İKLİM-GÖÇ-SANAYİ KARMAŞASI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Thomas Nail*

    Bundan otuz yıl önce, bütün dünyada on beş tane sınır duvarı vardı. Bugün ise yetmiş duvar ve bir milyarı aşkın ulusal-uluslararası göçmen var. Önümüzdeki kırk yıl içinde, küresel ısınma yüzünden göçmen sayısı iki katına çıkabilir. Son yirmi-otuz yılda, bu krizlerden çıkar sağlamak (ve devam etmelerine yardım etmek) amacıyla tasarlanmış ve giderek daha da güçlenen küresel bir iklim güvenliği pazarının da doğuşuna şahit olmamız pek şaşırtıcı değil. Yükselen deniz seviyesine ve dışarıdan gelen insanlara set çekmek için duvarların, tel örgülerin imalatı, göçmenlerin gözaltına alınıp sınır dışı edilmesiyle birlikte, dünyanın en hızlı gelişen endüstrilerinden biri hâline geldi, üstelik 2023’e kadar 742 milyar dolar gibi bir meblağa ulaşacağı öngörülüyor. Bana kalırsa, “iklim-göç-sanayi karmaşası” diyebileceğimiz bir durumun doğuşuna tanıklık ediyoruz.

    Bu karmaşa, ulus devletleri, göç de dâhil olmak üzere iklimle ilişkili olaylardan doğan etkilerden emin kılarak kâr sağlayan özel şirketlerden meydana geliyor. Özel gözaltı merkezleri, sınır inşa eden şirketler, gözetim teknolojisi danışmanları ve planlamacıları, sınır dışı etme ve nakliye işlerini görenler, emniyetsizlikten daha geniş çapta kâr sağlayan ve giderek büyüyen taşeronlar ordusu; hepsi de bu karmaşada yer alıyor. Bu kriz karmaşasının her bir özelliği birer kâr fırsatıdır. Örneğin, güvenlik önlemleri “başarısız olup” göçmenler sınırları yasal olmayan yollarla geçse veya “suçlu” konumunda olmadan vizelerini geçirerek yaşamaya devam etse bile, onları avlayıp gözaltına almaları ve sınırın dışına atmaları için ücret ödenen şirketler var; böylece göçmenler sınırlara geri dönebilecek ve bu pazar döngüsüne en baştan girebilecektir. “Suç-göç” [crimmigration] sürecindeki her bir adımın artık kendi küçük ölçekli sanayisi ve onu destekleyen yasaları idame ettirmeye adanmış lobiciler ordusu var.

    İklim-göç-sanayi karmaşasının belkemiğini oluşturan, çift katmanlı inanılmaz bir çelişkiyle karşılaşıyoruz burada: Sağcı milliyetçiler ve onların siyasetçileri elinde belge olmayan bütün göçmenleri sınır dışı etmek istediklerini iddia ediyorlar, ancak bunu yaparlarsa kendi ekonomilerini mahvedebilirler. Öte yandan kapitalistler, ekonomiyi göçmen emeğiyle büyütmek istiyorlar (dürüst olan her ekonomist göçün hemen her zaman gayrisafi millî hasılada büyümeye yol açtığını söyleyecektir), fakat bu emek fazla pahalı olursa bu durumda o kadar da kârlı olmayacaktır.

    Trump bu göçmen karşıtı, ekonomi yanlısı ikilemin ve ona yönelik çözümün ikiyüzlü tecessümüdür; mutlaka durumun farkında olduğundan değil. Göçmen emeği bir yandan, yabancı düşmanı bir devlet tarafından strateji gereği suça itilmiş ve değersizleştirilmişken, öte yandan ekonomi tarafından güvenli hâle getirilmiş ve aşırı sömürülmüştür. Bu durum sağcı kapitalistler için çift taraflı bir kazançtır, fakat hayati öğelerden biri hâlâ eksiktir: Göçmenleri yurtlarını terk edip giderek daha fazla yabancı düşmanı olan bir ülkede sömürülmüş suçlular olarak çalışmaya ne zorlayacak?

    İklim göçmeni kişiliği işte burada devreye giriyor. “İklim göçmenleri” veya “iklim mültecileri” dediklerimiz sırf “doğal afet” kurbanı değildir, çünkü iklim değişikliği salt doğal bir süreç değildir, aksine oldukça siyasidir. İklimle ilişkili göçün nedenlerini, tam bir orantısızlıkla, zengin Batı ülkeleri doğurmuşken, sonuçlardan yine tam bir orantısızlıkla daha yoksul ülkeler mağdurdur. Kimin göçe mecbur edileceğini belirleyen koşullar da sömürgecilik tarihinin, küresel eşitsizliğin, ekonomik göçü on yıllardır teşvik eden aynı koşulların etkisini taşır. Kısacası, iklim değişikliğinin umutsuz, suça itilmiş, fiziksel ve ekonomik açıdan yerinden edilmiş emekçi arzını giderek artırarak iklim mahvının faillerine kâr sağlaması tesadüf değildir. Aslında Trump “çözümü”nün anahtarıdır bu.

    Başka bir anahtar da iklim değişikliğinin yeni arazilere erişmek için kullanılmasıdır. İnsanlar bir bölgeden göçe mecbur bırakıldığında veya donmuş topraklar çözüldüğünde artık yeni araziler, su ve ormanlar madencilik, sondaj, balıkçılık ve tomrukçuluk gibi, doğal ürünleri işleme sanayilerine açık hâle gelir. Grönland’ın buzları eriyen topraklarına, petrol ve gaz rezervleri nedeniyle, Trump’ın geçenlerde yaptığı (gülünç) satın alma teklifi bunun bir örneğidir. Katrina kasırgasından sonra New Orleans’a uygulanan, şehri zengin muhiti hâline getirme tutumunun da gösterdiği gibi, iklimin vurduğu şehir alanları yeni gayrimenkul piyasaları doğurur. Başka değişle, iklim değişikliği belki de kapitalizmin sonu demek değildir, bilakis bugün düşüşteki ekolojik kâr oranlarında söz konusu olan canlanmaya işaret ediyor olabilir. Sömürgecilik döneminde, kolayca el konabilecek her şey ve herkes (petrol, köleler, balta girmemiş ormanlar vs.) silip süpürüldü. Günümüzde sömürgecilik sonrası döneme taşınmış işçiler daha fazla para ve hak talep ediyor. Arta kalan madenlerin çıkarılması daha masraflı. Kapitalistlerin finansal spekülasyona ve şimdi de kendi krizlerini paraya çevirmeye giderek daha çok çekilmelerinin nedeni işte bu.

    Keşke, diye hayal kurar kapitalist, ekonomiyi canlandırmanın yeni yolları olsaydı; pek çok insanı yerinden yurdundan daha ucuza çıkarıp emeklerini değersizleştirmenin, sonra bu emeğe neredeyse bedava el koymanın yeni yolları olsaydı. Başka bir deyişle, iklim değişikliği olmasaydı bile kapitalizm onu icat ederdi. Kapitalistlerin şansına iklim değişikliği var, çünkü onu kendileri yarattılar. İklim göçmenleri şimdilerde “kullan at iklim emeği ordusu” diyebileceğimiz unsuru meydana getiriyor; sıradaki iklim felaketinin vuracağı her yerden gelen, daimî bir küresel yoksulluk rezervinden askere alınan, üstelik kapitalizmin güvenli hâle getirilmiş, suça daldırılmış, güvencesiz emeği sömürmeyi istediği her yerde cepheye sürülmüş insanlar ordusu.

    İklim göçü “kriz”inin bütüncül çerçevesini yeniden düşünmeliyiz. Başka niteliklerin yanında, çağımızın son derece hareketli olaylarıyla daha iyi boğuşmak için, daha hareket odaklı bir siyaset teorisine ihtiyacımız var; buna “kinopolitika” diyorum. Kapital çağının/hareket çağının ortaya çıkışı doğanın, insan ve toplumun her daim hareket hâlinde olduğu anlayışını bugün mümkün kılıyor. İnsanlar esasen her zaman göçmendir ve böyle olagelmişlerdir, tıpkı iklim ve yeryüzü gibi. Bu çifte kavrayış bugün kulağa zaten apaçık gibi gelebilir, ancak daha ciddi yaklaştığımızda bu kavrayışlar iklim ve göç krizine yönelik başat yorumlamacı bakış açılarının tam tersini sunarlar.

    İnsan ve yeryüzü her daim hareket hâlindedir, ama bütün hareket kalıpları aynı değildir. Yeryüzünün ve insan toplumunun doğal, normal ya da varsayılan bir durumu yoktur. Dolayısıyla, bu yarı dengeli durumları mümkün kılan dolaşım kalıplarını incelemeli ve onları verili görmemeliyiz. The Figure of the Migrant (2015) [Göçmen Figürü] ve Theory of the Border (2016) [Sınır Teorisi] kitaplarımda çözmeye çalıştığım mesele de budur. Maalesef, göç ve iklim krizi hakkında düşünmenin başat çerçevesi hâlen baş aşağıdır. Bu çerçeve üç katmanlı bir durağanlık bakış açısıyla yola çıkar: 1) Yeryüzü ve insan toplumu bir manada ayrılabilir, durağan, hiç değilse istikrarlı, yapılardır, 2) Gelecek de aynı şekilde istikrarı sürdürecektir, 3) İstikrar yoksa “kriz” vardır. Demek ki hareketliliğin bir kriz olması ancak evvelemirde durağanlığın olduğunu veya olması gerektiğini varsayarsak söz konusudur. Örneğin, göçmenlerin toplumu istikrarsızlaştırdığı ve iklim değişikliğinin yeryüzünü istikrarsızlaştırdığı söylenir.

    Kinopolitik bakış açısıyla baktığımızda, aslında tam tersinin doğru olduğunu görebiliriz: İnsanlar öncelikle göçmendi, sonra sonra yarı dengeyi daha iyi sağlayan toplumsal dolaşım kalıplarına alıştılar (bu da tarihsel açıdan, ötekilerin toplumdan dışlanıp malına mülküne el konmasıyla mümkün oldu.) Göçmenler toplumun dışında değildir, aksine tarih boyunca üretici ve yeniden üretici rolünü oynamıştır. Göçmen hareketleri istisnai veya nadirattan değildir, bilakis toplumun kurucu ve dönüştürücü öğeleridir. Gerçek soru şu: Neden, sanki toplumlar, yeniden üretim koşulları olarak, harekete dayanan toplumsal dolaşım süreçleri değilmiş gibi düşünüp hareket ediyoruz? Yeryüzü de başlarda göçmendi, ancak sonraları yer ve gökle ilişkili yarı dengeli dolaşım kalıplarına (holosen evresine) geçti. Neden yeryüzünü, başlarda insan faaliyetinden muaf, istikrarlı, durağan bir yüzey gibi düşündük?

    İklim değişimi ve göçe ilişkin yaygın yorumlama türündeki sorun şudur: “Kriz”i tanımlayan sakat bakış açısı, durağanlık mefhumu yine çözüm olarak da önerilir; “Haydi her şeyi olağan istikrarına/durağanlığına kavuşturalım!” Bence “kriz”i çözmek için, zaten krizi yaratmış araçları –yani kapitalizm, sömürgecilik ve ulus devlet– kullanmayan yeni bir bakış açısına ihtiyaç var.

    Günümüz göçmen “kriz”i kapitalist, yerel ulus devlet biçiminin merkezinde duran çelişkinin ürünüdür. Yine iklim krizi de antroposentrizmin merkezinde duran çelişkinin ifadesidir. O hâlde çözüm krizin içindeki biçimlerden değil yeni “hareket hâlindeki biçimlerin” doğuşundan gelecektir. Bu biçimler ise eski biçimleri çözündürmekten ibaret olan alametifarikalarının kuramsal önceliğiyle işe koyulurlar; göçmen iklim ile iklim göçmeninin içkin hareketliliği.

     

    *Prof., University of Denver, Felsefe bölümü.