) veya Pegida (“Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar”) gibi, kapalı sınırları ve izolasyonu savunan ve yeni göçmenlerden katı bir asimilasyon talep eden partiler ve hareketlere ilgi gösteriyor. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın yanı sıra Avusturya, Fransa ve Hollanda’daki son siyasi gelişmeler, ulusal bağlamdaki farklılıklardan bağımsız olarak aynı yöne işaret ediyor gibi görünüyor. Fakat bu yeni siyasi tercihlerin oluşumuna ne sebep oluyor?

    Bu soruyu yanıtlamak için, bu insanların dünyayla olan temel ilişkilerini araştırmalıyız; Resonanz: Eine Soziologie der Weltbeziehung (Rezonans: Dünyayla İlişkinin Sosyolojisi) adlı kitabımda bunun temellerini atmaya çalıştım.[3] İnsanların Pegida, AfD ve diğerlerine karşı duydukları çekiciliğin ardındaki, genellikle dile getirilmekten çok hissedilen temel kanı aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: “Burası bizim ülkemiz. Biz, olduğumuz gibi olmak ve öyle kalmak istiyoruz. Anavatanımızı, hiçbir şeyin değişemeyeceği veya değişmemesi gerektiği fikrinin somutlaşması olarak anlıyoruz. Burada yabancıları ya da bize ait olmayan fikirleri, bilmediğimiz gelenekleri, farklı görünen ya da farklı yaşayan insanları istemiyoruz. Dinî inanç, cinsel yönelim, siyasi inanç ve görünüş veya insanların dua etme, konuşma ve kutlama şekli gibi farklı olan her şeyi reddediyoruz – ya da daha kesin olmak gerekirse, onları kovmak istiyoruz.”

    Bu tutumla ifade edilen, dünya ile katılaşmış bir ilişki biçimidir. İnsanlar çevrelerindeki ve kendilerini karşılayan dünyayı –ki bu dünyadaki konumları zaten her zaman güvencesizdir– en iyi ihtimalle kayıtsızlıkla ya da daha sıklıkla düşmanlıkla bakılması gereken bir savaş alanı olarak algıladıklarında, karşılarına canlı, yabancı ve bilinmeyen olarak çıkanı bir tehlike ve tehdit olarak görürler.

    Gerçekten de değişimin her şeyden önce çöküş ve gerilemeyle ilişkili olduğunu bizzat deneyimlemişlerdir.[4] Dünya ile bu tür bir ilişki, Hochschild’in salt semantik kullanımının ötesinde, daha geniş kapsamlı felsefi bir anlamda, yabancılaşma kavramıyla özetlenebilir: Yabancılaşmış insanlar başkalarıyla temastan kaçınırlar çünkü böyle bir temasta zarar görebilecekleri bir tehlike algılarlar.

    Bu kişiler kendi etkinliklerine ilişkin deneyimlemekten yoksunlardır. Böyle bir deneyim aslında ötekiyle –ister kişi, ister fikir, ister minare biçimindeki mimari bir ifade biçimi olsun– açık ve aktif bir diyaloga girmelerine izin verir; hatta bu diyalog yeni deneyimleri kendilerini dönüştürücü bir şekilde özümsemelerini sağlar.[5] Dünya ile ilişkileri istikrarsız ve inatçıdır, kendilerini duymaz, görülmez, izole ve sessiz hissederler; bu kayıtsız ve hatta tehdit edici bir ortamda en önemli şey şudur: Dünyayı mümkün olduğunca uzak tutmak. Öteki, canlı, genç, ele avuca sığmayan şey, onları dönüştürmek şöyle dursun, ne fiziksel ne de ruhsal olarak etkilememelidir. İnsanlar ne kadar hayal kırıklığına uğramış ve depresiflerse, ne kadar yabancılaşmış hissederlerse, duvar örme arzuları o denli şiddetli hâle gelir. Kendilerine tehdit gibi görünen dünya belli bir mesafede tutulmalı ve onunla olan ilişkileri en aza indirilmelidir.

    Dünyayla olan bu ilişki, mülteci kriziyle örtüşür: Mülteci figürü, kişinin dünyaya yabancılaşmasının nedeni gibi görünmektedir. Sonuç olarak, Avrupa kıtasında ve ötesinde sağcı popülistler ile aşırı sağ partilerin ve hareketlerin son dönemdeki başarısı pek şaşırtıcı değil. Almanya’da AfD, Polonya’da PiS (Hukuk ve Adalet), Çek Cumhuriyeti’nde DPT (Vatandaşlık Hakları Partisi), Fransa’da Front National, Hollanda’daki Partij voor de Vrijheid (Özgürlük Partisi) ve Avusturya’daki FPÖ’nün (Özgürlük Partisi), yabancıları radikal bir şekilde dışlamaya yönelik baskıcı ve zaman zaman ırkçı mülteci politikalarında birleşiyor. Bu hepsinin “marka”sıdır; Donald Trump’ın başarısının anahtarının da bu olması tesadüf değil. Yabancılar ve onların girişleri duvarlar ve çitlerle –ve gerekirse mayın ve silahlarla– dışarıda tutulmalıdır. Görünüşe göre tüm ülkelerdeki sağcı popülistler, bu yaygın yabancılaşma duygusundan nasıl yararlanacaklarını çok iyi biliyorlar. Sağcı popülistlerin henüz iktidarda olmadığı yerlerde bile, hükümet politikaları bu sözde reçeteyi hevesle alıyor; sonuç olarak, medyanın siyasi haberlerinde baskın olan imgeler sınır duvarları ve dikenli tel çitler.[6] Bunlar, dünyanın içeri girmesini durdurma, canlı, ele avuca sığmayan ötekiyi –gerekirse zorla– dışarıda bırakma dürtüsünün ifadeleridir.

    Bu sağcı popülist hareketlerin, mevcut bir huzursuzluk duygusuna zekice tepki verdiği söylenebilir. Kamusal alanda duyulmalarını ve kabul edilmelerini sağlamayı taahhüt ederek, bireylere bir ses vermek için demokrasinin temel vaadine başvururlar. Bu bağlamda, seçim mitinglerinden birinde gürültülü tezahüratlar yapmayı, görmezden gelinen ve önemsizleştirilen vatandaşlar için savaşmayı vaat eden ve konuşmasını “Senin sesinim!” sloganıyla bitiren Donald Trump’ı hatırlamamız yeterli. Brexit kampanyası da siyasi kontrolü benzer bir şekilde halka geri vereceğine söz vermişti. Gerçekten de bu tür vaatler, bu yabancılaşmanın aşılabileceği, bu taşlaşmadan bir çıkış yolu olduğuna ilişkin bir tür umut doğurmaktadır.[7]

    Ancak bu hareketlerin izlediği siyasi hedef, bu umudu iki şekilde baltalar: Birincisi, taşlaşma ve yabancılaşma, ancak kendimize başka seslerin hitap etmesine ve dokunmasına, karşılığında da kendi sesimizle yanıt vermemize izin verdiğimizde aşılabilir. Gerçekten de, ancak başkalarıyla diyalog hâlindeyken kendi sesimizin tüm kapsamını duyabilir, onu geliştirebilir ve gerçekleştirebiliriz. Popülist sağcı hareketlerin dışlamak, susturmak, yasaklamak veya haykırmak istediği tam da bu diğer seslerdir. Tabii ki bunun mantıksal sonucu, bireysel seslerin düzgün bir şekilde duyulamamasıdır.

    Sağcı popülizm, halkın sesinin farklılaşmamış, özdeş, tek bir sesin – “bizim sesimizin”– homojen bir “ulusal bütün”de yankılanmasını vaat eder (ya da ister). Her biri kendi nüansına sahip iki veya daha fazla bireysel ses arasındaki rezonans yerine, bir yankı odası vardır: Aynı şey her yerde duyulmalı ve büyük ölçüde güçlendirilmiş olarak yankılanmalıdır. Trump, Höcke, Haider, Wilders ve diğerleri, sessiz taşlaşmanın yerini alacak olan bu gürültülü kaynaşma ve kolektif uyum vizyonuyla birlikte büyüyüp gelişirler.

    Bunun bedeli yüksektir: Sadece farklı veya alışmış olmayan her şey dışlanmak, susturulmak ve hatta yok edilmekle kalmamalı, aynı zamanda her değişim, her gelişme, her dinamik ve nihayetinde her hayati karşılaşma –ve dolayısıyla yaşamın kendisi– dışlanmalıdır. Kapitalist geç modernitedeki yabancılaşma sorununa popülist sağcı yanıt, “aynısından daha fazla” stratejisinin başka bir ölümcül varyantından başka bir şey değildir.

    Demokratik bir uyum politikası için kolektif bir proje

    Yukarıda özetlenen popülist sağcı teşhisin öncülleri temelde yanlışsa, teşhise önerilen yanıt da kusurludur. Çünkü savunmaya geçersek ve kendimizi dünyaya ve onun bize söylediklerine kapatmaya çalışırsak, ölümcül bir yanılgıya düşeriz. Duvarların dışa ve içe doğru inşası –“rezonans” teorimde daha ayrıntılı olarak dile getirdiğim şeyi basit terimlerle ifade etmek gerekirse– nihayetinde dünyayla başarılı bir ilişki kurma şansını yok eder. Bu şekilde, sessizliğin, uyum eksikliğinin ve tutumların katılaşmasının üstesinden gelebilecek, topluluğa yeniden dinamizm ve yaşam kazandırabilecek her şey dışlanır ve kovulur. Hâlihazırda karşı karşıya olduğumuz durumun acı ironisi şudur: Yabancılaşmanın üstesinden gelmek için, bir uyum politikasına ihtiyaç vardır, daha doğrusu, uyumun imkânının koşullarını yaratan bir politika türüne ihtiyaç vardır; ama şu anda uyum, politika olarak uygulanabilir bir duruş gibi görünmüyor.

    Burada kullandığım anlamıyla “uyum”, farklı şeylere ve bu süreçte değişime açık olmak anlamına gelir; ve yalnızca etkilenme anlamında pasif olarak değil, aynı zamanda aktif olarak deneyimde “öteki”ne uzanıp onu dönüştürerek özümsemek anlamında da.  Dünyada var olmanın bireysel ve kolektif biçimlerin, ancak insanlar dünya ile rezonansa girdiklerinde başarılı olabileceğini savunuyorum; yani insanlar tanımadıkları başka insanlar ve şeylerle karşılaşmaya ve temas etmeye açık olduklarında, onların sesini duymaya ve anlamaya istekli olduklarında, aynı zamanda da dinleme ve anlamaya izin verecek şekilde kendi sesleriyle yanıt verebildiklerinde. Bu tür bir rezonans ilişkisi, kaçınılmaz olarak kırılganlığı beraberinde getirerek dünyaya karşı bir tür açıklığı varsayar. Böyle bir karşılaşmaya girişmek için, kişinin gücenmekten korkmaması, bir diyalogda sesini duyurabilmesi ve onu kaybetmemesi için kendini öne sürme konusunda yeterince cesaret sahibi olması gerekir.[8] Ancak bu önkoşulların şu anda Avrupa’da eksik olmaları dikkat çekicidir ve sağcı popülistlerin sözde çekiciliğinin altında yatan da tam olarak budur. Popülist teşhis basittir; Yabancılaşmanın nedeninin (Horkheimer ve Adorno’nun dediği gibi) acıklı bir şekilde yabancılarla karşılaşmalara yansıtılması sadece ters etki yapmakla kalmaz, aynı zamanda tehlikeli ve iticidir. Yabancılaşmanın gerçek nedeni ise, büyüme ve hızlanmayı, sürekli yeniliği ve bireyselleşmeyi, acımasız bir rekabet ilkesi aracılığıyla birer zorunluluk olarak insanların kalplerine ve zihinlerine kazıyan ve kendisini dinamik biçimde sürekli tesis eden modernitenin yapısında bulunabilir – ki modernite, doğası gereği, dünyaya karşı şeyleştirici bir tutum gerektirir.[9] Modernitenin özneleri, dünyadaki “yerlerinden” veya konumlarından asla emin olamazlar. Rezonans içinde değil, dünyaya yabancılaşmış ilişkiler içinde yaşarlar: Sosyal olduğu kadar politik dünyayı (veya çevreyi) kayıtsız veya düşmanca olarak deneyimlerler.

    Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda, gündelik hayatın insanlardan esnek olma yönündeki mantıksız talebinin, ancak yaşamın altyapısı sabit kalırsa ve komşular farklı diller konuşmaya başlamazlarsa ve farklı kutlamalar izlenilmezse üstesinden gelinebileceğini varsaymak ilk bakışta mantıklı gelebilir. Para birimlerinin, sermayenin ve metaların akışının kontrolsüz bir şekilde hızlanması anlamında küreselleşme, özellikle yerleşik ve daha az esnek olanlar arasında gerçekten de bir tür kaybedenler grubu üretiyor. Dolayısıyla bu insanların “küreselleşme”ye karşı koymaları anlaşılabilir. Ancak popülist sağcı yaklaşımı benimseyenler bunu yanlış bir düzeyde ifade ediyorlar: Yaşam dünyalarındaki değişikliklerle, bu değişiklikler anlamlı olsa da mücadele ediyorlar ve daha da kötüsü, kendileri de genellikle aynı süreçlerin kurbanı olan öteki insanlarla savaşıyorlar. Bu tür yerleşik muhafazakârlıkla, kınadığımız süreçlerin işleyişini bizzat teşvik ediyor ve devam ettiriyoruz. Bu değişikliklerden mültecileri sorumlu tutmak, farklı düzeyleri eriten küreselleşme ile işbirliği yapmak demektir.

    Tam tersine, mültecilerin yabancılaşmanın üstesinden gelmek, taşlaşmaktan kurtulmak ve kendimizi yenilemek için son büyük şansımız olduğunu belirtmek isterim. Mülteciler, sertleşen tüm bu yapıları gevşetme potansiyeline sahiptir. Onlar aracılığıyla ve onların içinde, bir yabancının, bir ötekinin sesiyle karşılaşırız; bu, bizi kendi sesimizin bir kez daha bilincine varmaya, onu ifade etmeye ve hem dinleyerek hem de yanıt vererek kendimizi dönüştürmeye sevk edebilir. Fakat pratik ve politik açıdan böylesine olumlu bir değişiklik nasıl düşünülebilir?

    “Rezonans”a ilişkin değerlendirmeleri ciddiye alarak şunu ifade etmeliyiz: Herkesin kanun önünde eşit olduğu, diğer tüm grupların sahip olduğu baskın bir çoğunluk kültürü, bugün birçok yerde dile getirildiği gibi asimile etmek amacıyla empoze edilirse, karşılıklı saygıya dayalı demokratik bir arada yaşamı amaçlayan hiçbir işbirlikçi proje olamaz. CDU’nun 1957’deki seçim sloganının (“Deneme Yok”) aksine ve tersine, John Dewey’in ruhuna çok uygun olarak, şimdi esas olan, her zamankinden daha fazla “deneme cesareti” ve Charles Taylor’’ı dikkate alarak “bir arada yaşama iradesidir”.[10]

    Peki bu temel gündemi başlangıç ​​noktası olarak alan bir siyasi proje neleri içerebilir? Evrensel bir çare umudu her zaman yanıltıcı olsa da, 1990’ların başındaki çokkültürlülük tartışması bağlamında yapılan gözlemler, bu konulardaki mevcut tartışmalarımızı zenginleştirmek için hâlâ değerli bir ilham kaynağı olabilir.[11] Tamamen farklı koşullar altında da olsa bugün mültecilere davranış biçimimiz, farklı kültürlerin tek bir topluluk içinde bir arada yaşamasından kaynaklanan yasal, politik ve felsefi meselelerin açıklığa kavuşturulmasını gerektiriyor.

    Charles Taylor’ın diyaloğa dayalı toplumların doğasına ilişkin tartışması, günümüzdeki sorunlarımıza yaratıcı, dayanışma temelli bir yanıt arayışında çığır açıcı olabilir; ona göre bu tarz toplumlar, yalnızca farklılıklara ve farklılıklara tolerans göstermeleriyle değil, aynı zamanda çeşitliliği bir değer olarak kabul etmeleriyle karakterize edilir.[12] Taylor’a göre, diyalog temelli bir toplumda farklılıkların bastırılması veya ortadan kaldırılması gerekmemektedir, çünkü bunlar insanların kendi kimlikleri için bir tehdit oluşturmazlar veya bu şekilde algılanmamalıdırlar.

    Bu birliktelik duygusunun gelişmesi ve toplumun bir getto mozaiğine çökmemesi için –ki bu çöküşü, ötekiye karşı kayıtsız ve hatta düşmanca bir tutum başlatır– nihayetinde kültürel ve kurumsal paradigma kayması gerekmektedir. Bu, dinlemeyi içeren ve eşit ölçüde rezonansa imkân sağlayan dünyayla bir ilişkinin temelini oluşturacaktır. Kendimizi sadece çeşitlilik ve farklılığın kutlanmasıyla sınırlamak istemiyorsak, bir dizi acil kurumsal soruyla yüzleşmeliyiz. Sonuç kısmında, şu anda karşı karşıya olduğumuz karışık durumdan bir çıkış yolu olabilecek ve özellikle rezonans teorisi hakkındaki gözlemlerime göre, bana başarı potansiyeline sahip gibi görünen bir çözümün ana hatlarını önermek istiyorum.

    Popülist sağcı propagandanın üreme zeminini sosyo-coğrafi bir perspektiften ele alırsak, yukarıda tartışılan dinamik küreselleşmenin sonuçlarını, özellikle bu süreç nedeniyle tamamen harap olmasa da ondan etkilenen kırsal alanlarda görebiliriz; bu alanlar, genellikle genç insan, dinamizm, girişimci ruh ve cesaret eksikliğinin olduğu köyler ve kasabalardır. Oysa tüm bu nitelikler ülkemize gelen ya da gelmek isteyen gençlerin büyük çoğunluğunda bolca bulunur. Ama bir yandan kimliği belirsiz, meçhul bir kitle, diğer yandan da bir başka siyasi dayatma olarak algılandıkları sürece bunu tehdit olarak görülürler: Kabulü teşvik etmek için bugünlerde, “Her köy dayanışma göstermeli ve bazı mültecileri kabul etmeli” mesajı yayınlanmaktadır. Bu siyasi mesajın gerçek anlamda bir fırsat olarak anlaşılmaması çok da şaşırtıcı değil. Bu bağlamda yapılması gereken şey iki katmanlı: Birincisi, yeni gelenlerin bir adı ve yüzü olmalıdır. Yerleşik sakinler tarafından önceden adları, kökenleri ve hatta belki bir resim aracılığıyla tanınmaları gerekir: Bu şekilde artık belirli bir tarihleri olmayan, isimsiz ve meçhul kişiler değil, belirli bir yüzleri ve bir öyküleri olan insanlar olacaklardır. İkincisi, gelişleri yalnızca “maliyet ve fedakârlık” anlamına gelmemeli, umut, çok gerçek bir anlamda yeni bir başlangıç ​​ ima etmelidir. Belirli sayıda yeni sakini kabul eden topluluklar, karşılığında kendi altyapılarının bakımını ve geliştirilmesini garanti eden somut bir altyapı programı elde etmelidir. “Diyelim ki beş mülteci aileyi kabul etmeye hazırsanız, okul ve kreşiniz olacak, otobüs hattının ve yerel bankanın, doktor muayenehanesinin ve eczanenin bakımını, ayrıca yolların iyileştirilmesini garanti edeceğiz. Yeni gelenler de yerel dükkânı işletmekten kuşkusuz çok mutlu olacaklardır.” Mülteci politikasını altyapı politikasıyla bu şekilde birleştirmek kesinlikle pahalıya mal olacaktır. Ancak her ikisinin de yine de yapılması gerekiyor ve bu şekilde her ikisinin de bir geleceği ve hatta gelişme potansiyeli olacaktır.

    Dahası, yeni gelenler için uygun barınma ve anlamlı istihdam bulma konusundaki zorluğun yapısal program aracılığıyla çözülmesiyle, ortaya çıkan yeni köy topluluğu, umudu ve yeni bir topluluk ruhunu besleyecek odağa ve amaca sahip olacaktır. Gerçekçi bakarsak, bu, hareket özgürlüğü üzerinde geçici kısıtlamalar içerebilir, insanlar birbirlerini tanıdıktan bir süre sonra, yeni gelenlerin yeni evlerinde ve topluluklarında yeterince mutlu olup olmadıkları ve hatta onunla özdeşleşip özdeşleşmedikleri netleşir, böylece ortak bir yol bulunabilir, sonuçta orta vadede gelecek güvence altına alınabilir. Bir topluluğun gelenek ve soy yoluyla değil, kolektif bir projeye demokratik katılım yoluyla ortaya çıkması, Taylor’ın da benimsediği siyasi cumhuriyetçiliğin ve ilerici toplulukçuluğun arkasındaki temel fikir olmuştur. Böyle bir projedeki katılımcıların, düşünme ve hareket etme biçimlerini değiştirmelerini ve böylece ortak bir yarar arayışında kendilerini dönüştürmeleri gerekir. Bu ortak yarar –bu fikirlere ilham veren umut işte budur– yaşamsal bir rezonans, karşılıklı değişim alanı olarak demokratik siyasetin gerçekleştirilmesi olacaktır; ki bu siyasetin işleyiş biçimi kendi yolunda gitmek için savaşmaktan değil, dinleme ve yanıt vermeyle gerçekleşen dürüst, kendine güvenen, bir kendini dönüştürme sürecinden oluşur.

     

    *Prof. Dr., Jena Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.

     

    [1] Bkz. Charles Taylor, Multiculturalism and “The Politics of Recognition”, ed.

    von Amy Gutman, Princeton, NJ 1992; ve Reconciling the Solitudes. Essays on Canadian Federalism and Nationalism, Montreal 1993; ayrıca Gérard Bouchard/Charles Taylor, Building the Future. Time for Reconciliation, Québec 2008.

    [2] Arlie R. Hochschild, Strangers in Their Own Land. Anger and Mourning on the

    American Right, New York 2016; Hartmut Rosa, “Fremd im eigenen Land?”,

    Frankfurter Allgemeine Zeitung, 20.4.2015, s. 6.

    [3] Hartmut Rosa, Resonanz. Eine Soziologie der Weltbeziehung, Berlin 2016.

    [4] Bkz. Oliver Nachtwey, Die Abstiegsgesellschaft. Über das Aufbegehren in der regressiven Moderne, Berlin 2016.

    [5] Kendini kontrol altına alma ve amade olma anlamında özümseme ile (bir insanla, aynı zamanda bir kitap, müzik, bir manzara veya bir yaşam formuyla) karşılaşmada içeri almayla gerçekleşen dönüşüm olarak uyum arasında ayrım yapmak için bkz. Rosa, Rezonans.

    [6] Siyaset teorisi tartışması için bkz. Wendy Brown, Walled States–Waning Sovereignty, Cambridge, MA 2014.

    [7] Farklı bir şekilde, yabancılaşmış olarak deneyimlenen bir dünyanın politik olarak yeniden özümsenmesinin imkânlarını da araştıran bir politik yabancılaşma teorisi için bkz. Paul Sörensen, Entfremdung als Schlüsselbegriff einer kritischen Theorie der Politik. Eine Systematisierung im Ausgang von Karl Marx, Hannah Arendt ve Cornelius Castoriadis, Baden-Baden 2016.

    [8] Bu konuda Resonanz, bölüm 1’deki detaylı yorumlarıma bakabilirsiniz.

    [9] Bkz. Hartmut Rosa, Klaus Dörre, Stephan Lessenich, “Appropriation, Activation and Acceleration. The Escalatory Logics of Capitalist Modernity and the Crises of Dynamic Stabilization”, Theory, Culture & Society 34 (2017), 1, S. 3-73.

    [10] Ulf Bohmann’ın (ed.) ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, bu sorun Taylor’ın çalışmaları boyunca sürekli merkezdedir. Bkz. Wie wollen wir leben? Das politische Denken und Staatsverstaendnis von Charles Taylor, Baden-Baden 2014.

    [11] Taylor’a (dipnot 1) ek olarak, Will Kymlicka’nın çalışmasına da işaret edilebilir. Bkz. Multicultural Citizenship. A liberal Theory of Minority Rights, Oxford 1995.

    [12] Bkz. Charles Taylor, The Patterns of Politics, Toronto 1970; ayrıca Hartmut Rosa, Identität und kulturelle Praxis. Politische Philosophie nach Charles Taylor,Frankfurt am Main / New York 1998, S. 464 vd.