ŞAMLI ABDULGANÎ EN-NABLUSÎ VE İSTANBUL’LA İRTİBATI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ensar Karagöz*

    Son on yıldır Şam şehrinin adını daha çok duyar olduk.[1] İç savaşın neticesinde ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan yanlarına kültürlerini, gelenek ve göreneklerini alarak arkalarında vatanlarını bırakmak zorunda kaldılar. Halep, Şam, Humus gibi büyük şehirlerden göç eden bu insanların belki de büyük çoğunluğu bugün İstanbul’da ikamet etmektedir. Bir kısmı bu şehrin dokusuna ve kültürüne intibak etti, bir kısmı da gayritabii oluşan küçük ghettolarda nispeten eski yaşantılarını devam ettirdiler. Fakat bunların içerisinde özellikle ilimle iştigal edenler tıpkı eskiden olduğu gibi heybelerinde bulunan ilimleri/bilgileri buranın halkıyla paylaştı ve bilginin intikaline hizmet ettiler. Özellikle şimdilerde Fatih semtinde bulunan selatin camilerinde devam eden Hadis rivayetlerinin/derslerinin yapıldığı meclisler ve icazet merasimleri bu durumun en somut örnekleridir.

    Fakat İstanbul ile Şam arasındaki bu bilgi irtibatı aslında yeni bir hadise değildir. Bizans’ın hâkimiyetinde olduğu dönemden beri bu iki şehrin birbiriyle olan irtibatı çok sıkıdır. Osmanlı hâkimiyeti altında ise bu irtibat farklı bir hüviyet kazanmıştır. Osmanlı’nın büyük yönetim merkezlerinden olan İstanbul ve Şam yetiştirdiği âlimlerle de Osmanlı düşünce hayatını beslemiş ve birçok ilim taliplisinin ders almak için iltica ettiği bir yer olmuştur.

    18. yüzyıl ise İstanbul ve Şam arasındaki ilim irtibatının hayli kuvvetlendiği bir yüzyıldır. Özellikle Ahmed el-Menînî (ö.1759), İbnu’l-Himmât, (ö. 1761), Abdulvehhâb b. Mustafa eş-Şâmî (ö. 1775) gibi Şamlı hadis ulemasının İstanbul’a yaptıkları ziyaretlerle; Şam, Hicaz ve Mısır’daki hadis silsilelerinin İstanbul’a nakledilmesi sağlanmıştır.[2]

    Bunun haricinde Şeyh Yahyâ Sıddık Efendi (ö. 1721), Süleyman Fâzıl Efendi (ö. 1722) ve İsmâil Hakkı el-Bursevî (ö. 1725) gibi pek çok şeyh ve âlim Şam’a giderek orada bulunan zevattan ilim tahsil etmiş ve bu silsilelerin intişarına hizmet etmişlerdir.

    Bu yüzyılın ilk yarısında yaşamış Abdulganî en-Nablusî gerek eserleri gerekse talebeleriyle Osmanlı fikir dünyasında derin izler bırakmış şahsiyetlerden biri olmuştur. 17 Mart 1641 Dımaşk’ta dünyaya gelen Nablusî, Şam’ın önde gelen ulema ailelerinden birine mensuptur. Aslında Kudüs’ten göç edip Şam’a yerleşmiş bu aile Nablusîler olarak meşhur olmuşlardır. İlk derslerini büyük bir âlim olan babasından tahsil ettikten sonra Necmeddin el-Gazzî (ö. 1651), İbn Hamza (ö. 1708), Ahmed b. Muhammed el-Kalaî (ö. 1686), İbrâhim b. Mansûr el-Fettâl, Mehmed b. Ahmed el-Üstüvânî (ö. 1661), Nûreddin Ali b. Ali eş-Şebrâmellisî gibi zamanının büyük âlimlerinden ders okumuştur. Kur’an ilimleri, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, edebiyat, şiir, belagat, hendese, mantık, tarih ve ensâb gibi klasik İslam ilimlerini tahsil eden Nablusî, henüz yirmili yaşlarında iken Emeviyye Câmisi’nde ders vermeye başladı. Abdürrezzâk b. Şerefeddin el-Geylânî’den (ö. 1694’ten önce) Kâdirî; Şeyh Ebû Saîd el-Belhî’den (ö. 1681) Nakşîbendî tarikatını ahzetti. Çok velut bir yazar olan Nablusî’nin eserlerinin sayısı 300’ü bulmaktadır. Eserlerinin yanı sıra birçok talebe yetiştiren Nablusî 4 Mart 1731 Dımaşk’ta vefat edip evinde defnedildi.[3]

    Kendisine “Tercüman-ı Şeyh-i Ekber” denmesine sebep olacak kadar İbnü’l-Arabî takipçisi olan Nablusî aynı zamanda İbnü’l-Arabî’ye bakışları son derece menfi olan Kadızadelilerin başucu kitaplarından et-Tarîkatu’l-Muhammediyye’yi de şerh etmiş bir sûfidir. Tasavvuf anlayışındaki hoşgörü ve farklı meşreplere hitap etmesi İstanbul’daki takipçileri üzerinden 18. yüzyıl Osmanlı sufi-âlim profilini daha iyi anlamlandırma ve ulemanın ilişki ağını analiz etmede son derece faydalı argümanları ihtiva etmektedir.

    Nablusî’nin İstanbul’la ilk irtibatı babası İsmail en-Nablusî (ö. 1652) vasıtasıyla olmuştur. Diyâr-ı Rûm’a ve İstanbul’a ziyaretler yapan babası bu ziyaretlerin neticesinde Şeyhülislam Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi’ye (ö. 1644) mülazım olmuş daha sonra çeşitli vazifeler almıştır. Tıpkı babası gibi Abdulganî de hem payitahtın havasını solumak hem de bir vazife almak umuduyla 1664 senesinde geldiği bu şehirde yaklaşık bir ay kalsa da isteğine nail olamamış ve memleketine dönmüştür.

    Nablusî’nin tanınırlığının geniş bir alana yayılmasının arkasında hiç şüphesiz onun farklı zamanlarda Anadolu, Lübnan, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz bölgelerine yaptığı seyahatler bulunmaktadır. Diyâr-ı Rûm’a 25 yaşında yaptığı ilk seyahatte Konya, Edirne ve İstanbul’a gelmiş, buradaki âlim ve devlet adamlarıyla iyi ilişkiler kurmuştur. Mesela Şeyhülislam Feyzullah Efendi (ö. 1703), Şeyhülislam Mirza Efendi (ö. 1722), Köprülü Mustafa Paşa (ö. 1691) irtibat kurup mektuplaştığı önemli simalardandır.

    Nablusî’nin irtibatta olduğu bu kişilerin profilleri incelendiğinde sufi ve âlim kimlikleri tebarüz etmekle birlikte bu kişilerin birbiriyle olan ilişki ağı da dikkat çekicidir. Örneğin 18. yüzyılın en velut müelliflerinden olan Müstakîmzâde’nin (ö. 1788) ailesi üzerinden Şam-İstanbul sufi ulema ve devlet adamları bağlantıları incelenebilir. Dedesi Müstakîm Efendi’nin Şam kadılığı sırasında Nablusî’yle dostluk kurması neticesinde Müstakîmzâde’nin amcası ve babası kendisine intisap etmişlerdir. Özellikle amcası Mustafa Vefâ Efendi (ö. 1724) 12 yıl Nablusî’nin hizmetinde bulunmuş, Salihiyye Medresesi’nde kendisine tahsis edilen odada Nablusî’nin eserlerini istinsah etmekle hocasının öğretisinin intişarına vesile olmuştur.[4] Müstakîmzâde’nin babası Mehmed Emin Efendi (ö. 1750) de Nablusî’nin halifelerinden olup bundan dolayı Müstakimzâde “cümle-i âsârının rivâyetine dahi kendilerden bir vâsıta ile icâzetleri”nin olduğunu söylemektedir.

    Müstakîmzâde, İmâm-ı Rabbânî’nin piri olduğu Nakşîliğin Müceddidiyye kolunun Anadolu ve İstanbul’da yayılmasına katkıda bulunan en önemli temsilcilerinden Mehmed Emin-i Tokadî’nin halifesidir. Kendine has bir tarikat anlayışı olan Tokadî, ömrünün son 2 senesine kadar bir tekkede şeyhlik yapmamış, melâmet yönü daha ağır basan bir tasavvufi hayat sürmüştür. Müstakîmzâde de tıpkı şeyhi gibi bir tekkede şeyhlikten uzak durup münzevi bir hayat yaşamıştır.

    Her ne kadar bu iki şeyh, İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışına eleştirileri bulunan İmâm-ı Rabbânî’nin ekolünden gelen sufiler de olsalar aynı zamanda sıkı birer İbnü’l-Arabî takipçileridirler.

    Aynı şekilde Müceddidîliğin İstanbul’daki bir diğer büyük temsilcisi Murâd-ı Buhârî’nin oğlu Muhammed Bahaüddin (ö. 1755) de Nablusî’den İbnü’l-Arabî’nin Futuhât ve Fusûs’unu okumuştur. Bu durum yerleşik anlayışın tam tersine Nakşîlerin –özelde Müceddidîlerin– İbnü’l-Arabî ve tasavvuf anlayışına yabancı ve düşman olmadıklarının, aksine bu anlayışı temsil ettiklerinin numunesidir.

    Burada dikkati çeken bir diğer husus da Nablusî’nin sahip olduğu melâmî neşvesi ve bu neşvenin İstanbul’da irtibatlı olduğu şahıslarda da görülmesidir. Örneğin mektuplaştığı La’lî Mehmed Efendi (ö. 1707), Sarı Abdullah Efendi’den feyz almış önemli bir melâmîdir. Oğlu La’lîzâde Abdülbakî ise yukarıda zikrettiğimiz Murâd-i Buhârî’ye intisap etmiş, Nakşîliğin yanında melâmî yönü de ağır basan bir zattır. La’lîzâde’nin muallimlik yaptığı Şehid Ali Paşa (ö. 1716) melâmî kutuplarından sayılmakla birlikte Nablusî’den icazet almış bir âlimdir. Ali Paşa’nın vefatından 2 sene önce yani 1714 tarihinde Ali Paşa’ya icazet veren Nablusî, bu icazette 166 eserini zikredip bunlardan ve sonra yazacağı eserlerden Ali Paşa’yı mücaz kılmıştır.[5]

    Nablusî’nin eserleriyle ilgili verdiği icazetnameler vasıtasıyla da eserlerinin İstanbul ilim muhitlerinde tanınırlığı artmıştır. Nablusî’nin Ali Paşa’ya verdiği icazet haricinde İstanbullu başka kişilere verdiği icazetnamelere de kütüphanelerde rastlanmaktadır. Örneğin Kerimîzâde’nin Nablusî’den aldığı es-Sulhu beyne’l-İhvân fî İbâhati’d-Duhân adlı eserinin icazeti Köprülü Kütüphanesi Mehmed Asım Bey koleksiyonunda bulunmaktadır.[6]  Aynı şekilde Karabağizâde Mehmed Efendi’nin aldığı el-İfâdât fî Rub’i’l-İbâdât icazeti Esad Efendi koleksiyonundadır.[7]

    Nablusî’nin İstanbul’da irtibatta olduğu kişiler sadece Nakşî değil birçok farklı tarikattan ve meşreptendir. Fatih Draman’da bulunan Tercüman Yunus Tekkesi’nin Halvetî/Şemsî Şeyhi Îsâzâde Salih-i Sahvî (ö. 1759) de Nablusî’nin talebeleri arasındadır. Salih Efendi’nin babası Îsâ-yı Mahvî Efendi Şam’da iken Nablusî’yle irtibat kurmuş aralarındaki hukuka binaen vefatı sonrası namazını Nablusî kıldırmış, defin işlemlerini de bizzat kendisi üstlenmiştir. Sahvî de 1723 senesinde yaptığı hac ziyareti sırasında Şam’da Nablusî’yle irtibat kurmuş ve kendisinden hadis icazeti almıştır. Daha sonra bu icazet Müstakîmzâde’ye intikal etmiş ve böylece Müstakîmzâde babası ile amcasından gelen Nablusî silsilesini genişletmiştir.

    Nablusî’nin İstanbul’dan mektuplaştığı Nasûhiyye’nin piri Şeyh Nasuhî Efendi (ö. 1718) ile Karabaşî Şeyh Mustafâ-yı Manevî (ö. 1702) gibi isimler Halvetîliğin önemli temsilcileridir. Şam’da Nablusî’den tefsir ve hadis okuyan          Musa Sâfî Dede ise (ö. 1774) Yenikapı Mevlevihane’sinin şeyhlerindendir. Talebelerinin meşreplerindeki bu çeşitlilik Nablusî’nin İstanbul’daki tarikat ekollerini yakından takip etmesi ve bunların usul ve doktrinlerine vakıf olmasıyla alakalıdır. Aziz Mahmud Hüdaî’nin Tecelliyyât’ını şerh etmesi bunun en bariz örneklerindendir.

    Nablusî’nin ilmî ve irfani kudreti pek çok kişinin ona talebe olmasına vesile olmuş hatta onun yaşadığı dönemde Şam, âlimler ve sufîler için çok daha çekici bir hâl almıştır. Mısır, Hicaz ve Anadolu’nun farklı yerlerinden Şam’a gelen âlimler Nablusî’den ders alıp bir kısmı orada kalmış bir kısmı da memleketlerine dönüp edindikleri bilginin intişarına hizmet etmişlerdir. 18. yüzyılın en meşhur Osmanlı âlimlerinden Saçaklızâde Mehmed Efendi (ö. 1732) bunların başında gelmektedir. Maraş’ta ilim tahsilinden sonra Şam’a gitmiş ve burada Nablusî’den hadis, fıkıh, kelam, tefsir okuyup Kadirî ve Nakşibendî tariklerinden hilafet almıştır. Daha sonra memleketine dönüp kendini ilim neşrine adamıştır. Saçaklızâde’nin haricinde Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinden Ahmed b. Muhammed el-Ağrıbozî,      İsmail b. Abdullah er-Rumî (ö. 1785),             Mehmed Aziz el-Kostantinî,             Hüseyin b. Abdullah er-Rumî,     Hasan b. Mustafa er-Rumî (ö. 1775) Nablusî’ye talebe olmuşlardır. Mustafa b. Ali el-Hamavî (ö. 1780), Abdullah b. Zeynüddin el-Basravî (ö. 1756-57), Paşmakçı Abdusselam b. Mustafa, gibi bazı âlimler ise İstanbul’da doğmakla birlikte Nablusî’ye talebe olduktan sonra Şam’da kalmayı tercih etmişlerdir.

    Nablusî’nin İstanbul’la olan irtibatından kastımız yalnızca İstanbul menşeli talebeleriyle değil, kimi İstanbul doğumlu, kimi başka diyarlardan İstanbul’a gelmiş ve burada vefat etmiş, kimi de bir dönem İstanbul’da bulunmuş olanların tümünü ihtiva etmektedir. Örneğin Hüseyin b. Abdullah el-Kostantinî (ö. 1757) ve Mehmed Bahaüddin İstanbul doğumlu olup Nablusî’ye talebe olduktan sonra İstanbul’a avdet etmişlerdir. Said b. Ali el-Kinanî (ö. 1744), Şeyh Mustafa el-Betrûnî (ö. 1748-49), Abdulvehhab b. Mustafa el-Kostantinî (ö. 1774-75), Mehmed Halil b. Esad el-Bekrî (ö. 1174) ise başka bölgelerde doğmakla birlikte Nablusî’den ders aldıktan sonra İstanbul’a gelmiş ve burada vefat etmişlerdir. Bunların haricinde Ali b. Hüseyin el-Hamavî (ö. 1739-40), Ahmed el-Menînî (ö. 1759), Abdürrahim Münîr (ö. 1179-80) gibi bir dönem İstanbul’da bulunmuş Nablusî takipçilerinin sayısı bir hayli fazladır.

    Zikredilen bu kişiler kadılık, müderrislik ve şeyhlik gibi farklı makam ve mevkilerde hizmet görmüşlerdir. Bir kısmı eser telif etmiş bir kısmı da talebe yetiştirerek Nablusî’den tevarüs ettikleri gerek ilmî gerekse irfani bilginin yayılmasına vesile olmuşlarıdır.

    Görüldüğü gibi Nablusî özelinde İstanbul ile Şam arasında 18. yüzyılda çok yoğun ilim münasebeti bulunmaktadır. Özellikle hadis ilmine bu dönemde çokça ehemmiyet verilmiş, Nablusî gibi Şam, Hicaz ve Mısır’da bulunan âlimlerin gerek kendileri gerek talebeleri vasıtasıyla başta İstanbul olmak üzere Anadolu ve Rumeli’ye silsileler intikal ettirilmiştir. Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş Gümüşhanevî (ö. 1893), Zahidü’l-Kevserî (ö. 1952) gibi âlimlerin icazetlerinin yazılı olduğu sebetlerde Nablusî’nin de adının geçmesi tesirlerinin ne kadar büyük ve şümullü olduğunun göstermektedir. Bu muhtasar yazıyla Nablusî ve talebeleri özelinde 18. yüzyıl Osmanlı ilim hayatında Şam ve İstanbul arasındaki irtibatın yoğunluğu gösterilmeye çalışılmış, burada bütün bir ilişki ağını zikretmek mümkün olmadığından mezkûr örneklerle iktifa edilmiştir.

    * Türkiye Yazma Eserler Kurumu, Yazma Eser Uzma

    [1] Aslında Şam bir şehirden ziyade eskiden; günümüz Türkiye, Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan topraklarının bir kısmını içeren geniş bölgenin adıdır. Bilâdu’ş-Şâm olarak bilenen bu bölgenin en önemli şehirlerinden biri Dımaşk’tır. (ar. دمشق, lat. Damascus) Günümüzde Suriye’nin başkenti olan bu şehir Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra Dımaşk’tan ziyade “Şâm-ı Şerîf” olarak anılmıştır.

    [2] Geniş bilgi için bzk. Mustafa Celil Altuntaş, Osmanlı Döneminde Hadis İlmi, (İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi), İstanbul 2018, s. 110.

    [3] Hayatıyla ilgili geniş bilgi için bkz: Nablusî’nin hayatı, eserleri ve fikir dünyası ile ilgili şu eserlere bkz. Bekri Alaaddin, Abdalganî an-Nabulusî (1143/1731): Oeuvre, vie et doctrine, Université de Paris, (Thèse de doctorat), Paris 1985, II/74; a.mlf., Bir Çağın Öncüsü Abdülganî Nablusî: Hayatı ve Fikirleri, trc. Veysel Uysal, İstanbul 1995; Muhammed Kemâleddin el-Gâzzî el-Âmirî, el-Virdü’l-Ünsî ve’l-Vâridü’l-Kudsî fî Tercimeti’l-Ârifi Abdilganî en-Nablusî, thk. Samer Akkach, Brill, Leiden 2012; Samer Akkach, Abd al-Ghanî al-Nâbulusî: Islam and the Enlightenment, Oneworld Publications, Oxford 2007; a. mlf., Letters of a Sufi Scholar: The Correspondence of Abd al-Ghanî al- Nâbulusî (1641-1731). Brill, Leiden 2010; a. mlf, Intimate Invocations: Al-Ghazzi’s Biography of Abd al-Ghanî al-Nâbulusî (1641-1731), Brill, Leiden, 2012; Elizabeth Sirriyeh, Sufi Visionary of Ottoman Damascus: Abd al-Ghanî al-Nâbulusî, 1641-1731, Routledge Curzon, London 2005; Barbara Von Schlegell, Sufism in the Ottoman Arab World: Shaykh Abdal-Ghanî al-Nâbulusi (d. 1143/1731), University of California (PhD. Thesis), Berkeley 1997; Züheyr Halil Berkavî, Abdülganî en-Nablusî ve Tasavvufuhû, Amman 2002; Ahmet Özel, “Nablusî Abdulganî b. İsmail”, DİA, XXXII, s. 268-70.

    [4] Barbara Kellner-Heinkele, “‘Abd al Ganî An-Nâbulusî And His Turkish Disciples”, Revue d’Historie Maghrebine, 59-60, Zaghovan 1990, s. 107-112.

    [5] İcazet metni için bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, nr. 484.

    [6] Köprülü Kütüphanesi, Mehmed Asım Bey, nr.103.

    [7] Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, nr. 689.