SINIRLARI AŞAN MÜZİKLER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Yalçın Çetinkaya*

    İnsan, maddi varlığı bakımından sınırlı bir yaratıktır. Mesela insan gözü 400 ila 700nm (nanometre) aralığını görebilecek özellik, kabiliyet, hassasiyet ve yapıya sahiptir. 700nm üzeri IR (Kızıl ötesi) ile 400nm altı UV (Ultraviyole) ışınlarını göremez. İşitmesi de sınırlıdır. İnsan 16 ila 16.000 veya 20 ila 20.000 hertz (frekans) aralığındaki sesleri işitebilir. Bu sınırların altında ve üstündeki sesleri işitemez. Buna mukabil, insan manevi varlığı bakımından sınırsız olabilir… Ya da sınırlı bir sınırsızlık diyelim buna. Sınırlı ama, sınırını insanoğlunun henüz bilemediği bir sınır! En azından şunu söyleyebiliriz: insanın manevi varlığı, maddi varlığından daha geniştir. İnsanın manevi varlığının genişliği veya sınırsızlığı, inandığı ve bildiği şeylerin sınırsızlığına bağlıdır. İnsan, manevi varlığının potansiyel sınırsızlığını, cehaletiyle ya da yanlış tanrı inancı, önyargıları ya da saplantılarıyla daraltılmış bir boyuta indirgeyebilir. Aklı ve kalbi arasındaki ahengi sağlayan ve aklını ve kalbini Allah’a açabilen bir insanın manevi varlığı da, onları dolduranın sınırsızlığı ile doğru orantılı olarak sınırsızlaşabilecektir. Müzik de, insanın maddi varlığını kullanarak manevi varlığını ifade ettiği bir sanat olduğu için, manevi varlığı kadar geniştir ve sınırsızdır.

    Sanatın sınır tanımayan üst düzey bir insani eylem olduğunu söyleyerek söze başlamak gerek. (Daha yazının hemen başında “sınır tanımayan” derken, ahlaki sınırları kastetmediğimi ve sanatın da bu ahlaki sınırları zorladığını, tahrip ettiğini hatta bazen bu sınırlar üzerinde düşünmeye yönlendirdiğini söylemek istemediğimi belirtmek istiyorum. Bu, başka bir yazının konusu olabilir.) Çünkü sanat yapmak, bir insanın yaptığı işi en iyi ve farklı bir biçim (ve formda) ortaya koyma becerisidir. Her ne kadar Aristo’ya göre sanat doğanın bir taklidi olarak kabul edilse de, Aristo’dan önce, hocası Platon’a göre sanat, “mimesis (taklit)”tir ve asıl olan idealar âlemindedir. İnsanın, “insani” yaratıcılığını ortaya koyduğu sanatsal eylem, aslında idealar âlemindeki asıl olanı taklitten ibarettir.

    Arthur Schopenhauer müziği idealar âlemine yakınlığı bakımından en yüksek sanat dalı olarak kabul ederken, diğer sanat dalları ile de oldukça tutarlı bir karşılaştırma yapar ve şiir de dâhil diğer bütün sanat dallarını görünür (varlık) âleminin taklitleri olmaları sebebiyle müziğin altında konumlandırır. Şiiri de öyle… çünkü şiir de Schopenhauer’e göre aslında şairin varlık âleminde gördüğünü şiir diliyle anlatmasıyla açıklamasıdır. İslam mutasavvıflarının şiiri “mana âleminin dili” olarak kabul etmeleri düşünülecek olursa, Schopenhauer’in belki şiir ve şaire haksızlık ettiği anlaşılacaktır ama şiir ile müzik kıyas edildiğinde, bir bestecinin belki de şiirden daha fazla mana âleminin dili ile konuştuğunu ve müziğin şiirden daha fazla mana âleminin dili olduğunu söyleyebiliriz.

    “Mana âlemi”nin ne demek olduğuna dair en tatmin edici ve ufuk açıcı bilginin İslam tasavvufunda bulunabileceğini düşünüyorum. Bu bakımdan, tasavvufun kaynaklık ettiği Osmanlı/İslam ya da Türk musikisi, elest bezminde işittiği ve unutamadığı hitâb-ı ilâhîyi yeryüzünde arayan insanın teselli bulduğu bir alandır. Dolayısıyla hakiki ve hikmetten nasibini almış musiki erbabı, mana âleminin dili ile konuşur. Hakiki ve hikmetten nasibini almış şairler de mana âleminin dili ile konuşur. Ancak ortalıkta dolaşan her şair ve her müzisyenin de bu “mana âlemi”nin dilinden anladığını söyleyemeyiz. Osmanlı/İslam/Türk musikisi, mana âleminin dili ile konuşan ve hikmetten nasiplenmiş iki insanın birlikte ortaya çıkardığı bir musikidir. Belki de bundan dolayı Osmanlı/İslam/Türk musikisinde şiir ile musiki birbirinin mütemmim cüzüdür.

    Şeyh Ârif-i Âzerî de şöyle der: “Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (elest bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karıştı. Mana âleminin dili ile konuşan bu şairlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman suret âlemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış olgunluk deryasının dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma, zira bunların şiirlerinde şairlikten başka senin anlamadığın bir şey daha vardır”. “Söz meclisi”nden (elest bezmi) nasiplenmek herkese nasip olan bir şey değildir ve Osmanlı/Türk musikisi, söz meclisinden nasiplenen bestekâr ve şairden zuhur eden bir musikidir ve eşsizdir. “Mana âlemi” sınırsızdır… fakat “suret âlemi” sınırlıdır. “Mana âlemi”nin dili olan müzik de elbette sınırsızdır. Alman düşünür Arthur Schopenhauer de müziğin idealara en yakın sanat olduğunu ve bu özelliği ile diğer sanatlardan üstün olduğunu ifade eder.

    Osmanlı/Türk müziği, tasavvufi aşkın, tasavvufi derinliğin ve mutmain nefsin ifadesi olmuştur, bu özelliği ile de farklıdır. Tasavvuf ehlinin, müziği ve şiiri bezm-i elest ile izah etmeleri anlamlıdır. Sufilere göre “Elestu bi Rabbikum?” şeklindeki hitâb-ı ilâhîyi keyfiyetsiz ve şekilsiz olarak dinledikten sonra, o ilahi hitabı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hazret-i Âdem’in yaratılmasından ve zürriyetinin dünyaya gelmesinden sonra bu gizli sırlar, zuhur eden hâlden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hâle gelir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’de bunu; “Padişahın rebap dinlemedeki maksadı, hitâb-ı ilâhîye olan iştiyakından (özleminden) dolayıdır.” diyerek izah eder. Bezm-i elest’teki hitâb-ı ilâhîyi arayan bazı insanlar, o sesi musikide buldular ve musikiye yöneldiler.

    Osmanlı müziğinin dünyanın başka hiçbir müziğinde benzerine rastlanmayan ayırt edici ve eşsiz bir özelliği daha var ki o da “hikmetten bir cüz” olmasıdır. Osmanlı şairi Nâbî’nin şu şiiri bize bu konuda yol göstermektedir: “Mûsikî hikmete dâir fendir / Bilene bilmeyene rûşendir / Nice esrârı var idrâk edecek / Yer gelir, sîneleri çâk edecek”. Seyyid Vehbî de şunları söylemektedir: “Mûsikî fenni de hikmettendir / İlm-i esbâb-ı tabiattandır.” Bu sözler Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine de atfedilmektedir. Müziğimiz, muttakilerin, mutmain nefsin müziğidir, hikmetten bir cüzdür ve elest bezmi’ndeki ilahi hitabı özleyip taklit edenin müziğidir ve elest bezmindeki ilahi hitabı hatırlatır. Bu özellikleri ile dünyanın bütün müziklerinden farklıdır ve üstündür. Osmanlı/İslam musikisi, nefsin kurumlarından, kirlerinden arınmış dervişlerin musikisidir. Âdeta ölümsüzdür, onun için kâğıda yazılmadan yüzyıllarca yaşamıştır. Çünkü ölümsüz olanın adı ile bestelenmiş veya yazılmıştır. Kalpten çıkmıştır, kalbe ulaşmıştır.

    Müziği tasavvuf zaviyesinden ele aldığımızda karşımızda başka inanç ve kültürlerde karşılaşamayacağımız kadar geniş ve zengin bir bilgi alanı açılmaktadır. Sanırım bu ifade ettiğim şeyler bile müziğin sınırlandırılamayacağını ve sınır tanımayacağını düşündürmüş olmalıdır. Ancak, müziği düşünme ve bu düşünmeden kaynaklanan üretme biçimi müziği sınırlı hâle getirebilir. Bu da bestecinin sınırlı olması ile ilişkilendirilebilir. Aslında “mana âleminin dili” olarak müzik, “doğuştan” sınırları aşma kabiliyet ve özelliğine sahip yegâne sanattır.

    Müziğin sınır tanımaması ya da sınırsızlığı ne anlama gelebilir?

    Müzik, seslerin besteci aklında ve duygularında şekillenerek ortaya çıktığı için, bazen sözün gücünden daha etkili olabilmektedir ve insanın sözlerle anlattığından daha fazlasını, daha etkili bir biçimde anlatabilmektedir. Sözgelimi, İngilizce bilmeyen, bir İngiliz’in söylediklerini ve yazdıklarını anlamayacaktır ama bir İngiliz bestecinin yaptığı “güzel” bir müziği ve bestecinin müziğiyle ne anlatmak istediğini anlamak için İngilizce bilmeye gerek olmayabilir. Hatta teknik ve teorik olarak müzik bilmeye de gerek olmayabilir. Müzik, diller üstü bir ifade gücüne sahip olduğu için sınırları aşar. Bazen bir besteci müziğiyle, bir şair ya da yazardan daha çok şey anlatır ve farklı dilleri konuşan farklı kültür ve inançlara mensup insanlara ulaşabilir ve onlarda ortak bir duygu ve düşünce zemini meydana getirebilir. Beethoven’in bir Türk ya da Rus dinleyiciye ulaşabilmesi için “tercüman”a ihtiyacı yoktur ama Fransız şair Arthur Rimbaud’nun ya da Rus yazar Tolstoy’un bir Türk ya da İranlı ya da İtalyan ya da Alman okuyucuya ulaşabilmesi için bir “tercüman”a ihtiyacı olabilir. Bu özelliğiyle müzik, besteciden dinleyiciye direkt ve kısa yoldan ulaşabilir, çünkü müzik, konuşma ve yazı dilinin koyduğu sınırlara sahip değildir. Bu kabiliyet ve özelliğiyle müzik, konuşma dilinin koyduğu sınırları aşarak, belki de insanların birbirlerini daha kolay anlama ve anlaşmalarına yol açabilmektedir. Bu özelliğiyle müzik aynı zamanda insanlar arasındaki iletişim sınırlarını da aşabilen bir sanattır.

    Müziğin sınırsızlığı, bestecinin kabiliyetlerine bağlıdır. Üst düzey bir besteci, sadece yerel melodileri değil, müzikte evrensel olanı da ortaya koyabilen, kendi yerellik sınırlarını aşıp bütün insanlara ulaşabilen müzikler besteleyebilir. Bunun yanında müzik, farklı farklı ve dünyanın her ülkesine, her toplumuna ve kültürüne uygun bir biçimde kullanılmaya ve sonsuz çeşitlilik ve güzellikte melodiler üretilmesine yetecek kadar sınırsızdır. İnsanın dünya üzerindeki varlığından beri ve kıyamete kadar insanoğlu farklı müzikler yapmaya ve bestelemeye devam edecektir.

    Farklı kültürlerin müzikleri arasındaki sınır

    Her milletin bir dili vardır. Konuştuğu ya da yazdığı dil, onun kimliğinin de göstergesidir. Bu, müzik için de böyledir. Dolayısıyla müzik de ulusal ve kültürel kimlikleri tanımak ve anlamayı sağlayan önemli bir dil olarak kabul edilebilir. Aslında “dil” kelimesi müziği tanımlamak konusunda yeterli olmayabilir. Çünkü “dil”, ancak o dili konuşanların anlayabileceği ve anlaşabilecekleri bir zemin sunar ve bu zemin sınırlı bir zemindir. Oysa müzik, anlamak ve anlaşabilmek konusunda konuşma dilinden daha ileridedir. Her milletin bir dili olduğu gibi bir müziği olduğunu ifade etmiştim. Farklı dilleri konuşan iki insanın birbirlerini anlayabilmeleri ve anlaşabilmeleri mümkün değildir çünkü konuşma dili kelimelerle sınırlıdır, fakat farklı milletlere mensup iki insanın müzikleri farklı kültürlerden beslendiği için farklı olsa da, müzik yoluyla iletişim kurmaları mümkün olabilir. Hiç şüphesiz müziğin sağladığı anlama ve anlaşma zemini, konuşarak oluşturulan anlama ve anlaşma zemin ve biçiminden farklıdır. Bu farklılık konuşma dilinin sınırlılığı fakat buna mukabil, müzik dilinin sınırsızlığı ve duygu ve düşünceleri ifade edebilme kabiliyeti ile ilgilidir.

    Farklı kültürlerin müzikleri de farklı olabilir. Sözgelimi Çin kültürünün ürettiği pentatonik sistem ile, Osmanlı’da kemale eren makamsal sistem ve Avrupa’da gelişen tampere sistem arasında farklılıklar olduğu gibi, bu sistemlerden üretilen melodilerde de farklılıklar vardır. Her ne kadar kültürler ve müzikler farklı olsa da müziğin gücü ve melodinin güzelliği sayesinde bu farklılık sadece duyumda hissedilen bir farklılıktan ibaret olacaktır. Farklı kültürlere ait insanlar, müziğin güzelliğini algılayabilecektir. Çünkü güzel ve güzellik ilahidir ve Yaratıcı’dan insana (Allah en doğrusunu bilir) nefha-i ilâhi ile aktarılmış ve işlenmiş, bu ilahi lütuf sayesinde de insana ait ortak bir değer hâline gelmiştir ve evrenseldir. Müzik, güzellik gibi bir evrensel değeri yansıtabildiği ölçüde farklılıktan kaynaklanan sınırları da aşacaktır. Sözgelimi Osmanlı ve Anadolu müzik kültürü ile beslenmiş bir insan, Avrupa müziğine ait güzel bir eseri dinlediğinde, bu eser karşısındaki hissiyatı, eseri besteleyen bestecinin ait olduğu ülke ve milletin vatandaşının hissiyatından pek farklı olmayacaktır. Beethoven’in “Für Elise” ya da “Ayışığı Sonatı” adlı eserleri, bir Alman yahut Avusturyalı dinleyici ile bir Türk dinleyici üzerinde aynı etkiyi bırakacaktır. Vivaldi’nin “Mevsimler” konçerto dizisinin “Bahar” konçertosunun ya da Jacques Offenbach’ın “Barcarolle”unun ya da Itrî’ye atfedilen segâh makamındaki tekbirin hangi milletten ya da kültürden olursa olsun dinleyen herkeste aşağı-yukarı aynı duyguları uyandırması ve aynı etkiyi bırakması gibi…

    Eğer besteci, bestelediği müzik eserinde insanlığa ait ortak değerleri en güzel şekilde ifade edebiliyorsa, bu müzik eseri bütün sınırları aşabilen bir müzik hâline gelmiş demektir. Buna mukabil bir besteci, bestelediği bir müzik eserini yerel anlayışlarla ya da ait olduğu dinî veya ideolojik duygu ve düşüncelerle bezediğinde bu müziğin, bestecinin yaşadığı topluma, dine ya da duygu ve düşünceye sahip olmayan bir başkası için anlaşılabilir olması mümkün olmayacaktır. Bu da müziğin birtakım yerel, dinî, ideolojik duygu ve düşünce sınırlarına indirgenmesi demektir.

    O hâlde müziği sınırlayan ve indirgeyen başlıca etmenlerin, ulusal, yerel, dinî ve ideolojik etmenler olduğunu düşünebiliriz. Bu etmenler sayesinde indirgenmiş ve sınırlandırılmış bir müzik eseri, başka ulus, kültür, dinî inanç ya da düşüncedeki insanlara, -müziği ilginç ve farklı olarak nitelendirseler de- ulaşmayacaktır.

    Enstrümantal müziğin, sözlü müziğe göre sınırları aşma gücü

    Söz, şiir, kelimeler, o sözün, şiirin ve kelimelerin yabancısı olanlar tarafından anlaşılamayacağı için, müziği de, şiirin ya da sözün sınırları içinde tutsak edecektir. Sözgelimi bir klasik Osmanlı şiirini, klasik Osmanlı diline vâkıf olmayan bir insanın anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla klasik Osmanlı şiiri, sadece bu dili bilen kişilerle sınırlı kalacaktır. Bu şiir, bir Osmanlı müzisyeni tarafından bestelendiğinde de, bestelenen bu müzik ve şiiri, şiirin yazıldığı dilin sınırlı olması sebebiyle anlamak mümkün olmayacaktır. Nitekim günümüzde klasik Osmanlı müziğine ait klasik şarkıları icra eden icracıların neredeyse tamamı, şarkıları ve sözlerini anlamakta güçlük çekmekte ya da hiç anlayamamaktadır. Şiir dilinin sınırlı olması sebebiyle müzik de sınırlı olabilir ancak onu bu sınırlılık durumundan kurtaran bir başka şey vardır: sözü süsleyen ya da kanatlandıran müziğin güzel olması. Bugün birçok Osmanlı şarkısı, -sözleri anlaşılamasa bile- melodik dokularının güzelliği sebebiyle güzele duyarlı her insana ulaşabilir. Sözgelimi Guiseppe Verdi’nin Nabucco adlı operasından, Yahudi kölelerce seslendirilen “Va Pensiero” adlı aryanın sözlerini İtalyanca bilmeyenler anlamasa bile, muhteşem bir melodik dokuya sahip olması sebebiyle hangi millete, dinî inanca ve düşünceye ait olursa olsun dinleyen her insan tarafından sevilmektedir. Yani, dilin koyduğu sınır müziğin güzelliği ile aşılabilmektedir.

    Sözsüz, sadece enstrümanlarla icra edilen bir müzik eseri, aslında sözün anlatmak istediğini, bestecinin melodilerle anlatabilmesi demektir. Bu sebepten dolayı sözsüz, sadece enstrümanla icra edilen müzik, bestecinin anlatmak istediğini sadece müzik dilini kullanarak anlatma hünerini göstermektedir. Albinoni’nin Adagio’suna yüklediği romantik derinlik ve Beethoven’in “Pastoral Senfoni” ile tabiatı anlatması gibi. Dolayısıyla sözden yardım almayan müzik, müzik sanatının sınırsızlığını kanıtlamak konusunda sözden yardım alan, sözü kullanan müziğe göre daha ileridedir.

    İslami müzik ve kilise müziğinin sınırları

    Müzik, kadim zamanlardan bu yana dinî inançlar tarafından kullanılmıştır. Ancak bu kullanımda müziğin farklı inançlar tarafından kullanımı da farklıdır. Sözgelimi Mezopotamya’da önemli bir medeniyet kurmuş olan Sümer inanç sisteminde müzik, özellikle vurmalı çalgılar ve davullar, tanrıların mesajlarını insanlara iletmek ve bunun yanında, hiddetlenen tanrıları yatıştırmak için kullanılırmış. Yahudilikte “Şofar” adlı enstrümana yüklenen kutsal anlam, Hristiyanlıkta “muharref İncil’in ve kilisenin yarattığı tanrı”nın müzik yoluyla anlatılması, müziğe; -tıpkı reklamcılık sektöründe bir ürünün daha fazla akılda kalmasını sağlamak için kullanılan cingıllar gibi-, insanlara dinî ve kutsal mesajın hatırlatılması ve daha fazla akılda kalmasını sağlayıcı bir işlev yüklemektedir. Bazı uyumsuz ses aralıklarının kilise tarafından “Şeytan Aralığı” olarak adlandırılarak kullanımının yasaklanması, aslında hem bestecinin ve hem de ses cevherinin (müziğin) indirgenmesi veya sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Ayrıca kilisenin yarattığı tanrı, antropomorfik bir tanrı hüviyetindedir ve bu biçimiyle sınırlıdır.

    Müslümanlar, din adamlarının ya da dinî kurumların yarattığı bir tanrıya değil, Allah’ın kendisini, Kur’an’da tanımladığı şekliyle Allah’a inanmaktadırlar ve Allah bu kitapta kendisinin hiçbir şeye benzemediğini, uçsuz bucaksız âlemlerin yaratıcısı ve rabbi olduğunu anlatmaktadır. Kur’an’da anlatıldığı şekliyle, sınırsız varlık âleminin yaratıcısına sınır belirlemek mümkün değildir. İslam dini, Kur’an’daki anlatımıyla böyle bir yaratıcıya inanmayı ister. Dolayısıyla Müslümanın aklı ve kalbi kendisine sınır belirlemenin mümkün olamayacağı bir yaratıcıya inanır ve teslim olur. Bu inanç ve teslimiyet biçimi onun düşüncelerini, tahayyülünü ve tasavvurunu da geliştirir, zenginleştirir ve bir anlamda sınırları kaldırır. Bu inanç ve düşüncedeki bir Müslüman müzisyenin yaptığı müzik de, sınır konulamayan bir yaratıcıyı ifade ettiği için, kilisenin yarattığı sınırlı ve antropomorfik tanrı için yapılan müziğe göre daha “sınırsız” bir müzik olmalıdır. (Müslüman müzisyenin bunu ne kadar anlayabildiği ve bu sınırsızlığı ortaya koyabildiği meselesi başka bir yazının konusu olabilir). İslam dininde müzik, (özellikle tasavvuf alanındaki kullanımıyla), müzisyenin Allah aşkını ve peygamber sevgisini ifade ettiği bir vasıtadır ve bu şekilde kullanımı da onu sınırsız kılabilmektedir.

     

    * Prof. Dr., İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü.