BARBARA CASSİN İLE SÖYLEŞİ “Evrenselcilik, Her Zaman Birilerinin Evrenselciliğidir!”

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Söyleşi:Kadir Filiz

     Fransız Akademisi üyesi olan Barbara Cassin çok sayıda makalenin ve ondan fazla kitabın yazarıdır. Çevrilemezler Sözlüğü’nün editörlüğünü yapmıştır ve bu eserin farklı dillere tercümesine devam etmektedir. Eserleri Türkçe de dâhil olmak üzere birçok dile çevrilmiştir. Çok farklı çalışma alanlarına sahip Cassin, aynı zamanda çeşitli sivil toplum örgütlerinde görev almaktadır ve sergiler için küratörlük yapmaktadır.

    Sabah Ülkesi’nin 69. sayısında “Politika Olarak Çeviri” isimli makalesi yayınlanmıştır.

     

    Öncelikle bize bu röportaj imkânını verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Son çıkan kitaplarınızdan biriyle başlamak istiyorum: Le bonheur, sa dent douce à la mort. Autobiographie philosophique.[1] Sizi daha iyi tanımamıza yardımcı olabilir. Filozoflar arasında pek yaygın olmayan felsefi bir otobiyografi yazma fikri sizin aklınıza nasıl geldi? Yıllar sonra olaylara bakmak ne anlama geliyor?

    Her kitapta olduğu gibi bunun sebebi de beni etkileyen bazı cümleler. Hayatımda duyduğum bazı cümleler hatırlıyorum, bu da onlar etrafında dolaşıyor. Kendi kendime bir şey inşa ettim diyelim biz buna. Bu cümlelerin felsefi ya da edebî bir varlığı yok. Bunlar benim için önemli olan cümleler; hiçliğin ortasında, bomboş bir yerdeyken beni inşa eden cümleler. Dolayısıyla bu felsefi bir yaşam oluyor.

    Anılarınızı okuduğumuzda felsefi maceranın kişilik hikâyesiyle el ele gittiğini görebiliyoruz ve bu kişisel hikâyelerden ve dillerden fikirler doğuyor. Felsefi bir otobiyografiye baktığımızda tekil ve evrensel olanın iç içe geçmesini nasıl düşünebiliriz?

    Bence paylaşılabilen her şey hem tekil hem de evrenseldir. Edebiyat ve felsefe arasında keskin ayrımlar yapmanın âlemi yok, ki bu hoşlandığım bir şey değil zaten. İşte bu yüzden sofistleri anlamaya çalışıyorum. Kendi içine kapanan, her şeyi belirleyen keskin bir evrenselliğin kimseye faydası yok. Ben hiç bunun taraftarı olmadım. Humboldt, “Dillerle [language] değil, hep konuşulan dillerle [tongue] meşgul oldum.” dediğinde buna işaret ediyor. Éloge de la traduction. Compliquer l’universel [Tercümeye Övgü. Evrenseli Karmaşıklaştırmak] kitabımın başlığında bunu belirtmek istedim.

    Ayrıca her zaman arada tikel olan vardır. Alain Badiou ile bu meseleyi konuşuyordum, ikimiz için de politik olan alanın tikel olduğunun farkına vardık. Belki de en ilginç alan bu.

    Biyografiniz hakkında bir soru daha sormak istiyorum. Fransız akademi dünyasında hem bir kadın, hem bir Yahudi, hem de bir felsefeci ve akademisyen olmak zor olmadı mı?

    Hiç değil. Çünkü ben aynı zamanda başka birçok şeyim. Bir kız evladıyım, tiyatroya gitmeyi seven biriyim, şair olmaya çalışıyorum, vs… Bu nitelikler bir insanı inşa eden niteliklerden sadece birkaçı. Bana zorluk çıkaran şeyler kadın ya da Yahudi olmak değildi. Üniversitede felsefi öğrenim çok zorlu ve nahoş bir süreç. Bu yüzden gençler için kurulan felsefe sınıflarını çok önemsiyorum, ben de felsefenin ne olduğunu burada keşfetmiştim. Tanrının varlığı veya özgürlüğün ne olduğu hakkında sorular soruyorlardı ve bu benim çok hoşuma gitmişti. Zor olan bir diğer şey de üniversiteye gelip muteber bir filozof olmanıza imkân tanıyan basamakları teker teker tırmanmak istediğinizde karşınıza bir yeterlilik sınavı çıkıyor, bu sınavı geçmek benim için imkânsızdı, belki yedi defa denedim. Hiç başaramadım. Üniversitede hoca olmak gerçekten zor bir iş, ama dediğim gibi bunun kadın ya da Yahudi olmakla bir ilgisi yok.

    Vocabulaire européen des philosophies: Le dictionnaire des intraduisibles [Avrupa Felsefe Lügati: Tercüme Edilemezler Sözlüğü] başlıklı dev eseriniz hakkında bir soru sormak istiyorum. Başlıktaki tezatı vurgulamak istiyorum, çünkü bu sözlük İngilizceye çevrildi ve hâlâ bir tercüme süreci olarak devam ediyor. “Tercüme Edilemezlik” derken ne kastediyorsunuz? Ne çevrilebilir, ne çevrilemez?

    Her şey tercüme edilebilir, aynı zamanda her bir şeyi tercüme etmek çok zordur. “Tercüme Edilemezler” derken zorluk semptomlarını kastediyorum. Asla tercüme edilemez bir şeyi kastetmiyorum, tercüme esnasında çevirisi asla tükenmeyecek bir şeyden bahsediyorum. Benim anlayışım bu. “Tercüme Edilemezler” diller arasındaki zorluk semptomlarıdır. Hepsi bu. Örneğin İngilizcedeki “liberty” ve “freedom” arasındaki farkı Fransızcaya aktarmak imkânsız, çünkü biz Fransızcada sadece “liberté” kelimesine sahibiz. Bunun yanında “bonjour” kelimesinin bile tercümesi imkânsız, hâlbuki ne kadar basit bir ifade, İngilizcede “have a good day” ya da “good morning” ifadeleriyle karşılanamaz, ya da “şalom” ve “selam” kelimeleriyle, çünkü bunların hepsi farklı anlamlara sahip. Ben “bonjour” derken size “selam/barış” dilemem. Ya da Yunanlar gibi de demiyorum, onlar “kaire” derken haz ve keyif diliyorlardı. Bunların her biri hem tercüme edilebilir hem de edilemez. Bunların hepsi tercüme edilemezlik meselesini nereye çekeceğinize bağlı. Örneğin Almanca konuşurken “Schuld” kelimesini kullanıyorum, kastım da sadece “borç”, ancak Almancada bu kelime aynı zamanda “suç” ve “hata” anlamlarına da geliyor, ne var ki benim Fransızcada kullandığım “borç” kelimesi bu anlamlara sahip değil. Burada yine politika alanına giriyoruz. Sonuç olarak, Tercüme Edilemezler Sözlüğü başka bir dile çevrilemez, ancak o dilde yeniden keşfedilir.

     

    Sözlüğün ismi İngilizce çeviride biraz farklı [Dictionary of Untranslatables: A Philosophical Lexicon (Tercüme Edilemezler Sözlüğü: Felsefi Bir Lügat)]. Bunun bir anlamı var mı? Bir taraftan Avrupa-merkezci yaklaşımı sarsıyor ama sözlüğe yönelik böyle iddia da var. Bu da bizi yine evrensellik fikrini tartışmaya getiriyor. Tercüme edilemezlik, evrensellik bakımından neyi mümkün kılar, neyi imkânsız kılar?

    İsterseniz sözlüğün İngilizce isminden konuşalım. Bu başlığı ben tasarlamıştım, sonrasında Emily Apter ve Jacques Lezra ile fikirlerimi paylaştım. En doğru başlık buydu ama tabii lügat yerine sadece sözlük ifadesini de kullanabilirdik. Sözlük ve lügat arasındaki farka gelecek olursak; sözlük, tüm kapsamı sunar. Lügat ise kısımları sunar, semptomları gösterir, Émile Benveniste de bu ayrımı yapardı ki kendisi benim model aldığım bir kişi. Fakat tercüme edilemezler daima merkezde olmalıydı. Fransızca başlıktaki “Avrupa” ifadesi AB fonu alabilmek içindi, ama böyle bir şey olmadı, hiç fon çıkmadı.

    Avrupa merkezcilik imgesi ise yalnızca birkaç dil bilebileceğimizin bir göstergesi. Sözlüğü hazırlarken 150 kişiydik, Ukraynalılar ve Ruslar bile vardı ama bu grup içinde hiç Türk yoktu. Fakat zaten kapsamı çok geniş tutmak da istemedik, örneğin Çince veya başka bir dili katabilirdik, fakat bu hiç bitmeyecek bir işe girişmek olurdu. Bence burada tavra bakmak gerekir, ürüne değil. Umarım Çincede bu sözlük yeniden keşfedilir, ve ben bunun için elimden geleni yapıyorum. Eğer karantina olmasaydı belki de şimdiye kadar yayınlanmıştı. Şangay’dan birçok akademisyenle birlikte çalışıyorum. Bu çeviri bildiğimiz türden bir çeviri olmayacak, yeniden yazma, yeniden keşfetme olacak. Düzgün bir tartışma ortamı yaratırsak ve ne istediğimizi bilirsek bunu başarabiliriz. Mesela Ukraynalılar ve Ruslar sözlüğün yeniden-keşfinde farklı şeyleri istediler, Brezilyalılar ve Meksikalılar da öyle. İngilizce çevirisi tüm analitik geleneğe karşı bir savaş makinesi görevi gördü. Tercüme Edilemezler Sözlüğü, kavramlarla değil de kelimelerle felsefe yaptığımızı göstermeye çalışır. Bunu kabullenmemiz gerek, kelimelerle kavramlar aynı şey değildir.

    Çince çeviriden bahsetmişken, François Jullien’in çalışmaları aklıma geldi, kendisi Çin düşüncesini mutlak başka olarak sunuyor. Sanırım sözlüğün yeniden yazılması Jullien’in dediğinden farklı bir ilişki imkânı açıyor.

    Muhtemelen öyle. Önceden François Jullien ile çok çalışmıştım. Bununla beraber şunu da söyleyeyim: Başkalık, mutlak başkalık da bir ilişkidir, o da bir tür ilişki sunar. Bu ilişki, her zaman keşfetmeye çalıştığımız aradaki yerdir. Dolayısıyla sözlüğü tercüme etmeyeceğiz, fakat ona yerler bulacağız. Örneğin son çıkan kitabımda [Les maisons de la sagesse-traduire, Une nouvelle aventure (Tercüme-Hikmet Evleri, Yeni Bir Macera)] Fransız bir Cizvit papazdan bahsediyorum, kendisi Şangay’da yaşamış ve Çincenin yanında Latince, Yunanca ve İbranice de biliyor. Tanrı kelimesinin Çinceye çevirisi hakkında bir makale yazmış. Makalesindeki şeyler Jullien’nin dediklerine benzer. Çok ilginç gerçekten. Jullien’in her zaman belirttiği şey arayı, aradaki boşlukları, uçurumları göstermeye çalışmaktır. Dediğim gibi aradaki boşluk da kendi başına bir ilişki türüdür.

    Öyleyse nihai başkalık bizi ilişki kurmaktan alıkoymaz, değil mi?

    Kesinlikle. Hatta bu en yüksek derecede tercüme edilemezdir. Fakat her dilin bir tercüme edilemezi vardır, hiçbir şey bulamazsınız bu sentaksın ta kendisi olur. Tahmin edersiniz, Avrupa dilleri ve Çince arasındaki en önemli tercüme edilemezlik unsuru sentakstır. Yazım tarzı da başka bir unsur. O hâlde şu ya da bu kelimeyi yakalayalım ve bir boşluğu, uçurumu keşfedelim.

    Bir çevirmen olarak ben de bu sıkıntıyı hep yaşıyorum, İngilizce ve Almancanın sentaksları yakın ama Türkçe bambaşka. Cümleleri yeniden kurmanız gerek. İngilizce-Almanca ya da İngilizce-Fransızcadaki gibi rahat rahat ilerleyemiyorsunuz.

    Evet bu durum çok ilginç. Sözlükte bundan da bahsetmek istedik ama yeterli oldu mu bilmiyorum. Çünkü bir kelimeyi yakalamak görece kolay ama sentaksı yakalamak gerçekten çok zor. Benjamin’in bahsettiği dillerin mimarisi bu işte, ve mesela Çincede de ne kadar önemli olduğu burada ortaya çıkıyor. Bu en önemli maddelerden birisi olabilirdi.

    O zaman bu bağlamda sormak istiyorum: “Evrenseli karmaşıklaştırmak/alaşağı etmek” ne demek? Görecelilik olmadan bunu yapmak mümkün mü? Bir başka deyişle göreceliliğe başvurmadan evrenselcilikten kaçınmanın ya da onu alaşağı etmenin bir yolu var mı?

    İlk soruyla başlayayım isterseniz. Öncelikle göreceliliği sevdiğimi belirteyim. Bence çok güzel bir şey, evrenselcilikten çok daha iyi, ancak herhangi bir görecelilikten bahsetmiyorum. Tutarlı ve bir sonuca varan görecelilik [relativisme consequent] olmalı. Protagoras’ınki öyleydi: Esas ilkesinde “ölçü olmalısın” diyor. Dayan, ölçü ol, ölçü olmaya azmet. Bu kuşkusuz Hannah Arendt düşüncesiyle de uyum içinde, o da “hükme bağla” diyecekti. Bence göreceliliğin temel amacı bu. Pek tabii bu siyasi bir amaç. Tutarlı ve bir sonuca varan görecelilik dediğim şey iyi ve kötü arasında bir değerler karmaşası değil, bunu ancak görecelilik düşmanları söyler. Benim dediğim şey karşılaştırmalı görecelilik, asıl amacı karşılaştırmak: “Şuna nispetle bu daha iyi.” İşte Sokrates’in ağzından Protagoras’ın dediği şey tam olarak bu. Göreceliliğin zaferlerinden birisidir bu.

    Örneğin, Sokrates Protagoras’ın dediğini söylüyor. İlk başta bunu kötü bir şekilde yapıyor –“Neden domuzların her şeyin ölçüsü olduğunu söylemiyorsun?” gibi– ve hemen akabinde şunu diyor: “Eğer Protagoras burada olsaydı, ‘Sokrates! Bu dediğinden nasıl utanmazsın sen!’ derdi”. Sonra Sokrates derin bir nefes alıyor, ve gerçek Protagoras oradaymış gibi yeniden başlıyor, şu mükemmel cümleyi söylüyor: “Doğrudan yanlışa ya da yanlıştan doğruya geçmek çok zor bir şey, ve aslında imkânsız.” Birini daha doğruya geçirmek ya da daha doğru kılmak, işte bu daha ilginç ve uygulanabilir bir şey. Daha doğru demek daha iyi demek, bu da “duruma göre daha iyi” demek, mutlak manada değil. Bence iyi görecelilik bu.

    Dolayısıyla siz göreceliliği evrenselciliğe tercih ediyorsunuz ve bu da bir bakıma evrenseli alaşağı etmek/karmaşıklaştırmak demek?

    Çünkü evrenselcilik de her zaman birilerinin evrenselciliği. Görecelilik ve evrenselcilik arasındaki fark ise göreceliliğin bunu biliyor olması, evrenselcilik bunu görmek istemez. Bu tavır sömürgecidir, sizin söylediğiniz şeyin evrensel olduğunu tanımaz, bunu istemez.

    Sofistler hakkındaki çalışmanız bize sofistleri anlamanın başka bir yolunu gösteriyor. Bize öğretilen felsefe tarihine göre sofistler kınanmış, dışlanmış, iftiraya uğramış, yasaklanmış, kısacası felsefenin başkaları olmuşlardır. Sofistlik, Platon ve Aristoteles’ten beri hem içeriden hem dışarıdan felsefenin sınırlarını çizmiştir. Sofistlik neden felsefe için bir sorun?

    Tam da dediğiniz şeyden dolayı. Çünkü felsefenin limitlerini ve sınırlarını gösteriyor. Felsefenin dışında olmak felsefeden dışlanmaktır. Dışarıyı gösterir, ama böylece felsefenin ne olduğunu da belirtir. Aynı zamanda felsefenin logos olduğunu gösterir, şeyleri anlatma tarzı olduğunu söyler, çünkü şeyleri anlatmanın çok fazla yolu var. Ontolojisiyle felsefe onlardan biri, logoloji ise bir diğeri. Heidegger’in yorumladığı Parmenides “Varlıkla uyumlu, Varlığa itaat eden bir yolda olmalıyız.” der. “Olmak, düşünmek, konuşmak aynı şey.” der. İşte bu da Heidegger’e insanın varlık çobanı olduğu fikrini vermiştir. Fakat sonrasında Gorgias gelmiş, Parmenides’ten bir nesil sonra, 40 yıl ya var ya yok, ve “bunu sen diyorsun” demiş, yani “Parmenides, varlığı sen böyle yaptın.” [Sen böyle anladın.] “Aletheia”yı, hakikati keşfeder gibi keşfetmezsiniz bunu. “Varlığı söyleyerek oluşturuyorsun.” Sen varlığı yapan birisin ve bu bir filozof için korkunç bir şey.  Dilin edimselliği Austin’den çok uzun zaman önce sofistlerce gösterilmişti. Fakat benim için yeni olan şey dilin edimselliğiyle çoğulluğunu, yani çeşitliliğini birleştirmek, işte mesele bu.

     

    Çağdaş felsefede de sofistlerden bahsedebilir miyiz? Günümüz felsefesinin sofistleri kimler?

    Lacan öyle olduğunu söyler. “Sofistler bugün başka bir konum almış psikanalistlerdir.” derdi her zaman. Bu kesinlikle doğru çünkü çelişmezlik ilkesine karşı aynı tavrı takınıyorlar. Bunun çok önemli bir felsefi keşif olduğunu düşünüyorum. Bu ilke tek-anlamlılık üzerine dayanır: Konuşmak bir şey söylemektir, bir şey söylemek de tek anlamı olan bir şey söylemektir, yani herkes için aynı anlam. Çelişmezlik ilkesinin kökeni bu. Henüz başlangıcı; bu olmadan çelişmezlik ilkesine zaten gelemezsiniz. Sofistlerin tartıştığı şey de bu. İşte bu sebeple Aristoteles, Platon’dan çok daha büyük bir gayretle onları dışladı. Onun gibi konuşmuyorsanız onun nazarında insan bile değildiniz. Gerçi bunu duymaya alışığız: Benim gibi konuşmuyorsan demek ki barbarsın. Sofistleri dışlıyordu çünkü “sadece konuşmak için, konuşmadan zevk aldıkları için konuşuyorlardı.” Lacan da bu ifadeyi kullanır: “Haz verdiği için konuşmak, uçup gitmesi için konuşmak.” Felsefe için bu imkânsız, çünkü sadece gösteren üzerinde çalıştığınız anlamına gelir bu. Gösteren anlamlarla doludur, birden fazla anlamı vardır. İşte bu nedenle günümüzün sofistleri psikanalistlerdir. Fakat beni en çok cezbeden şey bu tip bir icranın politik sahasıdır, Lacan politikayla pek ilgili değildi. Aynı anlama gelecek üç cümle sayabilirim. Gorgias’ın Helena’ya Övgü’de dediği gibi, “Logos büyük bir zorbadır, en küçük ve en az algılanan şeylerle en ilahi eylemleri icra eder.” (bu algılanmaz şey bir flatus vocis mırıltısıdır). İkincisi aslında Lacan’ın yukarıda andığımız psikanaliz tanımı. Üçüncüsü de Desmond Tutu’nun bir cümlesi, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu için şöyle demişti: “Biz çoğu zaman dilin gerçekliği tasvir ettiğini düşünürüz. Ama komisyon böyle düşünmüyor: Dil, söylem ve retorik gerçekliği yaratır.” Görüyorsunuz, dilin rolü bir insanı sofist yapmaya ya da yapmamaya yetiyor. Amaç da kelimelerle şeyleri yapmaktır.

    Aynı şekilde, eserinizde de belirttiğiniz üzere, sofistler bir şekilde felsefenin barbarları olarak kabul edilmişlerdi, yani felsefe dilini konuşamayan kişiler olarak. O hâlde bir milletin, toplumun ve hatta Avrupa’nın barbarlarından da söz edebilir miyiz? Aslında Eloge de la traduction: Compliquer l’universel kitabınızın etkileyici son bölümüne gelmek istiyorum. “Arada” başlıklı bu bölümde göçmenlik sorununa değiniyorsunuz ve Fransa’nın Grande-Synthe ve Calais şehirlerinde yaşadığınız tecrübeleri tercüme ve “Arada” bağlamında bize anlatıyorsunuz. Orada gerçekten ne yaşadınız? Günümüzde göçmenleri barbarlar olarak nitelemek ne anlama geliyor?

    Hikmet-Tercüme Evleri [Maisons de la sagesse-traduire] isimli bir derneğimiz var ve farklı seviyelerde bu sorunlara işaret etmeye çalışıyoruz. İlk seviye belki de en önemlisi. Fransa’daki yönetimin bir sözlüğünü çıkarmaya çalışıyoruz ve konuk etmek ve konuk olmanın ne anlamlara geldiğini göstermeye çalışıyoruz. Göçmenler özellikle Fransa’ya vardıklarında, Fransız topraklarına ayak bastıklarında birçok evrak doldurmak zorunda kalıyorlar. Bunlar çok basit evraklar; isim, soy isim, medeni durum, meslek vs. belirtiyorsunuz. Fransız yönetiminin yüzyıllardır uyguladığı bir prosedür. Mali’den gelen milyonlarca kadın için sadece ismini söylemenin neden bu kadar zor olduğunu anlatmaya çalışıyoruz, çünkü kocaları ya bir savaşçı ya da bir avcı ismi taşıyor. Eğer kadınsanız böyle bir isme sahip olamazsınız. Hâliyle başka bir isim söylemek zorundasınız. Böyle bir durumda sigortanız nasıl yapılacak? Basitliğinden dolayı kimsenin aklına gelmeyecek temel bir mesele bu, ama böyle mühim sorunlara yol açıyor. Ya da soy isminiz “Abdullah” olarak mı yoksa “Abdallah” olarak mı kaydedilecek? Buna kim karar verecek? Doğum tarihi zaten apayrı bir sorun. Bunların neden sorun olduğunu göstermeye çalışıyoruz, hem konuk eden hem de konuk olan tarafından. Bu bizim ilk tecrübemizdi ve yakında bununla alakalı bir makale yayınlayacağız. Çok somut bir sorun bu, ve biz bu sorunu çözmeliyiz. Esasında yine aradaki boşluğu doldurmaya çalışıyoruz, tabii bu sorunla yüzleşerek ve onu tarif ederek.

    Bir üstünlük fikri aşılayan ve başkasını dışlayan milliyetçiliği bir kenara bırakarak kendi dilimize nasıl dikkat çekeriz? Sizin durumunuzda bu Fransızca. Benim için ise Türkçe. “Diller ve milletler arasındaki sınırlar uyuşmaz.” diyorsunuz. Dil bir ülkenin uluslaşmasında en büyük etken olarak görülürken böyle bir şey nasıl mümkün olur? Örneğin Türkiye’yi ele alalım: Türkçe zamanında bir ulusal saflaştırma hareketine maruz kalmıştı, kökü Türkçe olmayan kelimelerden arındırılmaya çalışılmıştı ve bu proje görece gerçekleşti de, fakat büyük bir kelime kaybı ortaya çıktı.

    Bence burada iki soru var: Birincisi “dil ve millet” hakkında. İkincisi ise “Dilimizi nasıl saflaştırırız ve neden?” Benim için bu iki soru apayrı. İkinciye cevap vermek çok kolay: Saf dil yoktur. Her dilin bir evrimi ve bir enerjisi vardır, dolayısıyla saf bir olgu değildir. Tarihin bir kısmını söküp çıkarmaya çalışmak gerçekten korkunç bir şey. Fransızcanın her bir yanında “globish” etkisini görünce biraz irkiliyorum, ama burada benim hislerim önemli değil, bakıp göreceğiz. Fransız Akademisi üyeleri olarak ayaklanabiliriz. En azından Fransız devletinden aldığınız evraklar için, çünkü bunlar yarı globish olmak zorunda değil. Bu kolay halledilebilecek bir sorun. Fakat tarih gösteriyor ki saf dil diye bir şey yok.

    Şu sıralar Marsilya’da bir sergiye küratörlük yapıyorum, serginin ismi de “göçmen nesneler, akımlar altındaki hazineler.” Müzik, yemek ve dil gibi insan da bir göç nesnesidir. Hepimiz göç nesnesiyiz. Sergide antik Yunan ve Mısır’dan nesneleri çağdaş nesnelerle karşılaştırarak bunu göstermeye çalıştım. Örneğin ilk salonda bir skyphs yani bir vazo var; ayakları birer küpün üzerinde, çetin denizin üzerinde ilerleyen Odysseus’u resmediyor. Yan salonda ise Senegal’den gelen bir kayık var, boş şişelerden yapılmış, çok tehlikeli plastik botların bir yansıması mahiyetinde.

    Bu saf dil fikrini yok saymak kolay ama dönüp dolaşıp bizi buluyor: Dil ve millet ya da milliyetçilik arasındaki bağın da birçok şeye gebe olduğunu bize gösteriyor. Bu tamamen dillerin hususiyeti sorunu. Fransızcayı ya da İngilizceyi kategorize edebilirsiniz, hatta tüm Fransız kızların kırmızı saçlı olduğunu bile söyleyebilirsiniz. Fakat daha sorunlu bir şey varsa o da Heideggerci anlamda sahih dillerin toprakta kök saldığını söylemektir, örneğin Yunanca, ya da Yunancadan daha Yunanca olan Almanca. Fakat sonra ne oldu, hepimiz biliyoruz ne yazık ki. Bu sorunla yüzleşmek gerçekten çok zor ama bence Hannah Arendt bunu başardı. Şöyle diyordu, benim ana dilim Almanca. Almanca şarkı söylerim, şiirler yazarım ve felsefe yaparım. Bunlar bana ait şeyler. Fakat kendimi asla bir halka mensup hissetmedim, ne Alman, ne Yahudi, ne Amerikan, hiçbiri. Bu size kalmış. Öte yandan, birden fazla ana dili olan çok insanla tanıştım ve çalıştım, Souleymane Bachir Diagne bunlardan biri. Bazen ana dilinin ne olduğunu kendi kendine soruyor, Fransızca mı, İngilizce mi, Wolof dili mi? Dilimizi tabii ki sevebiliriz ama bu sevginin milliyetçi duygulardan gelip gelmediği konusunda çok bilinçli olmalıyız. Asıl sorun bu ve biz bu sorunla yüzleşmeliyiz.

    Bu da bizi tercümeler vasıtasıyla bir felsefe tarihini ya da bir düşünce mirasını (yeniden) temellük etme bahsine davet edebilir. Tarihteki en büyük tercüme hareketlerinden biri İslam felsefesi/Arapça felsefe içindeki tercüme hareketi olabilir. Bir diğeri de Arapçadan Latinceye tercüme hareketi olabilir. Souleymane Bachir Diagne’nin işaret ettiği gibi, bir düşünce mirasını tercümeler vasıtasıyla temellük etmenin çok karmaşık bir tarihi var. Tercümelerin bu tarihi, Avrupa’da İslam hakkındaki mevcut tartışmaları düşünmek için yeni bir yol açabilir mi?

    Arap dilinde ortaya konmuş felsefeden bahsedelim isterseniz. Pek tabii Arapça ve felsefenin buluşması hakkında bilinçli olmalıyız. Örneğin, Yunanca metinlerin aktarılmasında çok önemli bir işlev görmüştür. Fakat ortada sadece bir aracılık ya da tercüme faaliyeti yok, eksiksiz ve karmaşık bir gelenek var. Bunu görmek istemeyen insanlar ya yanılıyorlar ya da siyaseten güdümlüler. Bunun hakkında bir kitap hazırlamıştık: Les Grecs, les Arabes et nous. Enquête sur l’islamophobie savante [Yunanlar, Araplar ve biz. Bilginler arasındaki İslam düşmanlığına dair bir araştırma]. Aristote au Mont Saint-Michel [Mont Saint-Michel’deki Aristoteles] başlıklı kitap vesilesiyle biz böyle bir işe girişmiştik, Arap geleneğinin Avrupa’ya bir şey katmadığını, Avrupalıların her şeyi doğrudan Yunanlardan aldığını iddia eden kötü bir kitaptı bu. Sabit bir düşünce tabii. Buna karşı bir şeyler yapmalıyız, örneğin ben kitap yazabilirim.

    Çağımız hakkında son bir soru daha: Dijitalleşmeyle birlikte evrensel bir dil fikri ortaya çıkar mı, ve bu da farklı bir globish olur mu? Hatta bazı insanlar şimdiden çevirmenlere yakın zaman sonra ihtiyaç kalmayacağını, yapay zekâ kullanan çeviri programlarının bu işi eksiksiz yapacağını söylüyor.

    Ben şu sıralar Eco adlı bir proje üzerinde çalışıyorum, projenin adı Umberto Eco’dan geliyor, kendisi “Avrupa’nın dili çeviridir.” derdi. Tercümeler otomatik yapılınca ne olur inanın kestiremiyorum, çok ilginç bir nokta bu. Otomatik çevirinin bize yardımcı olacağına kuşku yok. Erken uyarı sistemi gibi bile kullanılabilir, fakat otomatik çeviri çoğu zaman aksıyor, aksayınca da bir şeyin zor anlaşıldığı ya da anlaşılmadığı ortaya çıkıyor. İşte bu yüzden erken uyarı sistemi diyorum, otomatik çeviriyi kullanabilirsiniz, ama o sizi kullanmasın. Yalnızca zorlukları bulmanıza yardımcı olsun. Bugünlerde çok önemli olan bir vakayı örnek vereyim. Lüksemburg’daki Avrupa Adalet Divanı, 24 dilde hizmet veriyor. Örneğin, biri mahkemeye Rumence bir dava sunuyor. Dava 24 hâkim tarafından görülüyor, her biri kendi dilini konuşuyor, ama davayı birlikte Fransızca tartışıyorlar. Sonra karar Rumence veriliyor. Ardından da hükmün gerekçeleriyle birlikte 24 dile çevriliyor. Çok pahalıya mal olmasa bile otomatik çevirilerden yardım almasalar muhtemelen bu faaliyete devam edemezler. Fakat eminim zorlukların da farkındalardır. Asıl ben otomatik çevirilere uymadığımız zaman ne olacak onu merak ediyorum. Çok kullanışlı bir enstrüman bu ama geliştirilebilir. Her çeviri geliştirilebilir.

    Demek ki her zaman gerçek bir çevirmene ihtiyacımız olacak.

    Kesinlikle.

    Çok teşekkür ederim.

     

    [1] “Mutluluk! Ölesiye tatlı dişi: Felsefi Otobiyografi”. İfadenin ilk kısmı Arthur Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim adlı şiir kitabından bir dizedir.