HABER BİLGİ MİDİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ömer B. Albayrak*

    Sabah Ülkesi’nin geçtiğimiz (70.) sayısının dosya konusu kapsamında Hayrettin Nebi Güdekli’nin “Bir İletişim Yolu Olarak Haberin Epistemolojisi” adlı yazısı, dosya bağlamındaki değerine ek olarak, bilgi ile haber arasındaki benzerlikleri, ilişkileri ve farkları düşünmek için de çok güzel bir giriş yolu sunuyor okuyucuya. Buradaki “giriş” ile kastettiğim, metni ortaya koyan birikimin düzeyi değil, benim gibi, konunun ve alanın amatörü bile sayılmayacak, ama felsefeyle ilgili birinin zihnindeki soruları yeniden deşmesi ve bunlar üstüne yeniden düşünmek için erişilebilir bir başlangıç noktası olmasıdır. İçeriğin dayandığı birikimin bu denli açık ve anlaşılır bir biçimde sunulması, zaten ancak böyle bir birikimle mümkün olmaktadır genellikle. Buradan hareketle, Güdekli’nin yazısının bende uyandırdığı soru işaretlerine ilişkin sunmaya çalışacağım düşünceler ve ek sorular, bir birlikte düşünme gayesiyle ortaya konmuş, bir sohbet yakınlığıyla dile getirilmeye çalışılmış okuma notları olarak da değerlendirilebilir. Bambaşka bir çerçeveden söyleyecek olursak, ideal bir iletişimin varsayıldığı ve hedeflendiği bir zeminde, düşünceyi harekete geçiren bir diyaloğa kapı açarsa bu sorular, yazarının gözünde umduğundan da fazlasını yerine getirmiş olacaktır.

     

    Güdekli kelam açısından ele aldığı meselede haberin “dilsel iletişimin temeli” olan en dolaysız ve apaçık biçimde doğru boyutundan hareketle, literatürde bilginin üç kaynağından biri olarak belirlendiğini ve “bilginin sebebi olan şey bilen öznenin dışında olan bir şey” olduğunda duyular ve akıl yürütmeden farklı bir bilgi kaynağı olarak tanımlandığını bize aktarıyor (s. 82-83). Daha da bütünsel tanım ise şöyle: “Duyuların erişemediği ya da akıl yürütmeyle ulaşılamayan gerçeklik düzlemindeki şeylerin bilinmesini sağlayan bir yol” (S. 83). Yani kendim görmediğim, duymadığım şeylere ilişkin, o şeyleri gören, duyan birilerinin bana ilettiği bir “bilgi” söz konusu. Bu “bilgi”ye akıl yürüterek de ulaşamıyorum zira yukarıdaki tanımda da belirtildiği gibi, gerçeklik düzlemindeki şeyler söz konusu olduğunda ona duyusal yoldan bir erişimin zorunlu olduğu da kendiliğinden anlaşılıyor. Örneğin matematik problemi çözerken sadece akıl yürütme yolunu kullanırım ve bu alanda duyusal bir veriye ihtiyaç duymam. Dolayısıyla haber bu iki yola eklenen üçüncü bir bilgi kaynağı oluyor.

     

    Güdekli’nin gayet ikna edici bir biçimde gösterdiği gibi, haber, aslında gündelik yaşamımızı ve oradaki iletişimimizi, hatta deyimimizi bile mümkün kılacak kadar temel bir işleve de sahip: şeylerin adlarını anne-babamızdan öğrenmemiz, hatta kendi adımızı öğrenmemiz de bu şekilde gerçekleşir ve bu açıdan her türlü bilgi temelde habere dayanır. Daha ileri bir örnek vermek gerekirse, konunun uzmanı olmayan benim bir doğa bilimi makalesi ya da kitabı okurken o metinle kurduğum ilişki de haber olarak gerçekleşir ilk aşamada, zira ben sözgelimi fizikçi olmadığımdan o makalede bana sunulan verilerin doğruluğunu denetleyemem, böyle bir birikimim yoktur. Bu nedenle o dergide, kitapta okuduklarımı kendi duyularımla ya da akıl yürütmemle üretemeyeceğimden, orada bana sunulan bilgileri haber olarak kabul ederim ve bu hâliyle de doğru olduklarına inanırım. Bu inancımın temelinde, sunulan bu bilgilerin kanıtlarının da sunulması, her zaman denetlenebilir olmasıdır (tabii ki bunu yapabilecek donanımdaki kişiler tarafından).

     

    Ancak burada iş karmaşıklaşmaya başlıyor gibi. Felsefecinin ilk refleksi doğal olarak “gerçeklik düzlemi”nin nasıl tanımlanacağı sorusunu sormak olacak. Benim de aklıma gelen ilk soru bu oluyor hâliyle. Ancak bu metinde buna ilişkin bir bilgi ya da tanım verilmemekle birlikte bu işin söz konusu metnin amacının dışında kaldığını, bunun verili olarak varsayıldığını kabul edebiliriz. Bu bir eksiklik değil, zorunlu bir kısıtlamadır, zira her metin hem konusu itibariyle hem de yazıldığı biçim itibariyle dayandığı tüm dayanakları eksiksiz olarak kanıtlamak zorunda değildir, bu mümkün de değildir. Bir metinden böyle bir şey beklemek, asla tamamlanamayacak bir metin beklemekle aynı anlama gelecektir. Onlar başka metinlerde tanımlandıklarından, kanıtlandıklarından, hazır olarak alınır ve kulanılır. Ama soru yine de baki…

     

     

    Yöntemle ilgili akla soru düşüren ikinci nokta, “yalan söyleme konusunda birleşmeleri mümkün olmayacak bir şekilde farklı zamanlarda farklı kişilerden işitilen” haberin işitildiğinde, “bu tür haberleri işittiği zaman” işiten öznenin “kendini bir şüphe ve zan hâlinde” bulması durumunda haber veren kişinin doğruluğunu ileri sürememesiyle ilgili. Bu durumun gerçekleşme koşullarının ne olduğunu sorduğumuzdaysa metindeki yanıt (elbette bunun daha geniş bir yanıtı olabilir, biz metinden yola çıktığımız için bu sınırlar içinde konuşuyoruz), kuşku içinde olan ve olmayan iki hâli birbirinden ayıran şeyin şu olduğunu görüyoruz: “Fark ise işitenin hiçbir kuşku hissetmeksizin içsel tecrübesiyle zorunlu olarak bildiği şeydir.”

     

    Bu tanım itibariyle, mevcut “bilgi”lerin kabulünü değil ama eleştirisini, örneğin İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde görüyoruz. Kendisinden önceki tarihçilerin aktardıklarını “gerçeklik düzlemindeki şeyler”e göre, ya da bugün kullanılan ifadeyle söyleyecek olursak, hayatın doğal akışına aykırı bulan İbn Haldûn, bugünden bakıldığında hayranlık uyandıran bir eleştirellikle aktarılan pek çok şeyin, doğal, maddi, vb. nedenlerle doğru olamayacakları kanaatine varır ve bilgiden saymaz. Güdekli’nin örnek olarak saydığı, “geçmiş hükümdarların yahut bizden uzak diyarların varlığına ilişkin nesilden nesile aktarılagelen haberler” bu türden haberler gibi görünüyor. Tabii akla hemen, Marco Polo’nun Uzakdoğu’ya ilişkin aktardığı, fantastik yaratıklarla dolu bir masal dünyasından çıkmış gibi görünen haberler geliyor ve onlar da bu tanıma uyuyor gibi görünüyor. “Gerçeklik düzlemi”nin tanımlanmasının neden önemli olduğu bu örnekte de kendini gösteriyor gibi.

     

     

    Bu açıklama bize hem tarihsel hem coğrafi açıdan uzak olsa da Descartes’ın Meditasyonlar’da sözünü ettiği, açık ve seçik olarak bilme fikrini akla getiriyor. Descartes’ta da aklın ışığıyla bir şeyi açık ve seçik olarak, sezgisel olarak bildiğimde bu deneyimin daha gerisine gitmek mümkün değildir. Doğruyu görürüm, çünkü onu gördüğümde doğruyu gördüğümü bilirim. Burada -Descartes için de geçerli- bir döngüsellik tehlikesi yok mudur? Ya da bu soru şu ya da bu yaklaşımın, ekolün açıklamasından da ötede, bir şeyi anlamak, bilmek ne demektir bu soruya bağlanan daha geniş bir meselenin parçası olabilir.

     

    Ancak Descartes’tan söz açmışken, Güdekli’nin aktardıklarını daha iyi anlamak için Meditasyonlar’a bakmaya biraz daha devam edelim… Yazarın “bizde meydana gelen, failinin biz olmadığımız bilgi”ye yani habere ilişkin olarak sunduğu kanıtlayıcı argüman, yani bu bilgiyi olumsuzlayamıyor olmamız, “onun bizde meydana gelmemesine güç yetiremiyor” olmamız durumu, oldukça güçlü bir biçimde Descartes’ın dış dünyadaki (gerçeklik düzlemi de diyebiliriz herhâlde) nesnelerin varoluşuna ilişkin sunduğu argümana benziyor. Bilindiği üzere Descartes ile birlikte ortaya çıkan büyük epistemolojik (sonra da ontolojik) kopuş, varoluşun kavramdan değil, öznenin zihnindeki temsillerden yola çıkılarak kanıtlanır olmasında yatar. Tanrının varoluşuna ilişkin kanıt bile, örneğin Aziz Anselmus’un 11. yüzyılda yaptığı gibi, Tanrı kavramından değil, düşünen varlık olarak benim zihnimdeki Tanrı fikrinden yola çıkar, zira Descartes’a göre kuşku duyamayacağım tek şey zihin olarak varoluşumdur. Dolayısıyla iş, zihnimdeki temsillerin, fikirlerin, işareti oldukları nesnelerle ilişkisini kanıtlama işidir artık.

     

    Tanrıdan önce dış dünyanın ve oradaki nesnelerin varoluşunu kanıtlamaya giriştiğinde Descartes, aynı Güdekli’nin aktardığı argümana benzer biçimde, bu nesnelere ilişkin bizde oluşan duyumsamalara müdahale edemememi, onları yok sayamamamı gösterir. Sıcak bir taşa elimi değdirdiğimde, bu sıcaklık hissi üzerinde hiçbir olumsuzlayıcı etkide bulunamıyor olmam, o duyuma yol açan nesnenin benden bağımsız, gerçeklikte var olduğunun kanıtı olur. Peki burada yukarıdakinin birebir aynısı bir argüman mı söz konusudur? Bana pek öyle gelmiyor. Bunu göstermek için de, şimdi Descartes’ı biraz zorlayıp onun argümanlarını Güdekli’nin konuştuğu çerçevenin terimleriyle dile getirmeye çalışarak bir zihin egzersizine girişelim.

     

    Söz konusu çerçeve açısından, Descartes’ın insan zihninde kuşkuya yer bırakmayacak biçimde var olduklarını kabul ettiği fikirleri haber olarak alırsak, bu durumda önce dışsal nesnelere ilişkin haberlerin, sonra da Tanrının varoluşuna ilişkin haberlerin (bu bağlamda insan zihnindeki Tanrı fikri) doğruluğunu nasıl kanıtladığına baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Dış dünyaya ve onun nesnelerine ilişkin “haberlerin” doğrulanması ampirik deney yoluyla (taşa elimi sürmem), Tanrının varoluşuna ilişkin haberin doğrulanmasıysa akıl yürütme yoluyla (ben mükemmel olmayan bir varlık olarak mükemmel varlık fikrinin kaynağı olamam) olur. Başka bir deyişle, bu örneğimizde, haberin bilgi olarak doğruluğunun ancak, Güdekli’nin bilginin öbür iki kaynağı olarak aktardığı duyular ve akıl yürütmeyle sağlandığını görürüz. Bu da, bilgi ile haberin, birbirine indirgenemeyeceğini, aralarında mutlak bir fark olduğunu düşündürüyor ve bu farkın kaynakla değil, başka bir şeyle kurulacağını düşünüyorum. Bu aşamada meseleye bir katman daha eklenecek gibi görünüyor.

     

    Çok basit bir gündelik yaşam örneğinden yola çıkalım. Bir arkadaşım, ikimizin de tanıdığı birisinin söylediği bir şeyi bana iletmiş olsun. Bu hâliyle bu bir haber. Bu haberin doğruluğuna ilişkin içimde kuşku kalmaması için bir değil iki taraftan doğrulanması gerekiyor aslında: ilk olarak, o kişinin gerçekten böyle bir şey söyleyip söylemediğini sorgulayabilirim. Yani merak ettiğim, o sözün gerçekten söylenmiş olup olmadığıdır. Bu durumda haberin doğruluğunu değil belki ama gerçekliğini duyusal olarak temellendirmeye çalışırım (günümüzde akıllı telefonlarla her şeyi kayıt ediyor olmamız bu işi oldukça kolaylaştırdı). Bunun için başvurabileceğim ikinci yolsa, arkadaşıma güveniyorsam, beni aldatmayacağına inanıyorsam, “O söylediyse doğrudur.” biçiminde özetlenebilecek bir tavırla onu doğru kabul etmem olur.

     

    İkinci aşamadaysa, arkadaşımın bana aktardığı şeyin içeriğini, yani o sözün, üstüne söylendiği şeyle örtüşüp örtüşmediğini sorgulamaya girişirim. Arkadaşımın aktardığı gibi bir söz söylenmiş olabilir, ama bu, o sözün dile getirdiği içeriğin doğru olup olmadığını garanti etmez, çünkü onu doğrulamanın yolu duyusal veridir. Söylemek istediğim şeyin daha net anlaşılması için, saçma bir örnek vereceğim: Arkadaşım bana ortak tanıdığımız filanca kişinin, kendisinin kuş gibi uçabildiğini söylediğini aktarmış olsun. Burada ilk aşamada, o kişinin gerçekten bunu söyleyip söylemediğini sorgularım, bu haberin haber olarak gerçekliğine ilişkin bir sorgulamadır. “Gerçekten söylemiş mi bunu?” İkinci aşamadaysa, dile getirilen içeriğin doğru olup olmadığının kanıtını sorgularım. “Uçabiliyorsa binanın çatısından atlasın bakalım görelim.” İlk aşamadaki tavrı burada da sürdürebilirim: bu kez sözü ileten arkadaşım değil, söyleyen o kişi söylediyse doğrudur, uçuyordur, diyebilirim. Bir başka seçenek de, o söylüyorsa kesin yalandır, diyerek reddetmek tabii ki.

     

    Descartes zihnindeki “haberler”in haber olarak mevcudiyetlerinden kuşku duymaz, ama onların sadece benim zihnimdeki fikirler olarak kalmaları, nesnel bilgi hâline gelmemeleri durumunda da hiçbir işime yaramayacaklardır. Dolayısıyla Descartes ikinci ve üçüncü Meditasyonlarında bu haberleri hem duyu verileriyle (dış dünyanın varoluşu) hem de akıl yürütme yoluyla (Tanrının varoluşu) bilgi düzeyine çıkarmaya çalışmıştır, diyebiliriz.

     

    Şimdi iki aşamada iki farklı tavır söz konusu olduğunda katmanlar ve ilişkiler çoğaldı: habere bilgi, bilgiye haber muamelesi yapabiliyoruz, yukarıda göstermeye çalıştığım gibi. (Bu ayrımı neye dayandırdığımı birazdan açıklayacağım.) Bu ikinci tavır, Güdekli’nin doğru haberin ikinci türü olarak aktardığı, peygamberin haberinde kendini gösteriyor. Ancak sunduğumuz çerçeve açısından yine soru uyandıran bir durumun sürdüğünü düşünüyorum. Bu durum, Güdekli’nin sunduğu kıyas örneğinin ikinci öncülünde son derece açık biçimde görülüyor: “Nübüvveti mucizelerle sabit olan kişinin haberi doğru ve içeriği de gerçektir” (s. 84). (Ben haber için gerçek ve içerik için doğru derdim) Burada mesele aslında Kant’ın metafizik eleştirisine kadar gidiyor gibi. Çok özet olarak söyleyeceksek, Kant metafiziği, kavramlardan varoluş çıkarmak ve ona ilişkin bilgi türetmekle eleştiriyordu. Bu açıdan andığımız öncüle baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Evet, tanımı, kavramı itibariyle, peygamberin haberi doğru ve içeriği gerçektir, diyebiliriz, çünkü peygamber tanımı zaten bunu içerir. Ancak bu tanımın altına düşen belirli bir kişinin olduğunu ve onun sözünün doğru olduğunu söylediğimizde ampirik, tarihsel alana geçmiş oluruz ve o tanımın altına kimin düşeceği de, kaçınılmaz biçimde, ona iman etmiş olmakla belirlenir. Başka bir deyişle, kavramsal ya da dil içinde kaldığımızda zorunlu olarak doğru olan önerme, dilin işaret ettiği gerçeklik alanına geçtiğimizde bu zorunluluğu iman gibi kişisel bir tavra bağlamak zorunda kalır: yukarıdaki öncül sadece o peygambere ve onun bildirdiği dine iman eden için doğrudur, başka dine mensup biri içinse doğruluk değeri taşımaz. Benzer bir durum vahiy dışında gündelik bilgi için de geçerlidir. Bize şeylerin adlarını öğreten kişilerin bize doğruyu söylediklerini varsayarız ya da onlara inanırız. Ne zaman ki, anne-babamızın bizi bazı etkilerden korumak için bize her zaman doğruyu söylemediklerini görürüz (çok yakın bir arkadaşım, televizyon izleme alışkanlığı edinmesini istemediği kızına, okulda sınıf arkadaşlarından öğrendiği bir çizgi filmin kendi evlerindeki televizyonda olmadığını söylemişti) o zaman haberi ampirik olarak da doğrulamaya yani onun bilgi olup olmadığını anlamaya çalışırız. Başka bir örnek de Skolastikten verelim. Modern bilimin kurucularından Galilei, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog adlı kitabında Aristotelesçileri temsil eden Simplicio’yu apaçık duyu verileri karşısında “ipse dixit” [Lat. o dedi] demekle, yani Aristoteles’in otoritesine başvuran bir kanıtlama yoluna başvurmakla eleştirir. Galilei’ye göre deney verileri ve matematik yoluyla kanıtlama karşısında Skolastikçiler ancak Aristoteles’in otoritesine sığınmakta, kaynağa duydukları inancı öne sürmekte ve “O dediyse doğrudur.” tavrına bürünmektedirler.

     

    Sözü daha fazla uzatmadan, söylemeye çalıştığım şey şu: Bilgi ile haberin kaynak itibariyle değil, doğrulanma yöntemleri itibariyle birbirlerinden ayrıldıklarını söylemek daha isabetli görünüyor. Zira yukarıda anlattıklarımızdan hareketle, bilginin doğruluğunu denetlemenin yolu deneyden ya da akıl yürütme yoluyla gerekçelendirmekten geçiyor. Haberin doğruluğuysa, haberin kaynağına duyulan güven, inanç ya da iman üzerinde temelleniyor. Hatta Güdekli’nin metninin sonunda bu ayrımı düşünmeye bizi itecek bir çatlağın da görünür olduğunu söyleyeceğim: “Kuşkusuz haber eğer doğru ise bir bilgisel değer ifade edecektir.” (s. 85) derken, haberin doğruluğunun onu bilgi hâline getireceğini söylemiş olduğunu, yani tam da benim işaret etmeye çalıştığım indirgenemezliğin belirtisini gösterdiğini düşünüyorum. Haberin içeriğinin bilgi olabilmesi için doğru olması gerektiğini söylediğimizde, bu doğrulamanın nasıl olacağını da söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, haber bilgi olduğunda artık haber olmaktan çıkıyor, bilgi de iletiye dönüştüğünde haber olmuş oluyor. Hatta aynı önerme, doğrulama yolu itibariyle, yukarıdaki örneklerde göstermeye çalıştığım gibi, hem haber hem de bilgi olarak ele alınabilir.

     

    Burada son bir noktayı belirtmek gerek, ki bu da son derece önemli, hatta belki de tüm meseleye ilişkin tartışmanın önünde sonunda bağlanacağı bir nokta gibi görünüyor. Ben bu soruları sorarken Kant sonrası bir dünyadan, onun deneyimi ve bilgiyi zamanla ve mekânla sınırladığı bir dünyadan hareketle soruyorum. Peki bu durumda Güdekli’nin bize son derece açık biçimde aktardığı paradigma Kantçı paradigmaya göre nerede durmaktadır? Mesele, bunlar ayrı geleneklerdir diyen bir özcülükle mi, yoksa tarihsel süreçleri de işin içine katan çok daha karmaşık bir biçimde mi ele alınmalıdır? Soruyu formüle edişimden benim durduğum taraf belli oluyor elbette, ama Güdekli’yi peşinen özcülükle itham ediyor olmadığımı da tüm samimiyetimle söylemeliyim. Benim derdim, bu meseleye ilişkin tartışmanın genel olarak bu eksende döndüğünü ve içerdiği sorunları hatırlatmaktan ibaret. Yazısı, verdiği okuma keyfinin yanı sıra, kafamdaki soruları ifade etmeye vesile olduğu için kendisine çok teşekkür ediyorum.

     

    * Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe Bölümü.