SINIRLARI GEÇMEK: MİRAÇ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Hasan Sevil

    Hazreti Peygamber’in mucizelerinden birisi olan Miraç vuku bulduğu günden itibaren üzerinde çokça konuşulan konulardan birisi olmuştur. Samimi bir şekilde iman eden Müslümanlar bu harikulade durumu olduğu gibi kabul ederken bir kısım Müslümanlar da Miracın mahiyeti hususunda farklı görüşler ortaya atmışlardır.[1] Her ne olursa olsun böyle bir mucizenin gerçekleşmesi hususunda hiçbir şüphe veya aksi görüş ortaya çıkmamıştır. Nitekim İsrâ suresinin ilk ayeti Miraç mucizesinin başlangıcı olan İsrâ’dan açıkça bahsederken Necm suresinin de aslında Miraçtan bahsettiği kabul edilmektedir. Bununla birlikte Miraçtan bahseden diğer bir kaynak da hadis-i şeriflerdir.

    Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi Miracın vukuu konusunda herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Ancak Hazreti Peygamber’in Hakk’a yükselişi olan bu mucizeyi bedenen mi, yoksa ruhen mi gerçekleştirdiğine dair farklı görüşler ileri sürülmüş ve bu mucizeyi izah için birtakım fikirler ortaya atılmıştır. Miracın bedenen değil de ruhen gerçekleştiğine kani olanlar fikirlerinin kendilerince birtakım delillerle ispat etmeye çalışsalar da bu görüş ilmî sahada kalmış ümmet genelinde büyük bir yekûn oluşturacak ve Miraca dair genel fikri değiştirebilecek etkide taraftar bulamamıştır.

    Miraç hadisesi edebiyatımızda da geniş yer bulmuş, bu mevzuda birçok eser vücuda getirilmiştir. Farklı zaman ve coğrafyalarda ortaya konulan eserler Miraca dair bilinci kuvvetlendirmiş ve onu İslam kültürünün en kuvvetli mucizelerinden, unsurlarından biri hâline getirmiştir. Elbette ilmî sahada da Miraç edebiyatı birçok araştırma ve incelemelerin konusunu teşkil etmiştir. Genellikle Mi’râciye ve Mi’râcnâme diye isimlendirilen bu eserlerden en meşhuru Galata Mevlevihanesi postnişini Nâyî Osman Dede’nin (v. 1729) Mi’râciyesidir. Müellifi tarafından bestelenen bu eser asırlardan beri çeşitli cami ve tekkelerde okuna gelmiştir.

    Tasavvuf erbabının meşgul olduğu mevzular arasında önemli bir yer teşkil eden bu mucizenin nazım ve musiki formlarına aktarılması konuya verilen önemin açık göstergesidir. Nitekim daha erken devirlerde tasavvufa dair risalesiyle meşhur olan Abdülkerim Kuşeyrî’nin doğrudan bu hadiseyi kaleme aldığı Kitâbu’l-Mirac adlı eseri oldukça önemlidir. Eser miracı ele almasının yanında bu olayla ilgili rivayet edilmiş olan bütün hadis-i şerifleri bir araya getirmiş olması bakımından da ayrıca dikkate değerdir.[2] Tasavvuf erbabı tarafından yazılan manzum eserlerden birisi de Celvetî şeyhi İsmail Hakkı Bursevî’nin (1653-1715) kaleme aldığı Mi’râciye’dir.

    Bursevî Hazretleri’nin eseri Hazreti Peygamber’in miraca bedenen mi, yoksa ruhen mi çıktığı konusunda tarikat ehlinin düşüncelerini yansıtması ve bu konuda birtakım ipuçları içermesi açısından oldukça önemlidir. İsmail Hakkı Bursevî 477 beyitten oluşan bu manzum eserinin 172, 173, 174 ve 327’nci beyitlerinde Hazreti Peygamberin ruh ve beden ahvaline dair birtakım düşünceler serdetmiştir. Söz konusu beyitler sırasıyla şöyledir:

    “Âlem-i terkîb çün oldu tamâm

    Tutdı Ferd ü Vâhid’e rû ol hümâm

    Vaz’ı terkîb eyleyüb ol zirvede

    Turdı Beyt’e karşı güyâ Merve’de

    Gâyıb oldı âlem-i terkîbden

    Rûh-ı mahz oldu tecelliden beden

    ……

    Geydi evsâf-ı Hudâ’dan hil’atı

    İsm-i a’zamdan göründi tal’atı”

    İsmail Hakkı Bursevî’nin burada bahsetmiş olduğu terkip âlemi içinde yaşadığımız evrendir. Metinde geçen terkip kelimesi ise mutasavvıflar tarafından sınırlılıkları ifade etmek için kullanılagelen bir kavramdır. Nitekim Niyâzî-i Mısrî de bir şiirinde; “Gökte uçarken yere indirdiler. Çar anâsır bentlerine vurdular” demektedir. Toprak, su, ateş ve hava anlamına gelen çar unsur bilindiği üzere maddenin dört hâlini ifade eder. Bursevî Hazretlerinin âlem-i terkip dediği şeyde maddenin dört hâlinden oluşan evrenden başka bir şey değildir. İşte miracın başlangıç noktası da tam burası, yani sınırlılıkların sona ermesi ve sınırsızlığın başlangıç noktasıdır. Nitekim burada geçen “Âlem-i terkîb çün oldu tamâm” ifadesi de tam olarak bunun ifade etmektedir.

    Burada şunu da ifade etmek gerekir ki; evreni yoktan var eden ve kendisi için hiçbir kayıt ve hududun söz konusu olmadığı yaratıcının huzuruna, katına, yanına veya ne, ya da neresi derseniz deyin sınırlılıklar dâhilinde gidilemez ve çıkılamaz. Zira o mekânsızdır. Yarattıklarının hiçbirisine benzemez, herhangi bir terkipten de oluşmamıştır. Bu durumda ona ulaşmak için de onun var ettiği terkipten çıkarak onun dilediği şekilde ona ulaşılır, kavuşulur, katına veya huzuruna çıkılır. İşte bu nokta terkip âleminin bittiği yerde başlar. Nitekim Bursevî Hazretleri devamında “Tutdı Ferd ü Vâhid’e rû ol hümâm” diyerek Hazreti Peygamberin miraç yolculuğunun bu noktada başladığını ifade etmiştir.

    İnsan ruh olarak yaratıldığı andan itibaren sonsuza doğru yolculuğunda birtakım evreler geçirmek zorundadır. Bulunduğu yer veya mekâna izafeten ruhlar âlemi, dünya, kabir âlemi, ahiret, cennet ve cehennem gibi kendisine mahsus hâllerin yaşandığı evrelerin her birinin ruhsal ve bedensel koşul ve sınırlılıkları farklıdır. Bu koşul, fark ve sınırlılıklar geçirilmekte veya yaşanmakta olan o evrenin koşul, fark ve sınırlılıklarıdır. İnsan ruhlar âleminde bir cesede ihtiyaç duymaz, yaratıcı o evrede ona bir ceset giydirmemiştir. Ancak ruhun dünya hayatı başladığı andan itibaren yine yaratıcı tarafından ona bir beden giydirilir. Dünyadaki hayatı sona erdiği andan itibaren de o beden/cesetten tekrar soyunur. İşte bunun adı ölümdür. Ölüm ise sadece beden için geçerlidir. Ruh ebedîdir ve yolculuğu ezelde onu var edene doğru devam eder. Sınırlılıklar da her bir evrede değişkenlik gösterir. Sınırsızlık yaratıcıya mahsustur ve ruh ister bedeniyle olsun ister bedenden ayrı olsun değişken sınırlılıklar içerisinde varlığını sürdürür. Miraç işte böylesi sınırlılıkların var olduğu dünyadan çekilip çıkarılmak suretiyle gerçekleşmiş bir mucizedir. Mucize olması yaratıcının koymuş olduğu terkip âleminin genel geçer kurallarına aykırı cereyan etmiş bir hadise olmasındandır. Hazreti İbrâhim’i ateşin yakmaması, Hazreti Mûsâ ve ona iman edenler için Kızıl Deniz’in yarılması, Hazreti Yûnus’un balığın karnında yaşaması terkip âleminin kurallarına aykırı hadiselerdir. Âlemleri yaratan, koymuş olduğu kurallara tabi olmadığını bize peygamberleri aracılığıyla göstermiş olduğu mucizelerle ortaya koyar. Nitekim mucize peygamberler eliyle gerçekleşen ve diğer insanları aciz bırakan harikulade hâl diye de açıklanabilir. İsrâ ve Miraç da tabiat kuralları çerçevesinde gerçekleşmesi imkânsız olan harikulade bir hâldir ve işte bu sebepten büyük bir mucizedir. Miraç aynı zamanda Hazreti Peygamber’in dünyada gerçekleşmiş diğer mucizelerinin aksine başka âlemlere de nüfuz etmiş olması bakımından farklılık gösterir.

    Hazreti Peygamber yaratılmışlar içerisinde kendisinden başka hiç kimseye nasip olmayan bu yolculuğa çıkarken terkip âleminin sınırlılıklarını geride bırakıp keyfiyetini bilmediğimiz bir şekilde âlemlerin yaratıcısı ile mülaki olmuştur. Bu husus İsmail Hakkı Bursevî’nin Mi’râciye’sinde “Vaz’ı terkîb eyleyüb ol zirvede. Turdı Beyt’e karşı güyâ Merve’de” şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim bu beyitte geçen “vaz’ı terkîb” sözü Hazreti Peygamberin açıkça sınırlılıkları geride bıraktığını ifade etmektedir. Âdeta Beytullah’a yani, Kâbe’ye karşı Merve’den bakar gibi duruş ise Huzur-ı İlahiye ulaşmanın terkip âleminin geride bırakılmasından sonra gerçekleştiğinin bir ifadesidir.

    Hazreti Peygamber miraç mucizesiyle kendisinden başka bütün yaratılmışların ulaşamadığı bir boyuta geçmiştir. Buna kavramın manasına sadakat gösterilerek yükselmek de denilebilir. Cebrâil bile onun ulaştığı nokta veya boyutun gerisinde kalmıştır. Bu nokta yaratılmışlar içinde insanoğlunun teorik olarak ulaşabileceği nihai noktayı gösterse de Habibullah’tan başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Oranın neresi olduğu, oraya nasıl ulaşılacağı ise meçhuldür. Bunu dünyayı ve insanı anlamakta sınırları olan akılla izah etmek mümkün değildir. Ancak bu âlemin sınırlarıyla mümkün olmadığını kabul etmek ve bilinmezlik ya da terkip âleminden çıkışla mümkün olabileceğini söylemekten başka bir çıkış görünmez. Mucize de böyledir zaten. İnsanın hem idrak hem de izah etme konusunda aciz kaldığı harikulade anlardır. Yani sınırlılıklardan kurtulmak olan bu âlem bilinmezdir. Bu âleme geçişle birlikte “gaybet” vuku bulur. Gaybet ise terkip âleminin koşullarına karşı duyarsızlıktır. Hatta terkip âleminde olup biten şeylere ait bilgilerin bile kişinin his dünyasının dışında kalmasıdır.[3] Ancak tasavvuf kültüründe “gaybet” böyle bir hâl olmasına rağmen miraçta Hazreti Peygamber’in ümmetini unutmayıp, onları talep etmesi oldukça dikkat çekicidir. Elbette hiçbir velayet makamı nübüvvet makamıyla kıyas edilemez. İsmail Hakkı Bursevî miraçtaki gaybet hâlinden bahsederken “Gâyıb oldı âlem-i terkîbden. Rûh-ı mahz oldu tecelliden beden” demektedir.

    Bu ifade anlatmış olduğumuz gibi “gaybet” hâlinin varlığını ifade etmekle birlikte Hazreti Peygamber’in bu hâl içinde terkip âleminin sınırlılıklarından arınmış saf bir ruh olarak Huzur-ı İlahiye ulaştığını anlatmaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus “gaybet”in bedenin yok olması anlamına gelmediğidir. Anlatmaya çalıştığımız şekilde “gaybet” tasavvufi bir hâl olmanın dışında Hazreti Peygamber’in gideceği âleme hazırlanışı şeklinde değerlendirildiğinde bu hâlin göğsünün açılması meselesiyle ilgili olduğu da düşünülebilir. Nitekim Hazreti Peygamberin göğsünün yarılması ile terkip âleminin sınırlılıkları giderilmiş olabilir. Böylece kayıttan kurtulan beden anasırın yer almadığı bir başka boyuta kendi mahsus varlığıyla geçmiş ve yaratıcıyla mülaki olmuş olabilir.

    Böylece yaratıcının zatıyla görüşen Hazreti Peygamber terkip âleminin sınırlılıklarından arınmış olarak İsmail Hakkı Bursevî’nin ifadesiyle Hudâ’nın vasıflarından bir hil’at giymiştir. Bursevî Mi’râciye’sinde bu hususu o veciz diliyle “Geydi evsâf-ı Hudâ’dan hil’atı” diyerek ifade etmiştir. Bu hil’at sadece maddesel bir kaftan veya elbise olarak düşünülmemelidir. Bu hil’at Hazreti Peygamber’e giydirilen bir hâl ve bir makam veya mertebe olarak da düşünülebilir. Tarikatlarda şeyhlerin halife tayin ettiği kimselere giydirdikleri hırka da Hazreti Peygamber’in miraç gecesi giydiği kabul edilen bu hil’atle ilişkilendirilir. Yazımızın başlangıcında da belirtmiş olduğumuz gibi tasavvuf geleneğinde miracın ayrı bir önemi vardır. Tekkelerde miraç gecesi düzenlenen mevlid-i şerif veya Mi’râciye merasimlerinde süt ikram edilmesi de doğrudan miraç hadisesiyle ilişkilidir.

    Yeri gelmişken Mi’râciye merasimlerinden kısa da olsa söz etmek yerinde olacaktır. Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi okuması âdet hâline gelen Nâyî Osman Dede’nin Mi’râciye’si asıl adı Vesîletü’n-Necât olan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi emsalleri arasında tercih edilen veya iştihar eden nüsha olmuştur. Hatta bu Mi’râciye o kadar yaygınlaşmıştır ki başta İstanbul tekkeleri olmak üzere Bursa, Edirne, Konya ve Kastamonu gibi şehirlerde de Mi’râciye okuması için adına vakfiyeler düzenlenmiştir. Unutulmaya yüz tutan bu gelenek birkaç yerde kesintisiz devam etmiştir.

    Mi’râciye okunma geleneğine ait en eski vakfiye 1888 yılına ait olup, Safiye Hatun tarafından düzenlenmiştir. 134 yıldır söz konusu camide kesintisiz okunan Mi’râciye geleneksel şekilde 27 Recep ikindi namazından sonra okunmaktadır. Aynı günün yatsı namazından sonra da yine Bursa’da yer alan Numaniye Dergâhında okunmaktadır. Miraç Kandili’ni takip eden Salı günü Bursa’dan İstanbul’a naklolan tören aynı zamanda bu tekkenin hafta günü de olan Tophane İsmail-i Rûmî Kâdirî Dergâhında okunurdu. Salı gününü takip eden Cumartesi gününde Koca Mustafa Paşa semtinde yer alan Sümbül Efendi Dergâhında, ertesi gün Davut Paşa Camisinde, ertesi hafta Cumartesi günü Celvetî Âsitânesi olan Aziz Mahmud Hüdâî Dergâhında, en son olarak da yine Üsküdar’da Mehmet Nasûhî Efendi Dergâhında okunurdu.[4] Nasûhî Dergâhının Mi’râciye tarihinde ayrı bir yeri vardır. Rivayete göre Nâyî Osman Dede’nin Mi’râciyeyi yazması bu dergâhta yaşadığı bir zuhurat üzerine gerçekleşmiştir.

    Anlatıldığına göre bir Regaip Kandili’nde Nâyî Osman Dede postnişini olduğu Galata Mevlevîhânesi’nden Nasûhî Dergâhına ziyarete gider. Bu ziyaret esnasında dergâhın şeyhi edebiyata ve musikiye olan vukufiyetini bildiğinden dolayı Dede’den miraca dair bir manzume yazmasını rica eder. Bunun üzerine Nâyî Osman Dede kısa bir sürede Mi’râciye’yi hem yazar, hem de besteler. Yazıp bestelediği eseri Nasûhî Dergâhına götürür. Ve bu Miraciyye o senenin Miraç Kandili’nde ilk defa bu tekkede okunur.[5] Daha sonra da gelenek hâlini alır.

    Kısaca anlatmaya çalıştığımız Mi’râciye geleneğinin okunuşu da kendine has bir formdur. Her ne kadar Mi’râciyeyi oluşturan bölümler ve icra Mevlid-i Şerif’e benzese de aslında Mi’râciye tamamen notaya alınmış bir metinden oluşur. Mevlid-i Şerifin okunacağı makam belli olup okuyuş mevlidhânlara göre değişebilir. Ancak Mi’râciye tamamen notalı olduğundan dolayı makam ve okuyuş miraçhana göre değişmez. Mi’râciyeyi oluşturan bölümleri miraciyehan tek başına okur. Diğer miraciyehanlar sınırlı yerde okumaya koro olarak iştirak ederler. Mi’râciye Türk Musikisinin en uzun formunu oluşturur.

    Sevindirici olan şudur ki, son zamanlarda Mi’râciyeye olan ilgi artmaya başlamıştır. İlk defa 2018 yılında kısmi icrası TRT ekranlarında yayınlanan Mi’râciye geçtiğimiz yıl Ayasofya-ı Kebir Camisinde şanına yakışır bir şekilde okunmuş, bu icra televizyondan da canlı olarak yayınlanmıştır. Kamuoyunun dikkatini çeken bu hadiseden sonra bazı mahallî idareler ve televizyonlar konuya ilgi duymaya başlamış, bunlara ilaveten bu yıl da Sultan II. Abdülhamid tarafından Beşiktaş’ta inşa edilen Ertuğrul Tekke Camisinde Mi’râciye icrası gerçekleştirilerek televizyon aracılığıyla yayınlanmıştır. Kültürel mirasımızın değerli eserlerinin gün yüzüne çıkması hususunda emeği geçenlere sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.

    [1] Salih Sabri Yavuz, Mi’rac, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2005, c.30, s.132-135

    [2] Abdülkerim Kuşeyrî, Kitâbü’l-Mirac Hakka Yükseliş, tahk: Ali Hasan Abdülkadir, Çev; Cevher Caduk, İlk harf Yayınevi, İstanbul, 2011, s.27 ve devamı.

    [3] Abdü’l-Kerîm el-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tahkik: Maruf Rezîk, Ali Abdü’l-Hamîd Ebu’l-Hayr, Beyrut, 1995, İkinci baskı, S.69.

    [4] İstanbul’da icra edilen Mi’râciye’nin nerelerde ve ne zaman okunacağına dair 1998 yılına ait İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından hazırlanan resmî belge için bkz. Nâyî Osman Dede, Mi’râciye, Hazırlayan Cüneyt Bayraktar, Esenler Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 2021, s.26

    [5] Aynı eser, s.17