KALP NEDİR: AHLAK VE DUYGU İLİŞKİSİ HAKKINDA MÜLAHAZA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    Bir çağın dilini bütün çağlar için referans çerçevesi hâline getirmek, her düşünce, kelime veya kavram için asrın referans yorumunu esas saymak, düşünme faaliyetinin kendisine yönelik bir haksızlıktır.  Her insan “düşünen canlı” tanımından pay almış ise her birimizin az veya çok “içtihat” hakkı olmalı, her çağ bu hakkın sorumluluğunu ve gereğini üstlenebilmiş olmalıdır; bunun gereğini yaptı diye de kimse kınanmamalıdır.  Müslümanlar “asr-ı saadet” diye isimlendirdikleri İslam’ın birinci nesli ve çağı için  “referans” asrı diye bir telakkiyi ihsas ettirseler bile, hadise fiilen böyle gerçekleşmiş değildir. Her çağ hatta her düşünür, kendi dilini, kendi kavram örgüsünü oluşturur, kendi tecrübesiyle anlamlandırdığı bir dünyayı anlatır, geleneksel dille çatışarak zihni için bir alan oluşturmaya çalışır.  Her insanın tecrübesi onun dilini oluşturur,  seçtiğimiz dil ve oluşturduğumuz kavramlar, bireysel hayatımızın ve  evren telakkimizin evine dönüşerek bizi insanlık ailesiyle bütünleştirir, daha çok da bütünlük dâhilinde bizi saklar. Bu nedenle dile özel-genel bir vakıa şeklinde bakmak gerekir.  Dil özeldir, çünkü bizim dışımızdaki insanlarca oluşturulmuştur, farkında olmadığımız bir yönden ve tarzda bize ulaşır, zihnimizi şekillendirir; fakat bütün bu genel yapı dâhilinde dilin telakki edilişi, kelimelere yüklenen anlamlar ve yeni yorumlar bakımından her dil özeldir.  O zaman kavram üretirken ve kavramları yeniden tanımlarken genel-özel bir vakıanın içinde bulunduğumuzu dikkate almak gerekir.  Bu nedenle kendi kelimelerimizi kullandığımız durumlarda bile anlaşılır ve tanımlanabilir bir çerçeveden hareket etmek düşünen canlı olmanın iktiza ettiği bir sorumluluktur.

     

    Dildeki özel-genel durumun dikkate değer örneklerinden birisini çağımızdaki din telakkisinde yaşıyoruz. Din günümüzde bir  çok insan için özel bir alandır; özel ve öznel olduğu kadar, sorgulamaya kapalıdır, dinde ortaya çıkan birçok konu kişi ile Tanrı arasında fakat daha çok da kişinin kendi dünyasında münhasırdır.  Pozitivist dönemin katı laikliğindeki “Tanrı-insan” arasında sıkışan dinin ötesine geçildi; artık dinde egemen olan şey, insan ve onun yorumladığı hâliyle dinin meseleleridir. Üstelik bu durum dünyanın herhangi bir kısmından ötekinden daha az bir şekilde bulunuyor da değildir. Hemen bütün dinler bu öznellikten nasibini almış, dinlerin geleneksel ve kurumsal yapısı diye eleştirilen kısmı dışarıda bırakılarak insan merkezci din telakkisi tahkim edilmiştir.

    Burada hâkim ve belirleyici kavram, hiç kuşkusuz, duygulardır. Öteden beri din denilince insanın aklına duygular gelir, dinin akıldan daha çok herhangi bir şekilde kritiğe kapalı olabilecek duygulara hitap ettiği savunulurdu. Fakat günümüzde bu artık bir kaziyye-i müselleme hâlini almış görünüyor.  Her konuda duyguların bir önceliği vardır, dinde ise mutlaka duygular vardır. Bu yaklaşım, çağımızda Müslüman toplumlarda da güçlü din anlayışlarından birisi hâline geldi. Üstelik böyle bir yaklaşımın gerçek dindarlık olduğunu savunarak metinlerin bu istikamet üzere  yorumlandığına şahitlik ediyoruz. Dindeki birçok kavram, başta gönül veya kalp olmak üzere, bu amaçla yorumlanmış, dinin akıl yerine insan kalbini dikkate almasıyla “duygucu” yaklaşımı esas aldığı ileri sürülmüştür.

     

    Duygu merkezli din telakkisinin yaygınlaşmasının  nedenleri açıktır: Pozitivist akılcılık insanlığın sınırlarını çok zorladı, gerçekte bilimsel faaliyeti Kartezyen kuşkuculuk üzerine inşa etmiş olsa bile, din ve insana dair hemen her bahsi dogmatik yargılarla kapatmış, insana dair güvenli hiçbir alan bırakmamıştır.  Çağdaş akılcılığın geleneksel  olduğu tek yer, din ve ona dair konular alanıdır. Bu alanlarda akıl, “yok, yanlış” gibi hükümler vermeye başladı mı delil sorulmaz, mutlak bir kesinlikle akla boyun eğilir. Bu nedenle insanlar pozitivist telakkinin görece zayıfladığı dönemlerde önce duyguları ve duygu merkezci yaklaşımları keşfetmek istediler. İnsan akıllı bir varlık olmaktan daha çok duyguları olan bir varlıktır ve bu nedenle birçok konuda insan duygularına dönerek onları takip etmelidir diye düşünüldü. Meselenin ayrıntısı bir yana, bu yaklaşımın dinî telakkileri derinden etkileyeceği kesindi. Nitekim tam da öyle oldu ve din telakkisinde “duygu merkezci” yaklaşım pozitivist telakkinin mukabilinde sığınılan güvenli bir liman olarak telakki edildi.

    Duyguların tam olarak ne olduğu ve insanın davranışlarını nasıl şekillendirdiği hemen açıklanacak bir mesele değildir. Haddi zatında akıl ile duyguların çelişkisi nerede başlar, nerede biter, bunu tespit etmek de kolay değildir. Bir yönüyle meseleye bakacak olursak, duyguları insan müdrikesinin temeli kabul edebilir aklı ise daha  gelişmiş ve kuralları oluşmuş güçlü duygu gibi telakki edebiliriz. Bu nedenle hiçbir zaman duygu ile akıl arasında mutlak karşıtlık kurulamaz, en azından günümüzde bunun böyle olduğunu biliyoruz.  Meseleyi kelam gelenekleri açısından ele alsak, geçmişte de ciddi bir akıl kritiğinin bulunduğunu fark ederiz. Fakat günümüzde duygu merkezci yaklaşım denilince kast edilen bu değildir. Duygu merkezci yaklaşımda, başta sevgi ve iman olmak üzere, insanın birçok ahlakının ve düşüncesinin gerçekte duygu olduğu düşünülür, Tanrı ile insan ilişkisi başta olmak üzere hemen bütün ilişkiler bu öznel kavramlar üzerinden tesis edilir. Duygu merkezci bir yaklaşımın tercih edilmesinin belli başlı nedenleri vardır, bunlardan iki tanesi çok mühim görünür:

     

    Birincisi insan duygusal bir varlıktır, duygularca yönetilir ve her şeyden önemlisi duygular bizim bireysel kimliğimizi teşkil eden en önemli yönlerimiz sayılır. Öte yandan duygular üzerinden insana geniş ve sınırsız bir alan açılır.  Bu alan dışarıdan gelebilecek eleştirilere kapalıdır, sübjektifliği yüceltir ve hepsinden önemlisi kendisince belirlenen birtakım kriterlerle değrelendirmeye kapalı sayılır. Hâl böyle olunca dinî hayatın da bu eksende duygular üzerine kurulu olması gerektiği söyleniyor.

     

    Kalp: Akıl ile Duygu Arasında

     

    Kalbin mahiyeti ve onun nasıl telakki edilmesi gerektiği meselesi dindarlar arasında tartışılmış bir meseledir.  Kelimenin ilk kullanımının özel kabiliyet sahibi olup olmadığına bakmadan bütün insanları içerecek genişlikte olması onun duygu ile bağını tesis etmiş olmalıdır. Bu itibarla akıl kişiden kişiye ve kabiliyete göre değişen bir şey iken, kalp, hakikate yeten yegane tarafımızdır. Bu nedenle hakikat insanca talep edilen bir şey olduğu ölçüde,  ona akılla ermemiz nadiren mümkündür.  Buna mukabil her insan kalbi vasıtasıyla hakikat ile mutlaka temas kurabilir.  Bu durumda kalp bütün insanlık için yeterli ve lazım olan bir idrak aracı olarak kabul edilirken insanlığı birleştirir.

     

    Kalbin mahiyetini tam olarak bilmesek bile,  kalbi en azından aklın ihtiva etmiş olduğu katılık ve sınırlılık ölçülerinde bir düşünme melekesi olarak kabul etmeyiz. Fârâbî bile kalbin bedeni yöneten ana merkez olduğunu söylerken onun akıldan başka bir şey olduğunu düşünür, fakat tam olarak ne olduğunu söylemez. Öte yandan hemen bütün düşünce geleneklerinde kalbin üzerinden başlayan öteki kabiliyetler, insanın içinde saklanmış potansiyel, aklın sınırlılığı karşısında insanın  sınırsız yönü, sınırsızlığa açılan bilme-idrak etme kabiliyeti anlamını ona kazandırmıştır. Çağımızda da olan bunun bir devamıdır.  Bu meyanda Tanrı başta olmak üzere hemen her bahiste insan biçimli bir Tanrı telakkisinin ortaya çıkmış olması dinin insanla ilişkisinde kestirme yol olagelmiştir. Bu meyanda akılcılık ise daha seçkinci bir tutum olarak kabul edilmiş, hayal ve tahayyül ise herkesin ‘anlama “ehliyetini” kendinde bulduğu bir anlatım tarzı olmuştur.

     

    Kalbin dinî hayatın merkezinde yer alması, sevmek, iman etmek ile dindarlık arasındaki ilişkinin zeminini teşkil eder. Çünkü  naslarda kalp ile düşünmek arasında ilişki kurulsa bile, geleneksel anlatımlarda kalp daha çok sevginin ve imanın mahalli kabul edilir. Bu durumda kalbin merkezde olmasıyla birlikte insanlar, yükümlülükten kolay bir şekilde gönle, gönlün sevgi dolu dünyasına intikal edebilirler. Üstelik ana kavram duygu  olduğu için  burada yine kritik ve yargılama yoktur. Vakıa insanların din ile ilişkide kalbi seçmesinin en önemli nedeni bu olmalıdır.

     

    Acaba aşk bir duygu olarak mı kabul edilecektir, yoksa ona başka bir anlam mı yüklenebilir?

    Aşka dair hemen her yaşadığımız konu az çok duygularımızı etkiler, onun varlığını duygularla fark ederiz.  Aşkın en önemli yönlerinden birisi özlemek ve hasrettir.  Aşkı bir mesele olarak işleyen metinlerde onun en temel özelliklerinden birisi  edebiyatını anlatan eserlerde hasret ve iştiyak aykırı en temel tezahürünü teşkil eder. Bu hasreti ise insan genellikle acı ve hüzün seklinde yaşar.  Bütün bunlar, çağımızda iman, aşk gibi dinin ana kavramlarını bir duygu şeklinde telakki etmeye imkân verebilecek yaklaşımlardır. Fakat sorun yine ortada durmaktadır: Acaba insanların aşk, kalp veya iman gibi kavramları “öznel” bir şekilde yorumlama hakkı var mıdır yok mudur?

     

    Her insan özel dili bakımından aşkı nasıl anlıyorsa öyle anlayacaktır, imanı nasıl yorumluyorsa öyle kabul edecektir, kalbi nasıl yorumluyorsa öyle yorumlayacaktır.  Hepsinden önemlisi Tanrı ile ilişkide  nasıl bir yaklaşım içinde ise insan  kimsenin eleştirmesine bakmadan öyle hareket edebilecektir. Bunda tereddüt yoktur. Üstelik bu yaklaşımın zaman içinde daha da güçlenebileceğini kabul etmemiz gerekir. Yakın bir gelecekte duygu merkezciliğin yol açtığı mutlak bir sübjektivizm ve öznel din yorumculuğunun bütün dinlerde yaygın olacağını en azından güçlü akım olacağını göreceğiz. Fakat işin bir de öteki kısmı vardır: Dilin genel ve ortak bir olgu alanı olması buna imkân verir mi vermez mi?

     

    Meseleye böyle baktığımızda ne kalbi ne imanı ne de aşkı bir duygu hâli olarak kabul etmek mümkün değildir.  Bunun temel nedeni duygularda insanın merkezde olması iken iman, kalp ve aşkın insanı merkezden çıkartarak Tanrı merkezli üç kavram olmasıdır.  Bilhassa bu alanda referans kabul edebileceğimiz metinleri az çok dikkate aldığımızda, kalbin ne anlamda kullanıldığını bilebiliyoruz.  Kalp bir düşünme melekesi anlamında kullanılır. Bu durumda kalpten söz etmek, herhangi bir şekilde, bilemeyeceğimiz veya kritik edemeyeceğimiz bir şeyden söz etmek değil, tam aksine daha ince ve daha hassas ilkeleri olan özel fakat objektif kuralları olan bir gerçeklik alanından söz etmektir. Başka bir anlatımla kalp kendisine öznel yoldan girilen “objektif” bir değerler alanıdır. Yûnus Emre’nin dervişlerden söz ederken söylediği “yüz bini birdir dervişin” tam da bunu anlatır.  Yûnus öznel olanın daha sonra genel ve müşterek  ilkeye dönüşerek  insanları birleştirdiğini söylüyor. Öte yandan iman veya aşk hakkında da öznel-genel değerlendirme yapmak  mümkündür. Bir insanın kendi dilinde sevgiyi ve öteki kavramları tanımlama hakkı saklı tutulmakla beraber, insanlığın ortak dilinde  aşkın bir anlamı olduğu kesindir. Bu anlamıyla en önemli özelliği, karşılıksızlıktır. Sadece aşk değil! Ahlak adı alan her şey karşılıksız olmak sayesinde ahlak adını almış, bu sayede insanlığı yüceltir kabul edilmiştir.

     

    Sonuç Yerine:

     

    Peki dinin “genel” dilinde bu öznel yaklaşıma nasıl bakmak gerekir? Burada bireyin dini yaşamasındaki öznel imkânlar ile  kuralların darlığı arasında uzlaşma bulmaktan başka çare yok görünüyor. Birincisi üzerinden meseleye bakacak olsak, “Allah’a giden yollar insanlar sayısıncadır.” dememiz gerekiyor.  Her insan bir dildir, her insan aynı yolu yürürken bile başka bir tecrübe ile yürüyor, başka bir hâl yaşıyor, başka bir şeyi müşahede ediyor olmalıdır. Buna mukabil o yol, ana ilkeleriyle belirlenmiş ve sınırlanmış bir yol olmalıdır. Bunun nedeni ise dinlerde nübüvvettir.

     

    Nübüvvet bir ilke kabul edildiği sürece mutlak öznel ve duygu merkezci bir din telakkisine ulaşmak, kritiğe kapalı bir dinî yoruma varmak mümkün değildir.  Bir dindarı dünyaya bağlayan şey, gerçekte nübüvvettir.