DARYUŞ ŞAYEGAN İLE ÖLÜM ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sayın Şayegan zihninizde ölüm ile ilgili nasıl bir tasvir var? Ölümü düşünmek ne ölçüde korku, ıstırap ve kalp çarpıntısına sebep oluyor?*

     Büyük şair Rilke ölümü şöyle anlatıyor: “Hamile bir kadının karnında yorgun ve şefkatli çehresinin arkasında iki meyve oluşum hâlindedir. Biri ölüm diğeri yaşam.”

    Ölüm yaşamın bir parçası ve ölüm ile yaşam bir diğerinin çiftidir, hayat sahasına adım attığımız anda ölüm başlar. Aslında hayatta olduğumuz her gün ölümden bir gün çaldığımız anlamına geliyor. Gençken asla ölümü düşünmezsin, ebediyete kadar yaşayacağını sanırsın ama yaşın ilerledikçe ölümü anlarsın. Ben çok yakında seksen yaşıma gireceğim, ömrümü fayda ile geçirdim. Bildiğiniz gibi yetmiş yaşından itibaren ölüme doğru gidersin. İşte bu yüzden ölüm benim için kurtuluştur. Defterimiz kapanır biter.

     

    Ölümü bu kadar rahat bir şekilde kabullenebiliyorsak peki niçin bazı insanlar için ölümsüzlük bu kadar önemli ve niçin ona dair efsaneler uydururlar? Ölümsüzlüğün önemi nedir?

    Ölüm modern insan için hâlâ bir meseledir. Zira ölümle birlikte başına gelecek şey hakkında bilgi sahibi değil. Ancak bütün bu endişeleri bir kenara itip Hayyamvâr yaşayıp ve yaşadığımız anı ganimet bilebiliriz. Ben bu bakış açısına inanıyorum ve bir Hayyamî olduğumu söyleyebilirim. Hayyam’ın ve Stoacıların bakış açısına sahip olursak ölümle rahat bir şekilde anlaşabiliriz. Ehli irfan olup fenafillah ve bekabillah makamına ulaştıklarında ebedî olduklarına inanırlar. Ancak ben ne arifim ne de Mevlânâ’nın makamına erişmişim. Ya da Hindular gibi ölerek “özgür diri” merhalesine ulaşabildim. Şark hikmetinde ve bir nebze de Batı’da riyazet ile ölümsüzlüğe ulaşmak için bazı yollar vardır. Gerçek yoga özgür diridir, yani ölmüş ama diridir. Cavidan olmak işte budur. Bu sebeple İslam İrfanında ölüm küçük kıyamettir yani henüz kıyamet kopmadan kıyameti tecrübe ediyorsunuz. Bu tecrübe sonrası ölüsünüz ama bir taraftan da hayattasınız. Bu şark coğrafyasının büyük irfanıdır. Ancak benimle kendi mitolojik dünyasında yaşayan bir Hindu arasında fark var. Bir milyar Hindu yaşamını gerçeklikle değil efsanelerde sürdürüyor. Bir Hindu için acı çekmek mukaddestir. Ne kadar fazla acı çekersen; fakirlik ne kadar belini bükerse Karma eriyip yok olur ve sonraki hayatında daha iyi bir hayatla karşılaşırsın. Hindistan’da Tac Mahal adlı meşhur otelden dışarı çıktığınızda etrafın dilencilerle dolu olduğunu görürsün ama sana karşı hiçbir şekilde bir öfke ve düşmanlık hissetmemeleri çok ilginçtir. Kandırılmış olduklarını hissetmeleri lazım. Ama içinde bulundukları durumlarına, fakirliklerine razılar. Bu onların ölüm ve yaşam hakkındaki inançlarından kaynaklanmaktadır.

     

    Siz bir zamanlar insanlığın bugünkü sorunlarının ruh kıtasına dönülmesi hâlinde çözüleceğine inanıyordunuz. Siz bir zamanlar kendinize mahsus tecrübeler yaşamıştınız, öyle görnüyor ki bütün o tecrübeleri aştınız mı?   

    Evet ben hayatım boyunca farklı tecrübelere sahip oldum. Asla aldatılmış hissine sahip değilim, her şeyi yaptım. Yoğa ile uğraştım, cincilerin peşinden gittim, Allamelerle haşır neşir oldum. Şu neticeye ulaştım ki riyazetlerin çoğunda hakikatler gizlenmiştir. Ancak gerçek tasavvuf ile şarlatanlık arasındaki fark bir saç teli kadardır. Tasavvuf ve irfan kültürü içinden bir Rasputin’in çıkması oldukça kolaydır. Bu riyazetler içinde hakikatin olmadığını söylemiyorum. Belki yogiler kırk gün boyunca kendi parasempatik sistemini kontrol edebilir. Parasempatik insanın vücudundaki kontrol edemediği sistemdir. Onlar kalplerinin atışlarını o derece düşürürler ki ölü kabul edilirler. İnsan içindeki kuvvet ile pek çok işi yapabilir ancak bunu yapabilmek belli tipte yaşamayı gerektirmektedir ki hiç bir zaman öyle bir yaşama sahip olmayı istemedim. İlerledikçe yolun geride kalan kısmı uzar önünüzdeki kısmı kısalır. Sonunda karşınızda sadece ufuktan ibaret bir yere ulaşırsınız. Yol sona ermiştir ve arkanızda uzayıp giden bir yol vardır. Ben de artık karşımda yolun olmadığı bir yere ulaştım. Arkamda ise uzun bir yol var ama önümde yol yok artık.

     

    Zaman makinesinin geçmişe dönüp insanı gençliğine götürme temayülü insanlarda tabii bir arzu değil mi? Bu şekilde yeniden mesleğini, hayat programını ve gitmek istediği yolu ve ölümü daha bilinçli tercih etmez mi?

    Ne olmak istediğini bilmediğin bir dönem olan gençlik yıllarına dönmek mi? asla! Genç olmak kesinlikle istemiyorum. Bu yaşımda benim için ufuklar açıktır. Ama gençlikte önünde hiçbir ufuk yok. Bilmediğin bir girdapta yaşıyorsun. Nereye ulaşacağını bilmiyorsun. Bizim yaşımıza ulaştığınızda sanki senaryoyu bir kez gözden geçirmiş gibisiniz. Sonunun nasıl olacağını biliyorsunuz. Sahnelerin yeniden tekrarlanması tahammül isteyen bir iş. Gençliğim yeniden gelsin, yeniden üniversite okuyayım, geleceğim ne olacak gibi korkular ve ıstırapların tekrarlanması benim için korkunç bir durum. 55-60 yaşlarında bütün o korku ve ıstırapların sona erer, tekrar o döneme niçin döneyim ki?

     

    Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nde ölüm hakkında ortaya koyduğu üslup belki ölüm tasvirleri içinde en benzersiz olanıdır.

    Benzersiz. Tolstoy İvan İlyiç’in Ölümü’nde ölümle yaşam arasındaki problemi ölçer. Benim için bu sebeple ilgi çekicidir. Aynen Rilke gibi. Zira o da yaşamı ölümle ölçüyor. İvan “Ben hayatta hiçbir şey yapmadım, asla cesaret göstermedim.” diyor. Daima şüphe duyuyor.

    Gençlik yıllarımda okuduğum iki kitap benim ölüme bakışımı çok etkilemiştir. Biri Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümüdür. Bu kitapta İvan ölmek üzeredir, ölmek üzereyken hayatta ne yaptığını sorgulamaktadır. Vermek istediği mesaj belki de ölümle yaşam arasındaki uyumsuzluk ölüm sırasında pişmanlık hissi duymamıza sebep olmaktadır. Rilke’nin ölümle karşı karşıya kalma üslubunu kahramanca olarak tanımlayabiliriz. Sürekli problemler, sorunlar ve ıstıraplarla karşılaşan insanın ayıklığı cünun haddine ulaşabilir ve asalet ve sadakatini hastalık derecesine ulaştırabilir. Benim üzerimde etki bırakan diğer kitap Rilke’nin Paris’teyken Baudelaire’den etkilenerek yazdığı şiirlerden oluşan kitabıdır. Rilke şöyle der “Tanrım! Herkese kendi asil ölümünü ver, hayatıyla uyumlu bir ölüm.” Yani herkesin ölümü yaşamının güzelliği gibi olsun. Bu istenebilecek en güzel arzudur.

     

    İvan İlyiç’in ölümünde tasvir edilen ölüm insanın ölümle karşılaşmasının gerçek tasviri olduğunu kabul edersek siz bu durumda istisnasınız, ölümden razısınız. Oysa İvan çoğu insan gibi kabullenemiyor.

    Evet, ama ben hayatıma bir göz attığım zaman kendimi böyle bir şüphe ile karşı karşıya bırakmıyorum. İvan hiçbir zaman öleceğini düşünmüyordu. Ansızın fark eder. Ben ise uyandığım her gün niçin hayatta olduğumu düşünürüm, yeniden uyanmamın bir mucize olduğu gelir aklıma. Nasıl İran’da her gün uyandığında musluktan suyun akması, elektrik ve gazın kesilmemiş olması mucizeyse! İvan İlyiç’in Ölümü de yaşam ile ölümün uyum içinde olması durumunda ölümün kolay olacağını gösteriyor. Sanırım benim hayatım dopdolu ve kolay geçti. Benim artık dünyadan bir talebim yok. Ne istediysem aldım. Birçok kişinin hayattan ve dünyadan alacaklı olduklarını biliyorum. Dünyaya karşı kin besliyorlar ve küskünler. Bu hastalık aydınlar arasında çok fazladır. Çok şükür ben ona müptela olmadım.

     

    Ölüm sizin için ne zaman bir mesele oldu?

    45-50 yaşlarında modern edebiyat konusunda okumalar yaparken ölümü düşündüm ve kabullendim. Modern edebiyatta her zaman ölüm konusu ile karşılaşırsınız. Tasavvuf edebiyatında ölümün güzergâhı önceden çizilmiştir.  Size nereden geldiğiniz ve nereye gideceğinizin adresi verilmiştir. Her şeyin bir mesele hâline geldiği çağdaş dünyada doğal olarak ölüm de bir mesele hâline gelir. Öyleyse ölüme karşı zafer kazanmak ve onu kabullenmek size bırakılmıştır. Ölüm sizin hayatınızın bir parçası hâline gelir. Ben şu an buradayım ve yarın sabah olmayabilirim. Bunu kabul etmek zorundayım. Benim arzu etmediğim tek şey alzaymır gibi uzun süre devam eden hastalıklardır. Yakınlarımız için bir vasiyet yazıp böyle bir durumun ortaya çıkması hâlinde sorunu çözmeleri istenmelidir.

    Çok sevdiğim Romanya asıllı Fransız yazar Emil Cioran der ki, zihnî açıdan yaşamına son verebileceğin zaman ölmenin vakti gelmiştir senin için.

     

    Yani ölümün de yaşam gibi görkemli olmasını mı istersiniz?

    Tabii ki, hasta yatağına düşüp acı çekmenin bir manası yok. Yıllar önce Sohrap Sepehri’yi İngiltere’de hastanede görmüştüm. Çök kötü durumdaydı ve kısa sürede öleceği belliydi. Ama kendisi asla öleceğini düşünmüyordu. Ölümü geri ittiriyordu sanki. Hastalığı çok ciddiydi ama ölümü kabullenmiyordu.

     

    Şimdi izin verin daha müşahhas bir durumu düşünelim. Size üç ay vaktiniz kaldı, üç ay sonra belirlenmiş olan tarih ve saatte sona erecek dense siz bu üç ay içinde ve son günlerinizde hangi işleri yapmayı tercih ederdiniz?

    Yaşam tarzımda ve programımda hiçbir değişiklik olmazdı. Sükunetimde farklılık olmazdı. Her gün sabah uyanırım, günlük plan ve programıma devam ederim, zira şimdi de hayatıın bir gün sora ereceğini biliyorum. Ne zaman olacağı fark etmiyor. Biz uyanık olmalıyız! Egomuz içimizdeki bu ejderha bizden daima gıda ister ama bir gün başına vurup sükunete erdirmeliyiz. İnsanın içindeki benlik kolay kolay huzura ermez. Ancak sükunete erdirip teslim alırsan rahata erersin. Her şeyle bir araya gelip huzura erersin.

     

    Kulber Ras ölüme yaklaştıkça elde edilen bilinçten sonra  insanın karşılaştığı

    beş merhaleden bahseder. Yani siz şayet yakın bir zamanda öleceğinizden haberdar olsanız bu merhaleleri baştan sona katetmenize gerek yok mudur?

    Hayır, zira şu anda bile son merhaleye ulaşmışım ve kendimi sahilin diğer tarafında görüyorum. Belki benim tek arzum -ki şahsi bir arzu değil- memleketimin durumunun daha iyi olmasıdır. İran’ı seviyorum ve halkımızın mevcut şartların değişmesini hakettiklerini düşünüyorum.

    Yazarının ölümü bilgece anlattığı bir kitap okuyordum. Yazmış ki bir genç için hayat ağaçlarla dolu bir yol gibidir. İlerledikçe yolun arkanda kalan kısmı uzarken önündeki kısım kısalır. Sonunda karşınızda sadece bir ufkun kaldığı bir yere ulaşırsınız. Önündeki yol sona ererken arkanda uzun bir yol vardır. Ben de artık arkamda uzun bir yolun olduğu ama önümde ufuktan başka bir şeyin olmadığı bir yere ulaştım. Siz otuzlu yaşlarda hayatınızı kurmalısınız. Henüz yolun başındasınız ve karşınızda yol uzayıp gitmektedir. Ama seksen yaşınızda böyle değildir.

    On altı yıl önce burada bu odada şahsi bir tecrübe yaşadım. Göğsüm ağrıyordu. Bir an kalp krizi geçirdiğimi düşündüm. Ama asla korkmadım, elim ayağım birbirine dolaşmadı. Sakin bir şekilde amcamın oğluna telefon edip kalp krizi geçiriyorum beni hastaneye götürün dedim. Nedendir bilmiyorum ama çok neşeliydim. Kendi kendime belki de ölüm geldi ve artık rahatlayacağım diye düşündüm.

    Çok çalışıyorum ve kendimi hayatla meşgul ediyorum. Modernitenin konseptini değiştiren kişi olan Baudelaire[1] hakkında bir çalışma yapıyorum. Bu da benim yeni meşguliyetim.     

     

    * Bu söyleşi 2014 yazında yapılmış ve Endişe-i pûyâ dergisinde yayımlanmıştır. Daryuş Şayegan 22 Mart 2018 tarihinde vefat etmiştir. Fotoğraflar için Ali Dehbaşi’ye teşekkür ederiz.

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    [1] Baudelaire hakkında yapmış olduğu çalışma 2015 yılında Cünûn-i Hûşyârî adıyla yayımlanmıştır.