DERVİŞ KİSVESİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil*

    İnsan doğası gereği örtünmeye ihtiyaç duyar. Yeme, içme, barınma gibi örtünmek için birtakım malzemeden mamul elbiseleri giyerek bu ihtiyacını giderir. İnsanların giydiği kılık, kıyafet ve elbiseye kisve de denir. Elbise şekil ve malzemesi zaman içerisinde değişebildiği gibi coğrafya ve kültürün de bu şekillenmede etkisi olur. Hatta bir toplum içerisinde bile farklı kıyafet türlerinin kullanılması söz konusudur. Toplumun belirli zümrelerine ait gruplar kendi mensubiyetine göre değişken giyim araçlarını kullanır. Bunların bir kısmı da standartları belirlenmiş kıyafetlerdir ki bu tür giysilere kısaca üniforma da denir. Bir grup veya mesleğe ait bu tür özel giysilere eski tabirde üniforma yerine “kisve” lafzı kullanılır. Bu kıyafetler giyildiği andan itibaren birtakım sorumlulukları beraberinde getirir. Tabii olarak da askerî üniforma yani asker kisvesini üzerinde taşıyan kimseden asker gibi davranması, pehlivan kisvesini taşıyan şahıstan güçlü, kuvvetli sportmen bir davranış şekli, hacı kisvesi giyinmiş olandan da ağırbaşlılık, hukuka riayet gibi hareketler beklenir. Yani kişinin davranışlarıyla dış görünüşü birbiriyle uyumlu olmalıdır. Azerbaycanlı şair Şehrîyâr şöyle demiştir: “Börkü başa koyan gerek, börküne de bir yaraşa”. Üzerinde taşıdığı kisveye uygun davranmayan kimseler hiçbir zaman toplum nazarında hoş karşılanmamışlardır. Şehrîyâr’a ait mısrada belirtildiği gibi kişi üzerinde taşıdığı kıyafete yakışmalı, yani taşıdığı kıyafete uygun davranışlar sergilemelidir. Davranışlarıyla dış görünüşleri arasında çelişki sergileyen kimseler toplum nazarında bir kisve altında zıt eylemler sergileyen kişiler olarak görülürler. Bu türlü kişilere ağır bir ifade olsa da toplum nazarında sahtekâr olarak bakılır ve öyle değerlendirilirler.

    Belirli bir zümre, meslek veya meşrebe ait kıyafetler genel anlamı, form ve görünüşleriyle toplumda içerisinde birtakım mesajlar verirler. Bu mesajlar kıyafet veya kisveyi üzerinde taşıyan kimsenin meslek ve meşrebini belirttiği gibi, mensup olduğu meslek ve meşrep içerisinde elbiseyi taşıyan kişinin statüsü de üzerinde taşıdığı elbiseden kolayca anlaşılır. Nitekim bizler askerî bir kıyafet içerisindeki kişinin er veya onbaşı mı olduğunu ve hatta diğer rütbeleri kıyafetlerinden kolayca anlayabiliriz. Bu durum derviş ve şeyhler için de geçerlidir. Üzerlerinde taşıdıkları kıyafetler onların meşrep, tarikat ve tarikat içerisindeki konumlarını gösterir. Bu durum bir ölçüde Osmanlı medeniyetinde önemli bir konumu ve tesiri olan şecaat ve intizam kültürünün tarikat hayatına yansıması olarak değerlendirilebilir.

    Üniforma özelliği taşıyan her türlü kıyafet onu üzerinde taşıyan kişinin formel bir eğitim sürecinden geçtiğini gösterir. Üniformal bir kıyafeti üzerinde taşıyabilmek için gerekli eğitim ve donanımı başarıyla tamamlayamayan veya bu sürece hiç başlamadan bu tür kıyafetleri üzerlerinde taşıyanlar aldatan kişiler veya meczuplar olarak görülür. Nitekim resmî kurumlara ait kıyafetleri gerekli mevzuata uymadan taşıyan kişiler, eğer cezai ehliyetleri varsa, cezalandırılırlar. Eğer zihinsel problemleri varsa onlara tebessümle mukabele edilir. Zira kıyafet bir işe liyakatin bir göstergesidir. Gerekli süreci tamamlamamış kimselerin sadece üzerlerinde bir alamet ve bir işaret olan kıyafeti taşıyarak o işi yapmaya kalkmaları vahametle neticelenir ve bu tür kişiler çevrelerine de zarar verirler. Bu durum tasavvuf hayatı için de böyledir. Tasavvuf yoluna girişten itibaren hiyerarşik yapının en üstünde bulunan mürşide kadar yola intisap edenler bir süreçten geçer ve dervişler her durumda bulunduğu seviyeye uygun bazı kıyafetleri giyer.

    Tarikat kıyafetleri şekil ve kullanım durumlarına göre birtakım isimlerle anılır. Başa giyilenlere arakiye, tâc-ı şerîf gibi adlar verilirken üste giyilenlere tennure, haydâriye, hüseyniye, hırka; bele bağlananlara şed ve kemer; ayağa giyilene kamarçin ve paşmak gibi isimler verilir. Dervişlerin kullandığı kıyafetler elbette bunlarla sınırlı değildir ama kisve içerisinde sayılabilecek temel kıyafetler bunlardan ibarettir denilebilir. Bu kıyafetler tasavvuf yolcusu demek olan salike konumuna göre giydirilir ve salik o andan itibaren gördüğü terbiye ve sürecin bir alameti olarak bunları üzerinde taşımaya başlar.

    Tarikat mensupları tarafından kullanılan söz konusu bu kıyafetler birtakım anlamları ifade eder. Bu kıyafetler aynı zamanda bir hiyerarşinin de sembolleridir. Dervişin giydiği kıyafetle mürşidin giydiği kıyafet birbirinin aynısı değildir. Müşterek kullanılan kıyafetler de olabilir ancak özellikle mürşidin kullandığı bazı kıyafetler vardır ki, bunları şeyhlik makamına ulaşmayanlar kullanamazlar. Mesela tarikata yeni bağlanmış dervişler arakıye diye isimlendirilen keçe başlık giyerken şeyhler mensup oldukları tarikatın tâcını takarlar. Bununla birlikte kemer gibi bazı unsurlar derviş ve şeyhler tarafından müştereken kullanılır, fakat şekil özellikleri bakımından birbirinden ayrılırlar. Tarikat mensuplarının bu türlü kıyafet unsurlarından onların tarikat yapısı içerisindeki konumları anlaşılabilir. Kıyafetler tarikattan tarikata da değişkenlik gösterebilir. Arakıye, haydariye ve tennure gibi kimi giysiler bütün tarikatlarda müştereken kullanılır. Ancak Mevlevilerin sema ayini sırasında giydikleri tennureler sadece sema ve bazı merasimlerde kullanılan özel bir kıyafettir. Söz konusu bu tür özel durumların dışında Mevleviler de normal tennure giyerler. Mürşitlerin müştereken kullandıkları birtakım kıyafetler de vardır. Mesela kemer ve hırka gibi kıyafet unsurları bütün şeyhlik makamında olanlar için müştereken kullanılırken tâc-ı şerîf diye isimlendirilen üzerine sarık sarılmış başlıklar tarikattan tarikata değişkenlik gösterir. Tâc-ı şerîf kendi başına bir sembol olduğu gibi her tarikatın kendi tâcı da şekil özelliklerine göre ayrı anlamlar taşır. Hazreti Peygamberin sünnetine bağlılığın göstergesi olarak her Müslüman başına giydiği herhangi bir başlığın üzerine sarık sararak elbette kullanır ve giyer. Bunun dinen ve örfen herhangi bir sakıncası yoktur. Nitekim tarikatlardaki tâc ve hırkanın kaynağı da Hazreti Peygamberin sünnetidir. Ancak tarikat başlıklarını ve diğer kıyafet unsurlarını o yola bağlı olmayanlar kullanamazlar. En azından tarihte bu husus böyle uygulanmıştır.

    Tarikat kıyafetleri üzerlerinde görünüşlerinden öte bir anlam taşıdıkları için o yola mensup olmayanlar tarafından kullanılmamalıdır. Özellikle tâc ve hırka bir manada manevi terbiye anlamına gelen seyr-i sülûkta gelinen konumu sembolize ettiği için o konumda bulunmayanlar tarafından kullanılması oldukça sakıncalıdır. İçteki arınmanın dıştaki sembolik görüntüsü olan kıyafetin deruni tarafını tamamlamamış bir kimsenin bu tür kıyafetleri üzerinde taşımasının görüntüden öte bir anlamı da yoktur.

    Bir derviş iradesini ortaya koyarak mürit olur ve bilip, isteyerek yola girdiğinin bir alameti ve dış görüntüsünden ibaret olan derviş kisvesine bürünür. Bu kisveye büründüğü andan itibaren de davranış olarak ona uygun hareket etmeye başlar. Bu süreci başarıyla yürütebilirse sonuçta takva elbisesi olarak nitelendirilen tâc ve hırkayla dışını tezyin eder, yani süsler. Anlaşılacağı üzere bu kıyafet elbiseyi üzerinde taşıyanın iç olgunluğuna sadece bir semboldür. Teslimiyet,  düşünce, inanç ve davranış olarak gerekli olgunluğa erişmemiş bir kişinin üzerinde herhangi bir sembolü taşımasının tasavvuf telakkisi içinde bir anlamı yoktur. Yûnus Emre’ye ait olduğu söylenen “Dervişlik baştadır, tâcda değildir.” sözü de tam anlamıyla bu konuyu anlatmaktadır.

    Görüldüğü üzere kıyafet yani kisvenin seyr-i sülûkla doğrudan bir ilişkisi vardır. Burada bu tabiri ele alacak olursak seyr-i sülûkun anlam olarak zorunluluk ve tercihle ilişkili bir durum olduğunu ifade etmemiz gerekir. Şöyle ki; “seyr” bireyin tercihi dışında, ilahi takdir ile onun varlık âleminde ortaya çıkışıyla başlayan ve yine aynı güç tarafından tayin edilen yönde akıp giden süreç olarak tanımlanabilir. “Sülûk” ise bu sürecin içerisinde bireyin tercihini ortaya koyarak bir yöntem seçmesidir. İşte bu yöntemin adı tarikat, yani yoldur. Gidilecek hedefe hangi yönden ve hangi yöntemle gitmeye karar vererek sufi daha başlangıçta tercihini yapmış olur. Her yolun kendine mahsus kuralları olduğuna göre bu yol ve yöntemi kabul eden birey yolun usul, esas ve kurallarına bağlı kalmakla yükümlü olur. Bu usul ve kurallar da nerede ne yapması gerektiği, hangi esmayı ne kadar ve ne zaman çekeceği, hangi kisveyi nerede ve ne zaman giyeceği vs. şeklinde sıralanabilir. Bu yükümlülükleri yerine getirmeyen kimse doğal olarak yolun dışında kalır. Kurumsal yapının koyduğu kurallar çerçevesinde yol ile ilgili bütün hususlarda prensiplere bağlı kalmakla yükümlü olan salik, kisve konusunda da usulün icabını yerine getirmek durumundadır. Bununla beraber tarikatta usul ve kaideye uymayanlar için herhangi bir cezai yaptırım yoktur. Prensiplere uymayan birey kendiliğinden sistem dışında kalarak seyr-i sülûkun ikinci kısmı olan sülûkun dışında kalır ve yoldan ayrılmış olur.

    Tarikatlarda kisvenin ne şekilde giyileceğinin birtakım kurallara bağlandığını söylemiştik. Bu noktada en önemli husus yola ait kıyafetin mürşit tarafından giydirilmesidir. Başlangıçtan itibaren her bir kisve mürşit tarafından salike giydirilir. Giydiği her elbise derviş için konum belirleyici olduğundan ötürü sâlik kendi kendine konum belirleyemez. Onun konumunu sadece mürşidi tespit edebilir ve tespit ettiği andan itibaren de kisvesini üzerine giydirir. Dervişin veya şeyhin kendi kendine durum tespiti yapması bir iddia olur. İddia ise tasavvufun ve tarikatın temel anlayışıyla örtüşmez. Dervişlik bir tevazu mesleğidir. Ancak bu tespit mürşit tarafından yapıldığında da dervişin görevi sadece teslim olmak, itiraz etmemektir. Zaten bir kavram olarak mürşit irşada erdiren yani olgunlaştırandır. Gerekli süreci ona teslimiyetle kat eden dervişe kisveyi girdirmek de onun görevidir. Yola giren kişinin sülûkun neticesinde tâc ve hırka giymesi kisvenin nihai noktası gibi görünse de asıl olan deruni olarak takva ve vera ile bezenmektir. Hiç kimse kendi kendine böyle bir iddiada bulunamaz ancak derviş öyle olduğundan veya onun öyle olması temennisiyle tâc ve hırka salike giydirilir. Açıkçası sâlik bu kisve giydirildikten sonra bile iddia da bulunamaz, onun için dervişe düşen doğruya doğru noktadan bakmasını başarabilmektir. Unutulmamalıdır ki tarikatta dervişe verilen kisve dâhil her şey emanettir. Önemli olan da emaneti muhafaza edebilmektir.

    Tarikatta derviş mürşit ilişkisi devamlılık gerektirir ve süreklilik esastır. Bu nedenle bütün tarikatlar kendilerini hazreti Peygamber’e bağlayan silsileye önem verirler. Bir dervişin bağlı bulunduğu tekkenin postunda oturan mürşit dervişin bu silsileyle olan irtibatını bağlayan kişidir. Sülûka başlayan bir mürit postnişinin kendisine verdiği buyrukları tutmakla, verilen duaları yani evradı olmakla, adaba riayet etmekle, kısacası söz dinlemekle yükümlüdür. Dervişin şeyh olsa bile müntesibi olduğu tekkeyle ilişkisi hiçbir zaman sona ermez. Sülûku devam eden dervişin mürşidinin göçmesi durumunda derviş onun yerine geçen ve postnişin olan mürşide bağlılığını yineleyerek yoluna devam eder. Kendisine tâc ve hırka giydirildikten sonra da, sürekliliğin bir gereği olarak, bu bağlılık devam eder. Tâc ve hırka giyen dervişe halife denir. Bu şekilde kisve giymiş bir halifenin üzerinde tâcı ve hırkasının olması onun tarikatla ilgili her pratiği yapabileceği veya yönetebileceği, özellikle meydan açabileceği, anlamına gelmez. Yola ait her uygulama ve teslim edilen her emanet halifeye verilen izin ve destura bağlıdır. Böylece süreklilik sağlanmış olur. Aksi takdirde sadece kisveye dayanarak, kendisine izin verilmeyen bir pratiği uygulamaya kalkan kişinin yol ile olan ilişkisi zarar görür. Kisve tarikata aittir, ancak tarikat kisveden ibaret değildir.

    Ne yazık ki şeyhlik kurumunu zaman zaman suistimal etmeye kalkışanlar olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu suistimalleri önlemek amacıyla Meclis-i Meşâyih kurulmuş ve kurumun yıpranmaması için bir denetim mekanizması oluşturulmuştur. Böylelikle kendilerine irşat salahiyeti verilen şeyh efendilerin sağlıklı bir şekilde görevlerini icra etmeleri, yetkileri olmadığı hâlde, temin ettikleri tâc ve hırkaya dayanarak mürşitlik yapmaya kalkan mukallitlerin de engellenmesi sağlanmıştır. Aynı amaca yönelik benzeri bir kurum da Eski Yugoslavya’da İslam Tarikatları Birliği (BİRDA) adıyla vücuda getirilmiş, bu kurum Eski Yugoslavya’nın dağılmasına kadar varlığını sürdürmüştür.

    Her kisve belirli ritüellerle dervişe bizzat mürşidi tarafından giydirilir ve bundan böyle derviş, kendisine giydirilen emaneti üzerinde taşımaya başlar. Tâc-ı şerîf ve hırka ise diğer emanetlerden farklı olarak özel bir merasimle yine mürşit tarafından halife namzedine aleni olarak giydirilir. Bu merasimin tertip edileceği günün öncesinde etraf tekkelerin şeyhleri de kendilerine birer pusula gönderilerek davet edilir. Hilafet merasimi namzedin mensup olduğu tekke ayin gününde ayinin bir parçası olarak icra edilebileceği gibi farklı bir gün ve vakitte sadece hilafet için tertip edilecek bir törenle de gerçekleştirilebilir. Merasim esnasında mürşidin sarf edeceği ifadelerden halifenin irşada memur olup olmadığı açıkça anlaşılır. Törenle yine mürşidi tarafından namzede tâc ve hırka giydirilir, mensup olduğu tarikata ait silsileyi de içeren bir icazetnâme eline verilir. Böylece salik, şeyhlik makamına erişmiş olur. Bunun dışında halife oluşmuş kişilere farklı tarikat şeyhleri tarafından o tarikata ait olan teberrük tâcı da giydirebilir. Ancak halifenin bir iltifat anlamı taşıyan bu türlü tâc-ı şerîfleri giymiş olması o tarikata ait ayin ve irşada memur anlamına gelmez. Bu sadece bir ikramdan ibarettir. Asıl olan sufinin İslam’ın genel kurallarıyla birlikte kendi yolunun usul ve esaslarına bağlı kalması ve bu bağlılığı hayatının sonuna kadar sürdürmesidir.

     

     

    *Araştırmacı Yazar.