İNSAN VE DUYGU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Nurten Gökalp*

    İnsanlık tarihinde insana dair yapılan felsefi değerlendirmeler oldukça geniş ve karmaşıktır. İlk Çağ’dan günümüze kadar filozoflar insanın özelliklerinden birini önceleyerek farklı tanımlar yapmışlardır. Bu tanımlarda çoklukla insanı cansız varlıklardan ve diğer canlılardan ayırt ettiği düşünülen zihinsel, duygusal ya da toplumsal özelliklerine vurgu yapılmaktadır. Bu bağlamda duygular ve duygulanma sıklıkla insana has ayırıcı bir yön olarak gösterilmiştir. Bu metnin amacı insanın önemli bir özelliği olan duygunun bireysel ve toplumsal yaşamdaki yerini ve rolünü anlamaya yönelik olarak yapılan felsefi çalışmalara dair bir üst bakış oluşturmak ve ana eğilimleri tespit etmektir.

    Ele aldığı konuya dair kavramsal analizle işe başlayan felsefe, bir kavram olarak duyguyu şöyle tanımlamaktadır: “Duyduğumuz, duyumsadığımız her şeye özellikle de tüm tutkularımıza, hafif veya ortalama şiddetteki heyecanlarımıza, aşk, sevgi gibi genel hâllerimize, genel ve içgüdüsel eğilimlerimize verilen ad.” (Cevizci, 2005, s.268)

    Tarihsel olarak bakıldığında içinde gizli bir akıl-duygu ikiliği barındıran bu tanımın işaret ettiği içerik, insanın duyuları, tutkuları ya da geleneksel ifade ile rasyonel olmayan boyutuna vurgu olup bilişsel özelliklerinden farklı bir içerik sunmaktadır.

    Nitekim Yunan filozofların en ünlüleri insanı tanımlarken onun aklını öne çıkarmış ve insanı akıllı bir varlık olarak tanımlamışlardır. Örneğin Antik Yunan filozofu Aristoteles’e göre bitkiler ve hayvanlarla ortak canlılık özelliklerine sahip olan insan, düşünen ve akıllı bir varlıktır. Aklı ile kendini geliştirme ve hayatını düzenleme imkânına sahiptir. Bu bakış açısıyla şekillenen Batı medeniyetinde insan aklı daima önemsenmiş, övülmüş ve âdeta kutsanmıştır. Akıl ile şekillendirilen bu medeniyette insan yaşamı maddi niteliklere göre biçimlendirilmiş ve insan kendi doğasına, bedenine, eylemlerindeki yönlendirici ve değerlendirici bir boyut olan duygularına zamanla yabancılaşmıştır.

    İnsanı ölümsüz olan ruh ile ölümlü olan bedenin birlikteliği, iyi ile kötünün bir arada idare edilmesi olarak betimleyen Yunan filozofu Platon’a göre insan kendini cansız şeylerden ve elbette hayvanlardan da farklılaştıran kendine özgü yeteneklere sahiptir. Bunların en üstünde de akıl yer alır. Akıl yürütme kapasitesi ile insan hakikatin özünü oluşturan ideaları, tecrübesinin mantıksal çözümlemesine bağlı olarak kendini ve amacını kavrayabilir.

    Bu bağlamda tüm dürtüler ve duygular bedensel, akıl dışıdır ve uzaklaşılması gerekir, zira onlar insanı hakiki bilgiden, ideadan, uzaklaştırmaktadır: “Ten bizi her neviden istekler, tutkular, korkular, kuruntularla, bin türlü saçmalıklarla doldurur, öyle ki haklı olarak denildiği gibi, bir an olsun onunla gerçekten düşünmek mümkün olmaz. Kavgalar, geçimsizlikler, çabalamalar yalnız tenden ve onun isteklerinden değil de nereden geliyor?” (Platon, 1989, s.19) diyen Platon’da haz ile bilgelik, suları elden geldiğince birbirine karıştırılmaması gereken iki çeşmedir.

    Duyguları bedene ait özellikler arasında değerlendiren Platon duyguların yönetilmesi gerektiğine inanmıştır. Ulaşmak istediği idealarla olan ilişkide birer engel olarak algıladığı duygu ve tutkular bedenin haz-acı ya da hoşlanma-hoşlanmama hâllerinin içine sıkıştırılmıştır. Bu durumda ortaya çıkan çatışmayı ortadan kaldıracak ve krizi yönetecek tek güç de akıldır. Akıl duygu ve tutkuları yönetecek hatta onların olumsuz etkilerinden uzaklaştıracak bir yeti olarak insanı özüne ulaştıracaktır.

    Aklın gücü, son dönem Grek felsefesi Stoa’da daha da netleşmiştir. Stoa felsefesine göre akla dayanmayan duygular kontrol edilmesi gereken bedensel isteklerdir. Zira onlar tutkuları dış olaylara karşı verilen kontrolümüz dışındaki tepkiler olarak görür ve erdem ve mutluluğun karşıtı olarak düşünürler. Stoa ahlakının temeli doğaya uygun yaşamdır. İnsan doğadaki düzene uygun olarak kendi ruhunu düzene sokmalı ve nasıl ki doğa evrensel bir akıl tarafından yönetiliyorsa, aynı şekilde aklın yönetimi altına girip, iradesini aklın denetimi altına sokmalıdır.

    “Herkes kendi yapısının gerektirdiğini yapmalıdır; insan doğasının birincil ilkesi toplumsal yarardır; ikincisi ise, bedenin tutkularına direnmektir; çünkü ussal ve zihinsel etkinliğin başlıca özelliği, kendine sınırlar koymak ve hiçbir zaman duyuların ya da içgüdülerin etkisine yenik düşmemektir. Bunların ikisi de hayvansal doğamıza aittir, us ise uşak olmayı değil, egemen olmayı amaçlar. Haklı olarak, çünkü doğası gereği, bunlardan yararlanacak biçimde yönlendirilmiştir.” (M. Aurelius, 2002, 55.madde) diyen Roma Stoasından Marcus Aurelius, insana kendisini aklı ile kontrol etmesini, içgüdüleri ve tutkularına yenik düşmemesini tavsiye etmektedir.

    Antik Yunan felsefesinde başlayan akıl ile duygu (beden) ayrışmasını güçlendiren bu düşünceler 17. yüzyılda modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen René Descartes ile doruğa ulaşmıştır. İnsanı, düşünen cevher olan ruh ile yer kaplayan cevher olan bedenden meydana gelen bir bütün olarak betimleyen Descartes ulaştığı ruh-beden düalizmi ile yeni bir tartışmanın da öncülüğünü yapmıştır. İnsanı ontolojik olarak ruh ve beden diye ikiye ayıran Descartes, ruh ile bedenin birlikteliğini de ikisinin bütünleşmesi olarak değil, iki ayrı şeyin birlikte çalışması ve birbirini etkilemesi olarak anlamıştır. Aynı düşünceyle duyguları da bedenin fizyolojik özellikleriyle ilişkilendirilmiştir. Duyguların psiko-fizik etkilerini temele alan Descartes felsefesinde duygular, ruh ile beden arasındaki tözsel birleşmedeki katkısının yanı sıra ruhun beden üzerindeki iktidarı açısından da önemlidir. Çünkü düşünen cevherin iki farklı yönü olan anlayış ve iradenin tutkularla yakından ilişkisi vardır. Bu yüzden insan davranışlarının şekillenmesinde etkili olan duyguların akıl ile kontrol edilmesi, iradenin tutkular üzerinde güç kazanması gerekir. Ancak ruhun, tutkuları tamamen kendi buyruğu altına almasına engel olan beden bağlantısı nedeniyle insan, sadece bilgelik ile tutkularına hâkim olabilir, onları ustalıkla kullanmayı öğrenebilir.

    Aklın ışığını takip eden Descartes felsefesinde ahlak da aklın gücüne ve kontrolüne bağlı olarak gelişir. İnsan davranışlarını mekanik tabiatlı olanlar ve akli tabiatlı olanlar olarak inceleyen Descartes, cisimsiz ve bağımsız ruhun, rasyonel eylemleri yargı ve irade olarak kontrol ettiğine de inanmıştır. Ruh, kontrolünü açık ve seçik bilgiyi elde etmek ve onu uygulamak şeklinde gerçekleştirir. Yani aklını gücü yettiği kadar iyi kullanan, bütün işlerinde en iyi olduğuna hükmettiği şeyi yapabilmek için sağlam ve sabit bir iradeye sahip olan kimse, gerçekten bilgedir ve bundan dolayı doğru, cesur ve ölçülü olduğu oranda diğer bütün faziletlere de sahiptir.

    Zamanla Descartes’ın akıl(ruh)-duygu(beden) karşıtlığı düşüncesini benimseyen pek çok filozof da benzer şekilde aklın duygu karşısında üstün olduğunu ve olması gerektiğini fikrini savunmuştur. Rasyonel değerlendirmenin daha insani, duygusal değerlendirmenin ise zayıflık olduğu düşüncesi de bu bağlamda yaygın bir düşüncedir. Bu noktada işaret edilmesi gereken en önemli problem, insanın ruh ve beden olarak parçalanmasına eşlik eden akıl-duygu ikiliği ve çatışmasıdır. Devam eden bu tartışmalarla birlikte insanın bütünlüğünün kaybolduğu da bir gerçektir.

    Öte yandan felsefede aklın karşısında duyguların varlığını ve özellikle insan davranışlarındaki etkisini dile getiren, duygunun insan yaşamındaki önemine dikkat çeken görüşler ise ağırlıklı olarak ahlak alanında ve 18. yüzyıldan itibaren artmaya başlamıştır. İnsan davranışlarının ahlaki çerçevesini oluşturma konusunda araştırma yapan İngiliz filozofu David Hume konunun öncülerindendir.

    “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme” adlı eserinin bir kısmını tutkulara ayıran Hume, insanın duygu deneyimlerinin kaynağını araştırmakta duygu ve tutkularla ilgili detaylı bir analiz yapmaktadır. Her tür tutkunun tek kaynağının haz ve acı olduğunu, ahlakın temelini de haz-acı ilişkisinin oluşturduğunu iddia etmektedir. Bu bağlamda insan davranışlarının belirleyicisi tutkulardır;  pasif ve etkin olmayan bir güç olan akıl dinamik bir alan olan ahlakta etkili olamaz ve davranışları denetleyemez. Akıl iradi eylem için bir motif olamaz, irade ve istemenin yönlendirilmesinde tutkuya rakip olamaz. Hatta ona göre akıl, tutkuların kölesidir ve tutkulara itaat ve hizmet etmekten başka görev iddiasında bulunamaz. (Hume, 1997: 365)

    Öte yandan ahlakta tamamen bireysel iradeye dayalı bir düzeni savunan Hume insanlar arasındaki ahlaki uyuşmanın varlığını da duygudaşlığa bağlı olarak kurar. Duygudaşlık kişinin sadece kendi çıkarları için değil, başkalarının varlığını da hesaba katmayı sağlar ve ferdin kendi doğasından kaynaklanır. İnsan doğasında duygudaşlıktan daha değerli ve önemli bir şey yoktur. Duygudaşlık bizi kendimizin dışına taşır, bizi başkalarının karakterinden haz almaya sevk eder. Onun kişisel duygulanımlarımızı biçimlendirme gibi dolaylı bir etkisi de vardır. Duygudaşlık ahlaki ayrımların başlıca kaynağı, özü itibariyle insanı sosyal bir varlık yapan evrensel bir etkidir. Bu etki ile insanlar karşılıklı ilişkilerinde birbirlerini yansıtan aynalar gibidirler.

    Hume’un duygulara dayalı olarak şekillendirdiği ahlak anlayışına bağlı olarak irade de duyumsal ve duygusal bir içerikle ele alınarak, 17. yüzyılda terk edilmiş olan, insanın öznel eyleminde doğal iradenin etkisi düşüncesi tekrar canlandırılmıştır. Nitekim bu eğilimin bir uzantısı da Nietzsche’nin düşüncesinde ortaya çıkmaktadır.

    Felsefede duyguları hesaba katan filozoflar içinde yer alan Arthur Scopenhauer’a göre bizi kurtuluşa götüren ahlakın temeli sempati, merhamet ve şefkattir. Bütün varlıkların aynılığını bir defa anlayan kimse artık kendisi ile diğerleri arasında bir fark gözetmez, onların neşeleri ile neşelenir, ıstırabı ile ıstırap çeker. Kalbi merhamet dolu olan insanın benliği bütün benliklerde erir, şuurları ayıran boşluklar silinir, kaybolur. Hakiki ahlak bütün hayvani isteklerin, bütün arzuların sönüşü varlığın esası olan iradenin, yaşama isteğinin inatla feda edilişidir.

    Schopenhauer merhameti temel etik olgu olarak görmektedir. Başkasının çektiği acıyı algılayıp bir davranış yapıp yapmama konusundaki tercih durumunda merhamet duygusunun devreye girdiğini ve kişiyi uygun şekilde yönlendirdiğini ifade etmektedir. Merhamet diye tanımlanan bu duygu insan bilincinde yatan inkâr edilemez bir hakikattir. Bu duygu herhangi bir varsayıma, düşünceye, fikre, dine, dogmaya, mite, terbiyeye, eğitime dayanmamaktadır. O tüm bunların ötesinde yer alır. Bu duygu insanların doğasında vardır, bu sebeple de her koşulda, her yerde, her ülkedeki insanda görülmektedir. Bu duygu çok olumludur ve bilinmedik yabancı Tanrılara atfedilemez. Zaten insancıl kelimesi de genelde merhametli kelimesiyle eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. (Schopenhauer, 2007, s.80)

    Ahlak-duygu ilişkisini öne çıkaran bu görüşler dışında 19. yüzyılda psikolojinin bağımsız bir bilgi alanı olarak yapılanmasının sonucunda duygu bir boyutu ile psikoloji ve felsefenin ortak konusu olmuştur. Bu konuda William James’in 1884’te yayınladığı fizyolojik temelli bir duygu kavrayışı sunan “Duygu nedir?” başlıklı makalesi önemlidir.

    Duyuşsal kuramların ortaya çıkmasında etkili olan, duygunun ne olduğunu açıklamaya çalışan William James, duyguların hisler olduğunu düşünerek, duygularla ilgili hissedilen bedensel belirtileri tespit etmeye ve duygunun, sinir sisteminin bir fonksiyonu olduğunu göstermeye çalışmıştır. O, duygunun sadece fizyolojik değişimin bilinci olduğunu iddia eder.  Duygular, beynin “motor ve duyum merkezlerinde ortaya çıkan isleyişlere karşılık gelir” diyerek duyguların fizyolojik beyin fonksiyonlarına ontolojik indirgemesini yapar. James’e göre duygusal-beyin fonksiyonları “sadece sıradan beyin işlevlerine benzemezler, gerçekte çeşitli şekillerde bağlanmış bu çeşit işlevlerden başka hiçbir şey değildirler.” (Yazıcı, 2007, s.9)

    Yani James’e göre fizyolojik ve davranışsal süreçler duyguyu oluşturur. Buna göre insanlar mutlu olduğunda güler, üzgün olduğunda ağlar, öfkelendiğinde kaşlarını çatar, korktuğunda tehlikeden uzaklaşır. Kısaca duyguyu his olarak tanımlayan William James’e göre duygu dediğimiz şey nesnesine karşı bedenin refleksif etkilerinden başka bir şey değildir. Duyguları sıradan beyin fonksiyonlarıyla aynı statüde görerek duyguların fizyolojik açıklamasını yapan James, sonraki dönemlerde pek çok kuramcı tarafından duygunun zihinsel veya bilişsel yönünü unuttuğu ve duygulardaki nedensel sıralamayı da yanlış tanımladığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

    Duygulara fenomenolojik bir bakışla kaleme aldığı “The Emotions: A Sketch of a Theory” adlı eserinde J. P. Sartre da William James tarafından ileri sürülen ve duyguların fizyolojik temelli rahatsızlıkların bilinci olduğunu ileri süren görüşünü eleştirmekte,  eleştirisini, bir duyguyu diğerinden ayırmadaki fiziksel değerlendirmelerin yetersizliğine dayandırmaktadır. Ona göre duyguların sadece bilişsel terimlerle veya bilinçle tasvir edilmesi yetersizdir. Duyguların tasvirinde özne ve dış dünya arasındaki ilişki de dikkate alınmalıdır. (Sartre, 1985, s.3-4)

    Sartre’ın kuramı hem apriori hem de ampirik özellikli dünyadaki bir varlık olarak belli genel potansiyellere sahip olan insan kavramından hareket eder. Duygu da bu niteliklerle ilintili olarak oluşur. O duyguyu sadece tasvir etmek ya da tanımlamakla ilgilenmez, davranışların özelliklerini duygularla ilişkili olarak açıklar. Ama bu durum yalıtılmış bir durum değildir. İnsanın dünya ile kurduğu bilişsel ilişkiye dayalı bir durumdur. Temel varoluşçu doktrinde insan, kendini seçen ve seçtikleri ile oluşturan bir varlıktan başka bir şey değildir. Bu seçim gözledikleriyle bildiklerinden yapılan bir seçmedir. Duygular insanı kendini dünyada bir biçimde görmeyi seçtiğinde ortaya çıkar. Ve insan doğası özü itibariyle buna yeteneklidir. (Gökalp, 2019, s.98)

    Sonuç

    Şu ana kadar işaret ettiğimiz felsefi değerlendirme göstermektedir ki, duygu konusu her zaman filozofların ilgi alanında olmuştur. Geleneksel filozoflar sıklıkla duyguların, akli olup olmadığı, düşünce, karakter gelişimi ve değerlerdeki rolü ile ilgilenmişlerdir. Onlar duyguları çeşitli şekilde tanımlarken temel bir tartışma olan akıl-beden ikiliğinden hareket etmektedirler. Bir kısmı duyguların ortaya çıkmasında bedenin belirleyici olduğunu iddia ederken bir kısmı da zihnin belirleyici olduğunu iddia etmektedir. Bunun uzantısında geleneksel filozoflar çoklukla duyguları akılla ilişkilendirirken, çağdaş düşünürler gelişen bilimin de etkisiyle duyguları daha çok bedenle ilişkilendirmektedirler. Duygunun beden ve zihinle olan ilişkisinden ilham alan bu değerlendirmeler, bilimsel gelişmelerden özellikle biyoloji, psikoloji ve nörolojideki çalışmalardan da etkilenmektedirler. Zihin felsefesinin etkisi ise ayrıca dikkat çekicidir.

    Duygunun doğasına yönelik çalışmaların yanı sıra duygu-değer ilişkisi duygu felsefesi açısından değerlendirilmesi gereken bir başka boyuttur. Çağdaş felsefede duygu, dil ve etik ilişkisinde şekillenen duyguculuk olarak adlandırılan bir akım eylemlerimizi şekillendiren etik yargılarımızın bilişsel olmadıklarını, duygulara dayandığını iddia etmektedir. Bu akımın öncü ismi olan Charles Leslie Stevenson, ahlak yargılarının duygusal doğasını ve ahlaki dilin yorumunda duygusal boyutu vurgulamaktadır. Etik yargıların asıl görevinin olgulara işaret etmek değil, bir etki yaratmak olduğunu göstermek isteyen Stevenson’un düşüncelerindeki duygucu özellik ahlak yargılarının doğasındaki duygucu özelliği vurgulayan Hume’un düşüncesinden gelmektedir. Duygular ve değerlendirici inançlar arasında bir ilişki olduğunu ve duyguların değerlendirmelere dayandığını kabul eden tüm değerlendirici görüşler duygunun rasyonel çerçevesini çizmektedirler. Onlar duyguları, aklın ahlaki, estetik ve dinî değerler âleminin içyüzünü kavradığı, epistemolojik olarak önemli bir zihinsel fenomen olarak görürler.

    Duygulara yönelik olarak yaptığımız bu genel ve yüzeysel değerlendirmeler ışığında son söz olarak insanı, duyguları olan, eylemlerini duygularına göre biçimlendiren ama duygularının hayatındaki etkisini ve gücünü yeterince idrak edemeyen bir varlık olarak tanımlayabiliriz.

     

    * Prof. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü.

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    KAYNAKÇA

    Aurelius Marcus, (2002) Düşünceler, Çev. Ş, Karadeniz, İstanbul:Y.K.Y.

    Gökalp Nurten, (2019), Duygu Felsefesi,  Ankara:Nobel Yayıncılık

    Hume David, (1997), İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev. A. Yardımlı, İstanbul:İdea Yayınları,

    Sartre J. P., (1985),“The Emotions: A Sketch of a Theory” Trans.P. Mairet, London:Cambridge University Press,

    Yazıcı Aslı, (2007) “William James’in Descartes’in Duygu Kuramına Eleştirisi” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, , 18

    Platon,(1989) Phaidon, Çev. S.K. Yetkin, H.R. Atademir, İstanbul: ME.B.

    Schopenhauer A. (2007), Merhamet, Çev. Z. Kocatürk, İstanbul:Dergâh Yayınları,