EDMUND HUSSERL’İN LUCİEN LÉVY-BRUHL’E MEKTUBU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Adem Beyaz*

    Geçen yüzyılın en etkin felsefi akımlarından fenomenolojinin kurucusu Alman filozof Edmund Husserl (1859–1938) tüm hayatı boyunca kendi çağının önde gelen bilim insanlarıyla yazıştı. Bu kişiler arasında matematikçiler, fizikçiler, doğa bilimciler ve tabii beşerî bilimciler vardı. Fransız filozof, etnolog ve antropolog Lucien Lévy-Bruhl’e (1857–1939) yazdığı mektup ise bunlar arasında en ilginç olanlardan biridir. Husserl, bu mektubu 1935 Mart ayında yazdı, o dönemde Viyana Kültür Cemiyetinde bir konuşma yapmak için davet almıştı, Mayıs ayında da bu konuşmayı gerçekleştirdi.

    Husserl, mektubuna hazırlanırken Lévy-Bruhl üzerine birçok not tutmuştu, bu notlar şimdi Belçika’nın Leuven kentindeki Husserl Arşivlerinde saklanıyor. Lévy-Bruhl bu mektubu almış fakat filozof dostu Aron Gurwitsch’e “Bu mektubu bana açıklar mısınız? Hiçbir şey anlamadım.” demiştir. Husserl’in mektubuna bir cevap alamaması belki de bu yüzden.

    Husserl, Lévy-Bruhl’ü yeni tanımış biri değildi. Mektubunda da belli ettiği üzere Lévy-Bruhl’ün fikirlerini büyük bir ilgiyle takip ediyordu. Arşivlerden öğrendiğimiz üzere kütüphanesinde onun belli başlı eserleri vardı: İlkel Zihniyet (1922), İlkel Zihniyette Doğaüstü ve Doğa (1931), İlkellerin Mitolojisi (1935) bunlardan bazılarıydı.

    Peki Husserl’i Lévy-Bruhl ile iletişim kurmaya iten sebep neydi? Lévy-Bruhl öncelikle kendi zamanının en etkin figürlerinden biriydi; Ernst Cassirer gibi filozoflar, Jean Piaget ve Carl Jung gibi psikologlar, Gerardus van der Leeuw gibi teologlar, Claude Lévi-Strauss ve E. E. Evans-Pritchard gibi antropologları hâlihazırda etkilemişti.

    Lévy-Bruhl, 1904 yılında Sorbonne Üniversitesi’ne modern felsefe tarihi hocası olarak atanmıştı. Modern Fransız felsefesi tarihi, Leibniz’den sonra Alman düşüncesi ve Comte felsefesi gibi alanlar üzerinde zaten saf felsefi eserler vermişti. Ampirizm (özellikle Hume) ve pozitivizm (Comte) ile özellikle ilgiliydi. Emile Durkheim’ın etkisi altında hem sosyolojiye hem de teorik antropolojiye güçlü bir ilgi duydu ama bu alanlarda saha çalışmasına hiç çıkmadı. Diğer kültürlere duyduğu ilgi Etik ve Ahlak Bilimi (1903) adlı eserinde açıkça görülür, bu eserinde farklı ahlak sistemlerinin (ilkel toplumlarda bulunanlar da dâhil olmak üzere) bilimsel bir sosyolojisine dayanan ahlak araştırmasını savunur ve mutlak bir evrensel etik olasılığını reddeder. Lévy-Bruhl, farklı kültürlerdeki düşünce sistemlerinin kıyaslanamazlığını gösterir. O tarihten itibaren ilkellerin zihniyeti üzerine birçok çalışma başlatır, “ilkel” denen ya da yazı bilmez toplumlarla teknoloji öncesi toplumlar ve modern Avrupa kültürleri arasındaki farklara odaklanır.

    Lévy-Bruhl, 1925 yılında Marcel Mauss ve Paul Rivet ile birlikte Sorbonne Etnoloji Enstitüsü’nü kurar. Bu kurum, 1917 yılında vakitsizce vefat eden Emile Durkheim’ın anısına adanmıştır. Lévy-Bruhl, Durkheim’ın Comte’tan ödünç aldığı pozitivizmden etkilenmiş olsa da Durkheim’ın metodolojisinin bazı yönleriyle çelişir, özellikle de tüm insanlar için varsayılan evrensel bir rasyonellik söz konusu olduğunda. Kuruluşundan iki yıl sonra enstitüden istifa eder ve kendini yazmaya ve seyahat etmeye adar. Daha sonra Harvard, Johns Hopkins ve California Üniversitelerinde ders verir.

    Lévy-Bruhl’ün özellikle ilgilendiği soru şudur: Tüm insanlar için geçerli evrensel bir zihniyet mi var yoksa bu zihniyet gelişim ya da evrim aşamalarına mı maruz kalıyor? İşte bu soru uğruna yaklaşık 35 yıllık bir mesai harcayıp ilkel zihniyetin doğası üzerine çok etkili kitaplar yazdı. Antropolojik bir saha araştırması yürütmedi, ancak mevcut antropoloji literatürünü çok iyi taradı ve inceledi, kendi iddialarını doğrulamak için misyonerlerin ve seyyahların hatıralarını da dikkatle araştırdı.

    Lévy-Bruhl’ün en önemli tezine göre okuma yazma bilmeyen ya da “ilkel” topluluklar kendilerine has “mantık öncesi” bir rasyonellik sergilerler. İlkel düşünce biçimi, mitsel bakış açısıyla, farklı nedensellik anlayışıyla, muhakemeden ziyade hafızaya tutunmasıyla, kavramlaştırma eksikliğiyle vs. çağdaş Avrupa kültürü formlarına gayet yabancıdır ve farklı bir mantıkla birlikte dünyayı ve nesnelerini anlama hususunda farklı bir yol izler. Durkheim’ı izleyen Lévy-Bruhl, ilkel zihni “kolektif temsillerin” yönettiğini söyler. Üstelik, ilkel kültürde birey kendini kolektif yapıdan ayırmaz ve kendini tamamen grupla özdeşleştirir. Papua Yeni Gine ve Avustralya yerlileri kendi kabile mitlerine sahip olabilirler ama bizim klasik Yunan ve Roma mitleri anlayışımız o mitleri anlamak için yardımcı bir model sunmaz. Modern Avrupa düşüncesinin onlardaki perspektifi kavrayamaması ilkel düşüncenin iç zenginliği ve tutarlılığı olmadığı anlamına gelmez. Aksine, onların dünyası bizimkinden daha zengin görünür. Avrupalı zihin bir nedensellik zinciri arar, ilkel zihin ise her şeye az çok ruhani bir güç atfeder. İlkel düşünce esasında mistiktir, her şeye katılma ve her şeyle birlik hissetme vardır, nesneler asla sadece doğal değildir, evrende işleyen bir yaşam gücü vardır, bu ne tamamen maddi ne de tamamen ruhanidir, farklı şeyler aracılığıyla işleyen birleştirici bir güçtür. Kısacası ilkeller doğal dünyadaki nesneleri modern Avrupalının algıladığı şekilde algılamaz. Avrupalılar doğayı düzeniyle tecrübe eder ve bu düzene uymayan şeyleri reddederler. İlkeller ise doğayı doğa üstü ile tecrübe ederler. Bütüncül bir dünya anlayışları vardır, bir hayvan yaralansa tüm tür onun acısını hisseder. “Var olmak katılmaktır.” Lévy-Bruhl’ün ünlü hipotezine göre ilkel düşünce “karşılıklı katılım yasasına” itaat eder, bu sayede ilkeller çevrelerindeki dünyayla bir birlik hissederler. Belirli zıtlıklar onların zihinlerinde bir sorun yaratmaz, mitsel düşünce bir tür rüya mantığı izler, bu da bildiğimiz özne-yüklem mantığından çok farklıdır. Rüyamızdaki tecrübelerimizle uyanıkken yaşadığımız tecrübeler arasında hiçbir fark görmezler ve ikisine de aynı derecede önem atfederler. “Tarihsel evrim” hisleri yoktur, kabile geçmişleri olsa da bu ancak dört beş nesildir yaşayan hafıza ile sınırlıdır. Bu yüzden, zamansallık ve tarih kavrayışları oldukça farklıdır.

    Avrupa entelektüelleri arasındaki geniş tanınırlığına ve derin etkisine rağmen Lévy-Bruhl’un ilkel zihniyetin doğası üzerine bu görüşleri diğer sosyologlar ve etnologlar tarafından acımasızca eleştirildi, çünkü onlar ilkellerin esasında “irrasyonel” olduklarını düşünüyorlardı. Örneğin Bronislaw Malinowski gibi antropologlar onun fikirlerini reddediyordu, zira onlara göre yazı öncesi halkların yaşamlarındaki dinî ve mistik taraflar üzerinde çok duruyor, dünyevi kaygılarını ise göz ardı ediyordu. “Yaban zihin”deki simge kullanımını yöneten doğal ve rasyonel kural sistemlerini ortaya çıkarmaya çalışan Claude Lévi-Strauss ise Lévy-Bruhl’ün düşüncesini revize ederken çok ileri gittiğini düşünür, çünkü başlangıçta onlara bilişsel bir karakter atfetmişti ama revizyondan sonra ilkel zihniyetin öncelikle tesir altında kalma açısından değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştu.

    Sadece böyle bir figür olması bile Lévy-Bruhl ile iletişim kurmak için fazlasıyla anlamlı gerekçeler sunar, fakat Husserl’in cevap arayan soruları vardı, bu sorular kendi fenomenolojisinin temelleriyle ve hem psikolojik hem antropolojik veçheleriyle alakalıydı, cevapların da bu alanlarda parlak fikirleri ve yenilikçi yaklaşımları bulunan Lévy-Bruhl’de olduğunu düşünüyordu.

    Husserl’in antropolojiye ilgisi kariyerindeki erken bir döneme dayanır; Saf Mantığa Giriş (1900) adlı eserinde “antropolojizm” kavramına belirli bir görelilik biçimi olarak bakar. Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserindeki “Daseinsanalytik” kısmını ise bir tür insan varoluşu antropolojisi olarak görür ve Heidegger ne zaman “felsefi antropoloji” dese buna dikkat kesilir. 1931 Haziran ayında Husserl “Fenomenoloji ve Antropoloji” başlıklı bir konuşma yapar; bu konuşmada Wilhelm Dilthey’ın eserlerini “yeni bir antropoloji formu” olarak niteler, yani başlangıcını insan varoluşundan alan bir felsefe. Husserl için böyle bir felsefe dünyayı varoluş hâlinde ele alacağı için yaklaşımında toy olacaktır. Dolayısıyla transandantal bir fenomenolojiye ihtiyaç duyulur.

    Husserl’in “antropolojizm” dediği şeye karşı negatif tavrına ve dünya kavrayışları nedeniyle toplumsal antropolojinin tüm formlarının toy olduğuna dair inancına rağmen insan kültürü ve tarihi meselelerine karşı gittikçe artan bir ilgi besler, özellikle nesiller arası aktarım düşünüldüğünde kültürel gelişim sürecine ve tarih boyunca değişime de büyük alaka gösterir. Kendi transandantal fenomenolojisi ve tarihsel insan kültürü araştırmaları arasındaki ilişkileri de somutlaştırmaya çalışır ve bu mektupta da dediği gibi nihayetinde etnoloji literatürünü okumaya başlar. 1932 tarihli “Evrensel Beşerî Bilim Antropoloji: Antropolojinin Anlamı” metni de pozitif bir antropoloji kurma girişimi olarak görülebilir.

    Husserl’in bu mektubu, metnin başında andığımız Viyana Konuşması ile bağlantılı biçimde de okunabilir ve yaşamının son dönemecinde olan filozofun entelektüel ilgi alanlarını bize gösterir. Hem mektup hem konuşma bir kültürün tarihsel anlamının doğuşu, diğer kültürlerle ilişkisi ve mite gömülü yaşayan toplumlarla bir tarihselliği olan toplumlar arasındaki ilişkiler üzerine eğilir. Husserl, Avrupa “insanlığının teleolojik anlamı” üzerine yorumlar yapar. Kültürel yaşamın nasıl geliştiği ve kişisel yaşamın esasında nasıl kültürel olduğu hakkında düşünür. Lévy-Bruhl’e yazdığı mektupta olduğu gibi Viyana Konuşmasında da “kişisel yaşam”, “topluluk ufku”, “ulus-üstü” gibi kavramlar üzerinde durur. Bu konuşmayla birlikte dönemin diğer yazılarında Husserl özellikle Yunanların dünyada olma tecrübesinin yapısına odaklanır. Yunanların tarihsel dünyasının onları çevreleyen fiziksel dünya mahiyetinde değil, onların dünya temsili çerçevesinde anlaşılabileceğini söyler. Yunanlar ve bu deneyimden doğan Avrupa üzerine düşünceleri onu genel olarak kültürel dünyalar üzerine düşünmeye ve bunun karşısında “ilkellerin dünyası” üzerine kafa yormaya yöneltir. Az çok soyut, “kendi içine kapalı” ya da “kendini kapatmış” bir tarzda yaşayan farklı insanlık biçimlerinin, farklı toplumların ya da toplumsal grupların olduğunu kabul eder. Bu durum sadece belirli tarihsel toplumlar için değil, ilkel toplumlar için de geçerlidir. Avrupa-merkezciliğinin etkisinde kalmış ya da bunu sorgulamadan kabullenmiş pek çok filozof gibi Husserl de genelde Avrupalı olmayanların dünya tecrübesinden bahsetmez, fakat yine entelektüel hayatının son aktif devrinde yazılan Kriz metninde bu bahislere rastlanır. Örneğin, “Kongo’daki Zenciler”, “Çinli Köylüler” vs. Husserl’in iddialarına konu olur. Viyana Konuşmasında da ilkel insanların yaşam biçimleri meselesini gündeme getirir; bu konuşmada örnek verdiği “Papualı Adam” muhtemelen Lévy-Bruhl okumalarının bir semeresidir.

    Bütün bu olguların yanında Husserl’i Lévy-Bruhl’e yakınlaştıran sebeplerden biri, Almanya’yı ve daha sonra Avrupa’yı etkisi altına alan Nazizm tehdidi de olabilir. Husserl’in son yılları çok telaşlı ve kaygılı geçmişti. 1938’de öldüğü için 2. Dünya Savaşı esnasındaki sistematik soykırıma maruz kalmamıştı ama Nasyonal Sosyalistlerin “reformları” yıllardır tam kapasite işletiliyordu, Yahudilere karşı her gün yeni kısıtlamalar uygulamaya koyuluyordu. 1928 yılında Freiburg Üniversitesi’nden zorunlu bir şekilde emekli olmuş ve Nasyonal Sosyalist yasalar yüzünden münzevi bir hayata mahkûm edilmişti. Mektubunun hemen başında da paylaştığı üzere, oğlu 1933 yılında üniversitedeki görevinden istifa etmiş ve 1936’da Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştı. Bir Yahudi olarak aşağılanmayı, hor görülmeyi, “saf ırk” karşısında “düşük ırk” mensubu olmayı, kısacası “öteki” olmayı artık deneyimliyordu. Kariyerinin başından beri özne odaklı bir felsefe üreten ve bu özne için de standart Avrupalı insanı esas alan filozof artık başka kültürlerle, topluluklarla ve hatta ilkellerle etkileşimleri önemsemeye başlamıştı. Husserl’in bu gayretinin yanında son dönem metinlerinde ortaya koyduğu Avrupa ve Avrupalılık fikri, aynı zamanda bazı sorunlar da ortaya koyuyordu. Husserl sonrası fenomenoloji yorumcularından bazıları, Husserl’in “ilkel” ve “Avrupalı olmayan” insan tasavvurlarını Avrupa-merkezci bulmuştur.

    Son dönemdeki bu girişimlerin Nazilerin Yahudilere bakışını ya da genel olarak Husserl fenomenolojisini etkilediğini söyleyemeyiz, ancak tamamen Alman ürünü olan fenomenolojinin önce Fransa’da daha sonra dünyanın pek çok farklı kültürü içinde benimsenmesine, başta Maurice Merleau-Ponty ve Jacques Derrida olmak üzere ünlü fenomenolog-filozoflar nezdinde Husserl’in son dönem antropoloji ve tarihsellik ilgisinin çok önemli olmasına kapı açmıştır.[1]

     

     

    Freiburg i. B., March 11, 1935
    Lorettostr. 40

    Çok kıymetli meslektaşım!

    Siz, ilkellerin mitolojisi hakkındaki yeni eserinizi bana göndermek gibi büyük bir incelik ve cömertlikte bulunmuşken benim size bu kadar geç teşekkür etmem utandırıcı bir durum değil mi? Size yazmaktan beni alıkoyan şeyin kitabınıza hâlâ duyduğum alev alev ilgi olduğunu söylesem belki sizi biraz teskin edebilirim. Kendi işimi bir tarafa bıraktım; ilkellerin zihniyeti hakkında üretmiş olduğunuz klasik eserlerin tüm serisini aldım ve haftalardır bu eserlerin içinden çıkabilmiş değilim. Kaleme aldığım üçüncü mektup eskizi bu, neyse ki artık bitirebildim. Gerçekten size anlatmak istediğim şeyler vardı; temel çalışmalarınız, insanlık ve kuşatan dünya hususunda uzun zamandır yürüttüğüm çalışmalarla bağlantılı olarak zihnimde pek çok soruna neden oldu. İlk defa böyle olmadı, ama bu defa başka. Bunu dile getirme girişimim kötü sonuçlandı, çünkü bazen uzun bir makaleye dönüşme tehlikesi yaşadı, bazen de kısaltayım derken dış etkilere çok maruz kaldım ve dikkatim dağıldı (yeni bir Alman ulusu inşa etme sürecinden hukuken çok ciddi etkilenmiş olanlara yardım etmek için elimden geldiğince referans mektupları yazmak zorunda kaldım, bunlar arasında öz oğlum da vardı, o da sizinki gibi hukuk hocası, daha doğrusu hukuk hocasıydı, şimdi kendine yurt dışında yeni bir hayat kurmayı düşünüyor.)

    Hiç şüphe yok ki ilkeller üzerine yazdığınız eserler ciddi bir etnoloji biliminin klasik temel çalışmaları arasında sayılmalı. Devasa ve özellikle önemli bir alanda saf bilimsel bir antropolojinin imkânı ve mutlak zorunluluğu beşerî bilimler nazarında aşikâr bir hâle gelmiştir—tabii, saf bir psikoloji için de bunu söyleyebilirim: İnsanlara doğaya ait nesneler nazarıyla bakmayan, (doğa bilimlerinin nesnel uzamsal zamansallığı içinde) uzam-zaman gerçekliklerinin evreni dâhilinde psiko-fiziksel hâliyle ele almayan, aksine kendilerini somut durumda buldukları hâliyle ve kendilerine kişi zamirleriyle hitap edildiği şekilde onlara kişiler olarak muamele eden ve onları bilinç özneleri mahiyetinde tasavvur eden saf bir psikoloji. “Ben” ve “biz” dediklerinde kendilerini bir aile üyesi, topluluk üyesi ya da toplumsal birim üyesi olarak bulurlar, “beraber” yaşarlar, kendi dünyalarında faaliyet gösterip o dünyaya maruz kalırlar—kastettikleri yaşamdan, tecrübelerinden, değerlerinden ve düşüncelerinden hareketle onlar için anlam ve gerçeklik kazanan bir dünya. Pek tabii uzun zamandır bildiğimiz üzere her insan kendine has bir “dünya temsiline” sahip, her millet, ulus-ötesi her kültürel grup bir bakıma kendini kuşatan dünyadan başka bir dünyada yaşıyor ve yine bildiğimiz üzere tarihteki her dönem için de böyle olmuş. Fakat bu boş genellemeye nispetle sizin eseriniz ve sunduğu sıra dışı temalar yeniliğiyle allak bullak eden bir şeye dikkatimizi çekti: Canlı ve üretken bir toplumsallık içinde yaşayan kapalı bir toplumu “içeriden hissetmek” ve toplumsal açıdan tek tip yaşamı içinde bir dünyaya sahip olduğu hâliyle bu insanlığı anlamak ve buradan hareketle de bu dünyanın onlar için bir “dünya temsili” değil de daha ziyade gerçekten var olan bir dünya olduğunu kavramak mümkün ve hayli önemli ve yüce bir görevdir. Bu sayede bu insanlığın kavrama, özdeşleşme ve düşünme biçimlerini ve tabii mantığını ve ontolojisini ve onları kuşatan dünyanın kategorilerini öğrenebiliriz. İlkellerin “tarihsizliği” tarihsel kültürel geleneklerin, belgelerin, savaşların, politikaların vs. denizinde boğulmaktan bizi korur ve böylece saf ruhani yaşam ve onun oluşumu mahiyetindeki kuşatan dünya arasındaki somut bağlantıyı gözden kaçırmamamızı sağlar ve nihayetinde bunu merkezî bir bilimsel tema kılmamıza yardımcı olur. Belli ki aynı görev artık bizim erişimimizde olan tüm müstakil ve soyutlanmış topluluklar için elzemdir, ve tabii kendi içine kapalı bir yaşama sahip topluluklar için de öyle, çünkü onların bu kapalı devre yaşamları akan bir şimdiki zamandan ibaret olduğu için tarihsizlikten ötürü bir durağanlık değil hakiki bir tarihsel yaşam içerir, bizzat ulusal bir yaşam olarak geleceği sahiptir ve gelecek ister. Hâliyle böyle bir toplumsallık deyim yerindeyse durgun bir kuşatan dünya değil de kısmen gerçekleşmiş bir geleceği (“ulusal geçmiş”) kısmen de ulusal hedeflere göre şekillenmesi gereken ve hâlihazırda gerçekleşen bir geleceği haiz dünyaya sahiptir. Bu da bizi genel tarih sorunsalına yani tüm mümkün biçimleri ve nispetleriyle tarihsel ruh psikolojisine götürür (bir taraftan, ulus, ve belirli sosyal topluluklardan itibaren ulusun içsel inşası; diğer taraftan, ulusların toplumsallığı mahiyetindeki ulus-ötesi tipi). Tarihsel bir topluluk söz konusu olduğunda, ilkellerin durumunda olduğu gibi, sorun şöyle önümüzde belirir: Uyumlu bir ulusal yaşamın birliği ile bu birlik içinde yapısal tipleriyle ulus için yaşam dolu, somut ve gerçek olan dünya arasındaki bağlantı. Aynı sorun, bir uluslar ağı ile “uluslar üstü” daha yüksek birim (örneğin Avrupa veya Çin) arasındaki bağlantı ve ilaveten, deyim yerindeyse, sırasıyla ele alınan beşerî bilimlerin mantığı, ontolojisi ve onları kuşatan dünya için de geçerlidir. Esasında bu görevler gerçekte bilinen ulusları ve ulus üstünü ilgilendiren ve tarihsel açıdan somut görevlerdir, fakat bunlar aynı zamanda evrensel psikolojik görevlerdir, tabii somutlaşmaların saf bir içsel psikolojisi anlamında, ki buna dair bir metodoloji hâlâ geliştirilmeyi bekliyor. Ancak, sizin temel eserleriniz sayesinde bu metodolojinin geliştirilmeye başladığını görebiliyorum.

    Bence, hayatım boyunca durmadan çaba harcadığım çalışmamın şimdiki durumunu hesaba kattığımda, bu perspektifin çok yüksek önem arz ettiğini görebiliyorum, çünkü yıllar önce Biz ve kuşatan dünya arasındaki bağlantı sorununu mümkün muhtelif “bizler” bağlamında “transandantal-fenomenolojik” bir sorun olarak vazetmiştim, ne de olsa bir sorun olarak nihayetinde mutlak Ben sorununa işaret ediyor. Bu mutlak Benin bilincinin ufku dâhilinde bunla ilgili tüm toplumsal birimler ve kuşatan dünyalar anlam ve geçerliliklerini inşa etmiştir ve değişim perspektifinde de daima yeniden inşa etmeye devam edecektir. Eminim ki yıllardır etraflıca hazırladığım bu yönelimsel analiz yolu vasıtasıyla tarihsel görelilik antropolojik bir olgu olduğunu kuşkusuz ispat etmiştir, ama emin olduğum bir diğer nokta da şu: Her pozitif bilim ve evrenselliği gibi antropoloji de bilimsel bilginin ilk sözüdür, son değil. Pozitif bilim mütemadiyen nesnel bir bilimdir; dünyadaki gerçek olgusal varoluş mahiyetindeki insanın ve nesnel dünya varlığının apaçık olması dâhilinde bir bilimdir. Transandantal fenomenoloji ise kökten bir istikrarlı öznellik bilimidir, nihayetinde dünyayı kendi içinde inşa eder. Bir başka deyişle, “dünyanın ve dünyadaki bizlerin” evrensel apaçık oluşunu bir belirsizlik, bir muamma, bir sorun hâlinde vazeder, bu da onu kendini kökten bilmenin mümkün tek yolu dâhilinde bilimsel açıdan anlaşılır kılar. Böyle kökten olması nedeniyle yeni bir bilimselliktir; sistematik bir analiz gibi ilerler, geçerli birimler hâlindeki “nesneler” oluşumunun ve anlam veren özneler için geçerli “dünyalar” hâlindeki sonsuzluk ve nesne çokluğunun oluşumunun alfabesini ve temel ifadesini sistematik biçimde gösterir, ve böylece aşağıdan yukarı hareket eden bir felsefedir.

    Kişisel varlığımın zorlukla tahammül ettiği siyasi çalkantılara rağmen yine de yayınlamak umuduyla hazırladığım yeni çalışmalar umarım kurmaya niyetlendiğim yöntemin perspektif açısından ne kadar zengin ve somut olduğuna dair bir fikir verecektir: Bu yöntem, dayanaksız mistisizm ve irrasyonalizme karşı bir tür üst akılcılık inşa edecektir, böylece yetersizliğinden dolayı eskimiş rasyonalizmi süpürecek ama onun samimi niyetlerinin de hakkını verecektir.

    Umarım sabrınızı çok zorlamamışımdır? Bunca yıldır üzerimde bıraktığınız ve size böyle hayranlık duymamı sağlayan etnolojik etkilerin ötesinde ömürlük çalışmanızın bende neden olduğu güçlü dürtülere dair en azından genel bir fikir vermiş olmayı umut ediyorum. Fakat bence bu kadarı yeterli değil. Çalışmalarınızda hâlâ gelecekteki entelektüelleri meşgul edecek önemli ilkeler mevcut.

    Umarım bundan sonraki yıllarda da muazzam zihinsel güçlerinizi muhafaza edersiniz de bu olgunluk döneminizde daha fazla temel eser üretmeye devam edersiniz.

     

     

    *Çevirmen ve Editör.

    [1] Mektubun alındığı kaynak: Edmund Husserl, Briefwechsel, ed.Karl Schuhmann ve Elisabeth Schuhmann, Husserliana Dokumente III, 10 cilt (Dordrecht: Kluwer, 1994), 7. cilt: 161–64. İngilizce tercümesi için bkz. Edmund Husserl, “Edmund Husserl’s Letter to Lucien Lévy-Bruhl,” çev. Dermot Moran, The New Yearbook for Phenomenology and Phenomenological Philosophy VIII (2008), 1-6.