HER YERDE AYNI AĞAÇ, AYNI BULUT…

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Tuba Deniz*

    Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasında çarpıcı bir hikâye, izleyiciyi sarsacak sürprizler, keskin dramatik iniş çıkışlar yoktur. O daha çok günlük hayatın sıradanlığı içerisinde kişinin savrulduğu değişen duygu durumları ile ilgilidir. Karakterleri bir hâlden diğer hâle kayıp giderler; keyifleri kaçar, kayıtsızlaşırlar, renksiz ve tekdüze görünen durumlar içerisinde sıkılırlar, anlamsızlık duygusu ile mücadele ederler, birbirine benzeyen günler perdeye yansır.

    Ceylan, sinemasında günlük hayatın tekdüzeliğine bakışlarını yöneltir, zira insana dair sorulabilecek doğru sorular bu sıradanlığın dikkate alınması ile mümkündür. Kişinin bu rutinler içerisinde ansızın beliren ruh hâllerine kamerasını yöneltir. Filmlerinin  sinopsislerini arka arkaya okuyup içlerinden bazı ifadeler seçildiğinde de yönetmenin âdeta boşlukta yüzen, bir mekâna, kişiye ya da hayata bir türlü tutunamayan karakterlerine hangi zaviyeden baktığına ve sinemasında kurmak istediği dünyaya dair önemli işaretler bulunabilir; sıkıntı, büyüklerin dünyasının karanlığı, uyku ile uyanıklık arası bir hâl, idealler ile hayat arasındaki mesafe, kendilerine ait olmayan mutluluğun peşinde sürüklenmek, zaaflar, yalanlar, her zaman birbirine benzeyen kıvrılan tekdüze yollar, çaresizlik, hayal kırıklığı, yalnız ruhlar, çıkışsızlık, sürgün yeri…

    Ceylan’ın filmlerindeki karakterler, içinden çıkamadıkları bir kaygı ve can sıkıntısına gömülmüş gibidir. Şehirde ya da taşrada olsun, hep bir aidiyetsizlik, kaçınılmaz bir evsizlik duygusu içerisindedirler. Dünyaya fırlatılmışlardır, bir taraftan büyülenmiş gözlerle dünyaya bakarlar, gündelik hayatın vaatlerine çekilirler diğer taraftan da buraya ait olmadıklarını içten içe hissederler. Varlığa gömülmüşlerdir ve bu çıkışsızlıkta debelenip durmaktan kaynaklı bir yorgunluk ruhlarını kaplamıştır. Kasaba (1997) filmindeki Saffet’i (Mehmet Emin Toprak) hatırlayalım. Gün boyu kasabada dolaşır, lunaparkta vakit geçirir, çayırlara uzanıp uzaklara dalar fakat bir türlü ruhunu saran boşluk duygusu ile baş edemez, yaşadığı kasabada zaman âdeta donmuş gibidir, geçmek bilmez. Kendini bu boğucu kasabaya hapsolmuş hissetmektedir: “Ben ömrümün sonuna kadar burada çürüyüp gitmek istemiyorum.” der fakat bir taraftan da buradan nasıl çıkması gerektiğine dair ne bir bilgisi ne de gayret edecek yaşama enerjisi vardır: “Hayat şu yaşadığımız hayattan ibaret bana göre, görüp göreceğimiz yalnızca bu. Ne bir amacım ne hedefim ne hayallerim var!.. Sadece müzmin bir iç sıkıntısı.”

    Birbirine Benzeyen Günler

    Nuri Bilge Ceylan, bir memur ailesinin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Babası İstanbul’da üniversite eğitimini alıp Amerika’da master yaptıktan sonra doğduğu topraklara, Çanakkale Yenice’ye döner. Ceylan iki yaşında geldiği Yenice’de sekiz yıl yaşar, bu kasabada büyür. Babasının bölgedeki insanlar tarafından yeterince anlaşılmadığına ve idealizminin yavaş yavaş bir hayal kırıklığına dönüştüğüne şahit olur. Buradaki gözlemleri, babasının kırgınlığı, buruk ruh hâli filmlerindeki karakterleri için önemli bir ilham kaynağıdır. Dördüncü sınıfa geldiğinde İstanbul’a dönerler. Boğaziçi Üniversitesi’nde Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde okur. İlk olarak 17 yaşında otostop ve bisikletle seyahat eder, yüzü Batı’ya dönüktür. Okul bittikten sonra ise cebinde az bir para ile Londra’ya gider. Batı’da aradığını bulamayan Ceylan, kitapçıda gördüğü Himalayalar üzerine bir kitaptan etkilenir ve bu defa Atina üzerinden Nepal’e uçar. Bir iki ay içerisinde, Himalayalar üzerinden 400 kilometre yürüyüş yapar. Fakat aradığı anlamı burada da bulamaz: “Nereye baksam her yerde aynı ağaç, aynı bulut. O zamana kadar seyahat denen bir şey var oldukça anlamsızlık sorunuyla yüz yüze gelmem diye düşündüğüm hâlde, ilk defa seyahat ya da maceranın içimdeki boşluğu dolduracak potansiyele sahip olmadığını düşündüm. Sonra bir Budist tapınağının üzerinde oturup dağları seyrederken, birdenbire Türkiye’yi çok özlediğimi düşündüm ve geri dönmeye karar verdim.”

    Nuri Bilge Ceylan’ın bu bitmeyen sıkıntısının, anlam arayışının filmlerine ve hemen her karakterine zerk edildiğini söyleyebiliriz. Filmlerinde bu söyleşideki düşünceleri hatırlatan diyaloglara sıklıkla yer verir. Tıpkı yönetmenin kendisi gibi filmlerindeki karakterler de nereye giderlerse gitsinler, neyle meşgul olurlarsa olsunlar içlerindeki boşluk duygusu ile bir türlü baş edemezler; kaygıları, anlam arayışları hiçbir şekilde hitama ermez. Filmlerin isimleri dahi bize bu içinden çıkılamaz durumu imler.

    Mayıs Sıkıntısı’nda (1999) Muzaffer (Muzaffer Özdemir) film çekmek üzere kendi kasabasına döner, anne babasını filmde oynamaları için bir şekilde ikna eder. Mayıs Sıkıntısı, Kasaba filminin çekim sürecini konu eder. Baba, kadastrocuları beklemektedir, tarlasının yanındaki ağaçlık bir bölgeyi kendi arsasına dâhil etmek istemektedir. Yirmi yıl beklemiştir bunun için ve birkaç hafta daha bekleyebileceğini dile getirir umutlanmaması gerektiğini söyleyen oğluna. Mayıs Sıkıntısı’nda da Koza (1995) ve Kasaba’da olduğu gibi tabiatın içine düşmüş, âdeta orada kaybolmuş karakterleri izleriz. Bir yandan kendilerine meşguliyetler bulmuşlardır; babanın bitmeyen bekleyişi, Muzaffer’in sinema çekerek şeytanın bacağını kırma isteği, fakat bir taraftan da üzerlerine sinmiş bir atalet vardır. Kasaba’da olduğu gibi bu filmde de Saffet amaçsız bir şekilde filmin içinde dolaşmaktadır. Arkadaşlarının hepsi üniversite sınavını kazanıp başka şehirlere gitmiş fakat Saffet bu yıl da sınavı kazanamamıştır. Muzaffer’in gelişi ile onun gibi İstanbul’da yaşama, onun filmlerinde oynama hayali belirir zihninde. Kasaba’da ateş başındaki sohbette ifade ettiği üzere “bu kasabada çürüyecek” değildir. Fakat bir taraftan da filmdeki hemen her karakter garip bir uyku hâlinde gibidir. Saffet’i, Muzaffer’i sık sık esnerken görürüz. Üzerlerine bir yorgunluk sinmiştir, âdeta var olmaktan yorgun düşmüşlerdir.

    Uzak’ta (2002) İstanbul’daki akrabasının yanına gelen Yusuf’u (Mehmet Emin Toprak), Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’ndaki Saffet’in hikâyesinin devamı olarak düşünebiliriz. Yusuf, gemilerde iş bulup dünyayı gezme hayali kurmaktadır. “Hep siz mi gezeceksiniz?” der Mahmut’a (Muzaffer Özdemir). Mahmut seneler önce İstanbul’a yerleşmiştir, Andrey Tarkovski gibi filmler çekmeyi hayal ettiği hâlde şimdilerde bir şirket için seramik fotoğrafları çekmektedir. Mahmut, Yusuf’a gemilerde iş bulmanın o kadar da kolay olmayacağını söyler ve ekler: “Gez bakalım, aslında her yer aynı da…” Bu her yerin ve her şeyin birbirine benzerliğine vurgu, Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmindeki doktor Cemal’in (Muhammet Uzuner) ifadelerinde de yer alır. Komiser Naci’nin (Yılmaz Erdoğan), “Senin yerinde olsam çeker giderim bu kasabadan.” sözlerine Doktor Cemal’in cevabı diğer filmlerdekine benzer bir çıkışsızlığı hatırlatır: “Nereye?”

    Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri hep arada kalmışlık hâlleri ile ilgilidir. Taşra ile merkez, hayali kurulan ile mecbur kalınan hayat, sözcüklerin sığlığı ile düşüncelerin derinliği arasındaki uçurum izlediğimiz karakterlerin en büyük çelişkisidir. Yönetmenin sinematografisinde bu arada olma durumunu en çok hissettiren sahnelerde kamera hareketi yavaşlar, karaktere doğru yaklaşır, neredeyse her şey durmuş gibidir; bazı filmlerinde arka planda esen sarı otlar vardır ya da açılan bir cam ile uçuşan perdeler, bir vantilatörün ağır çekim hareketi… Bütün nesnelerin, imgelerin hatta karakterlerin geri çekildiği bu açıklık/boşluktaki duygu salınımında kimi zaman karakter geçmişin muhasebesine girişir, vicdanı ile baş başa kalır kimi zaman da içindeki kötücül yanları açığa çıkar, insanın iyi ya da kötü en içsel hâlleri âdeta bu hiçlik duygusu ile burun buruna gelinen anlardan neşet eder. Bu hiçlik ile karşılaşma bir nevi kendi ontolojisine dönük yakınlaşma, oradaki duygu durumunu kazıma biçimidir.

    Varlığın Hududu: Hiçlik

    Hiçlik ile kurulan ilişki aynı zamanda varlık ile ilgili sorgulamalara da kapı aralanması demektir. Bu sebeple Martin Heidegger, felsefesinde hiçliği kendisine konu eder: “Hiçlik mefhumu olmasa varlıktan bahsedemezdik, çünkü varlığın hududu hiçliktir.” Nasıl ki yanlış olmazsa doğru, kötü olmazsa iyiden söz edemezdik, benzer bir düğüm varlık ile hiçlik arasında da mevcuttur. “Hiçlik nedir?” sorusu üzerinde uzun uzun durur Heidegger, bu kendi kendini kemiren, cevaplanması zor bir sorudur. Peki, hiçliği nasıl bulmalıyız ve ona nerede rastlayabiliriz? Heidegger felsefesinde burada his, duygu hâlleri devreye girer. His, varlığın bütünlüğü içinde kendimizi bulmaklığımızı mümkün kılan içsel bir mizaç ahengidir. Bu içsel mizaç ahengini Heidegger neşe ve iç sıkıntısında görür. Ruh hâlleri, varlığı açan modlar (Erschlossenheit) olarak anlaşılmalıdır. Kaygı ise kendimizi ona göre ayarladığımız en temel ruh hâlidir.

    Varlık ve Zaman eserinde kaygı üzerinde duran Heidegger, iki sene sonra yayınlanacak olan Metafiziğin Temel Kavramları’nda ise ana izlek olarak sıkıntı ve dünya kavramlarını tartışır. Burada konu ettiği derin sıkıntı mefhumu, Varlık ve Zaman’da öne çıkan kaygı fenomeninin yerini almıştır. Derin iç sıkıntısı, sessiz bir sis gibi varlığın uçurumlarını kaplayarak bütün şeyleri, insanları ve kendimizi genel bir farksızlık içinde, garip bir surette eritir. Bu iç sıkıntısı, varolanı bütünlüğü içinde bize gösterir, böyle bir imkânı içinde taşır.

    Nuri Bilge Ceylan’ın gündelik hayatta belirli bir meşgaleye, hayale, fikre tutunmaya çalışan fakat bunu yaparken dahi üzerlerine üşengeçlik, uyku hâli sinmiş karakterlerinin en belirgin özelliği can sıkıntısıdır. Yönetmenin taşra üçlemesi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak’ta can sıkıntısını en bariz şekilde izleyiciye hissettiren karakter Saffet’tir (Uzak’ta aynı oyuncu Yusuf rolündedir). Kasabada dolaşır, kendini otların üzerine bırakır, lunaparkta oyuncaklara biner fakat bir türlü üzerine yapışmış olan bu ruh hâlinden kurtulamaz. Yönetmen burada can sıkıntısını mekânın, taşranın boğucu ve içinden çıkılmaz atmosferi ile ilişkilendirir. Fakat Mayıs Sıkıntısı’nın Muzaffer’i, Uzak’ın Mahmut’u taşra ile bağlarını hem fiziksel hem de psikolojik açıdan nispeten koparmış olmalarına rağmen hâlâ bu can sıkıntısından kurtulabilmiş değillerdir. Kış Uykusu’ndaki (2014) Nihal (Melisa Sözen), Necla (Demet Akbağ) ve Aydın (Haluk Bilginer), Ahlat Ağacı’ndaki (2018) Sinan (Doğu Demirkol) için de bu geçerlidir. Bu duygu durumundan kurtulmak mümkün değildir zira Ceylan’ın filmlerinde sık sık kulağımıza fısıldadığı üzere, nereye gidilirse gidilsin her yer aynıdır.

    Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminin ardından verdiği bir söyleşide dile getirdikleri, onun sineması ve filmlerinde önemli bir alan açtığı can sıkıntısına dair yaklaşımını özetleyebilir: “Tutkusuz, renksiz ve tekdüze görünen hayatın sinemaya uyarlanması düşüncesi beni her zaman daha fazla heyecanlandırmıştır. Birbirine benzeyen günlerin belirli hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği, insanda bazen yoğun bir anlamsızlık duygusu yaratan ve sanki belli bir yaştan sonra varlığını daha da hissettiren bir ruh hâlinin bir filmime konu olabilmesi fikrini belli belirsiz bir şekilde uzun süredir içimde taşıyordum.”

    Ev Özlemi ya da Can Sıkıntısı

    Heidegger, felsefe tarihini hakikatin üstünü örtmesi ve gerçeklik algımızda yarattığı tahribat sebebiyle eleştirir. Hakikat ile yeniden doğru bir ilişki kurabilmek, bu algı kaybını onarabilmek için felsefe de tıpkı sanat gibi bir imkân barındırır. Evsizlik fikri Heidegger’in felsefesinde önemli bir yer işgal eder, bu duyguyu modernite beslemektedir. Modernite Heidegger için evsizliktir, yirminci yüzyılda yaşayan biri olarak kendini evsiz hissetmektedir. Heidegger’in modernite ve ev özlemi üzerine tartışmaları can sıkıntısı bağlamında da ele alınabilir ki Almanca etimolojisine baktığımızda da, ilginç bir şekilde, can sıkıntısı (Weh) ile ev özlemi/nostalji (Heimweh) kelimelerinin aynı kelimeden geldiğini görebiliyoruz.

    Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki karakterlerin can sıkıntısı da her zaman evsizlik duygusu ile kol kola ilerler. Uzun uzun uzaklara bakıp dalmaları, hem çizginin öte tarafına geçme, uzaklaşma arzusunu hem de eve dönme arzusunu içinde barındırır. Bir taraftan eve dönme özlemi çekerler fakat bir taraftan da evsizdirler, evden uzaklaşmak isterler. Kasaba’da artık taşraya sığamayan Saffet, Mayıs Sıkıntısı’nda böyle bir ihtimali içinde büyütecek, Uzak’ta ise kısmen yaklaştığı bu hayalinin aslında ne kadar anlamsız olduğunu fark edecektir. Mayıs Sıkıntısı’nın Muzaffer’i, Uzak’ın Mahmut’u için de benzer bir durum söz konusudur. O, seneler önce taşradan/evinden ayrılmış, şehre yerleşmiş ve bir şekilde buradaki hayata tutunmuştur. Fakat bir taraftan da hayal ettiği dünya ile yaşadıkları arasında ciddi bir uçurum vardır. Hâlâ aynı anlamsızlık duygusu ile cedelleşmektedir.

    Ceylan’ın karakterleri hayalleri, hayatın vaatleri ile bir türlü buluşamaz ve bu kapanmayan mesafe sürekli anlamsızlık duygusunu üretir. Hemen her filminde beklenen, geçip giden ya da en azından sesi duyulan bir tren vardır. Ceylan’ın sinemasındaki bu vazgeçilmez imge sürekli bekleyişin, bir türlü nesne ile buluşamama, vaade ulaşamamanın görsel bir temsiline dönüşür. Zaman bu bekleyiş sürecinde sürekli taşınan bir yük gibi gittikçe ağırlaşır. Kış Uykusu’nda Aydın, eşi ile ilişkisi tıkanma noktasına varınca bir süreliğine İstanbul’a gideceğini söyler. Otelden ayrılır, bir tren istasyonunda bir müddet bekler, tren gecikmiştir. Aydın evden uzaklaşma konusunda çok kararlı bir şekilde otelden ayrılmasına rağmen bu bekleyişin ardından İstanbul’a gitmekten vazgeçer. Üç Maymun (2008) filminde de yönetmen özellikle tren yolunun kenarındaki bir evi tercih etmiştir. Filmlerindeki bu tren, bir vaadi içinde barındırır, uzaklaşıp gidebilme ihtimalini sunar. Sadece içinde bulundukları mekân ve zamandan değil, mecbur kaldıkları duygu durumlarından da uzaklaşabilme ihtimalidir bu. Fakat beklenen tren hiçbir zaman gelmez.

     

    *Felsefe doktor adayı.