AŞKA DAİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Sari Nusseibeh* 

    Müzik kalbe bir şeyler söylüyorsa eğer, hele bir de mevzu aşka, kalbin bu öz tutkusuna dairse ne denli ileri ve ne kadar derine gideceğini artık siz düşünün. Ümmü Gülsüm, Arap dünyasının gelmiş geçmiş en iyi şarkıcısı olarak bilinen “Doğunun Yıldızı” milyonlarca kadın ve erkeği sözlerinin, sesinin pençesinde tutabilmişti; Arap dünyasının her yanından insanlar onun en son içli canlı yayınını dinlerken radyolarına mıhlanıp kalıyordu. İnsanları o kadar büyülüyordu ki her ayın ilk Perşembe günü “Hanımefendi” sahneye çıkacakken Kahire sokakları neredeyse boşalıyordu. Konser verdiği mekân Kahire’nin zarif giyimli elitleriyle dolup taşarken, canlı yayınlanan sesi ve müziği de tüm Mısır’da, Arap dünyasının diğer bölgelerinde yankılanıyordu; dinleyen herkesin kalbine sirayet ederek evlerde, kafe ve dükkânlarda zengin fakir herkesçe duyuluyordu. Siratü’l-hubb (Aşk Hikâyesi) kendisinin aşk hakkındaki pek şarkısından yalnızca biri: “Bak, âşıkların gözünde dünya ne güzel!” “Yâ selââm… Yâ selââm”. Aslında esenlik anlamına gelen ve Allah’ın adlarından olan bu kelime bu bağlamda nasıl çevrilebilir? Ne ihtişam, ne görkem! Yüce Allah’ın izniyle. Aşkın gözüyle, âşığın gözünden bakıldığında dünya nasıl da muhteşem oluyor, seyreyle! Aynı şey, Yâ selââm, Ümmü Gülsüm’ün sihirli kudreti için de söylenebilir; kalpleri nasıl fethedeceğinin, insanların en derin şahsi duygularına nasıl hitap edeceğinin sırrını bulmuş gibi duran Ümmü Gülsüm’e Yâ selââm; insanları bir mıknatıs gibi kendine çekerek, muazzam kalabalık insan yığınından yek ahenk yaratmasını bilen Ümmü Gülsüm’e Yâ selââm. Bir ahenk ki mevzuu aşk; herkesin yaşadığı veya can attığı, herkesin başkaları kadar güçlü ve duygudaşça hissettiği bir tutku.

    İnsanların kendilerindeki daha hoş, daha güzel boyutları nasıl ifade edeceklerini veya bunlara nasıl karşılık vereceklerini keşfettiği her yerde aşka bol bol şiir düzülmüştür. Yoksulluk, savaşlar ve ekonomik geri kalmışlıkla boğulmuş bir Arap muhitinde bile, kelimenin gerçek anlamıyla milyonlarca insanın aynı neşeli anı paylaşarak, kısa süreliğine büyülenip dünyanın tüm kederlerini arkada bırakarak müzikal bir aşk takdisinde nasıl kolayca kendinden geçtiklerini gösteren pek çok örnekten biri olarak Ümmü Gülsüm’le başlamayı tercih ettim (İhtiyacın Olan Tek Şey Aşk [All you need is love], da diyebilirdim mesela.) Aşkın yenilmez kudreti böyledir çünkü.

    Gelgelelim, bu şekilde uyanacak bir tutkunun akılla veya akli söylemle tahrik edilemeyeceği hatırda tutulmalıdır; neden böyle olduğu hakkında da düşünülmelidir. 11 Eylül sonrasındaki havanın, ayrıca Huntington’ın kaçınılmaz kültür çatışması şeklindeki gelecek tasarısının tam ortasında bir grup Müslüman önder, Papa XVI. Benedict’in Müslümanları aşağılar gibi göründüğü Regensburg konuşmasına cevap veriyordu. 2007’de New York Times’ta yayımlanan bu açık mektup A Common Word Between Us And You (Aramızdaki Ortak Söz) başlığını taşıyordu. Daha çok bir beyanname niteliği taşıyan bu mektupta Müslüman önderler Hristiyan dünyasını sevgi ve komşuluktan ibaret ortak dinî mesaja kulak vermeye çağırıyordu. Dünya barışına (ve adaletine), diye iddia ediyordu bu Müslüman önderler, ancak bu sayede erişilebilir. Çok geçmeden, bu kez Hristiyan önderler grubu bir yanıt yayımladı: “Loving God And Neighbor Together: A Christian Response To ‘A Common Word Between Us And You’” (Tanrıyı ve Komşuyu Birlikte Sevmek: “Aramızdaki Ortak Söz”e Hristiyan Yanıtı). Kısa süre içinde Müslüman ve Hristiyan önderler el ele verdiler, kendi destek dairelerini genişletip bu sevgi ve barış mesajını yaymak için kendi topluluklarında bir kampanya başlattılar. ABD’de, araştırmacılar ve dinî önderlerin Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki müştereği, özellikle sevgiyi vurguladıkları koca bir kitap yayımlandı; kitabın önsözünü kaleme alan ise altı haneli maaşıyla barış elçisi olan Tony Blair’den başkası değildi (maalesef). Fakat beş yıl sonra, Ortadoğu’da bir Müslüman devletini, bir Yahudi devletini ve ABD’yi kapsayan nükleer savaş ihtimalleri; insan kalplerinden müteşekkil, eli kulağındaki bir cemaatten daha fazla gerçekliği var gibi duruyordu. Ayrıca, her iki tarafta artan bağnazca dindarlığa yine her iki yakada ötekine karşı artan bir hoşgörünün eşlik edip etmediği de meçhul.

    Dolayısıyla insan merak ediyor; sevgiye ne oldu? Başka deyişle, asli aşk tutkusu veya aşka duyulan tutku neden dünyadaki insani meselelerin ön safında yer almıyor? Ne de olsa onun kudreti yenilmez değil mi? Hayatlarımızdan çıkıp gitti mi yoksa?

    Bu noktada İbn Haldûn’u, 14. yüzyıl Arap sosyoloğunu ve onun teavün veya dayanışma kavramını hatırlatmak isterim. Belki biliyorsunuzdur, İbn Haldûn dayanışmanın insanları birbirine bağlayan, ayrıca otoriteyi doğuran, otoritenin –ve daha genel olarak hükümetin– yükseliş ve çöküşünü açıklayan en mükemmel tutkal olduğunu söyler. Peki, kendisi son tahlilde dayanışmayı nasıl açıklıyor veya tanımlıyor? Gayet manidardır ki İbn Haldûn bu kavramı annenin sevdiğine karşı veya kişinin kan bağıyla bağlı olduğu akrabalarına karşı duyduğu birincil içgüdü şeklinde açıklıyor. Bu da, insanın sevdiklerine zarar gelmesin diye kendini tehlikeye atmaya hazır oluşunu ifade eder. Bunun akli bir hesap kitap meselesi olmadığına dikkat edelim. Ortada bir korku vardır, fakat korku kişinin kendisi için değil ötekiler için taşıdığı korkudur. Bu korku, insanın meşru müdafaa hakkını kazanmasını sağlayan, ayrıca insanla öteki arasında bir ilişkinin (deyiş yerindeyse bir toplum sözleşmesinin) kurulmasını sağlayan ve bu yüzden söz konusu ilişkinin zemini olan bir makam veya otorite kişisi sayesinde emniyeti meydana getirecek bir gerekçe değildir. Bilakis bu korku insanları evveli emirde birbirlerine bağlayacak, çok daha asli bir içgüdüyü önden şart koşan bir içgüdüdür. Sevgi ya da başkalarını önemseme içgüdüsüdür bu. Başka şekilde ifade edeyim: Klasik, Hobbesçu bir modelde insani birlik için, güvenliği sağlama işlevi gören otorite ön koşuldur. İbn Haldûncu modeldeyse otorite için insani birlikler ön koşuldur. Burada, icra edilen otoritenin saikı sevgidir veya merhamettir.

    Hakiki barış ve adaletin tohumunu ötekine yönelik bu birincil sevgide (merhamet, umursama) bulabileceğimizi iddia edebilirdim. Fakat yön bakımından tam terse dönük bir karşı kuvvet veya insanın kendini sevme, kayırma içgüdüsü de vardır; bu içgüdü, bazen iddiaya göre sevgiyi tamamen yerinden edecek şekilde, bazen de onu denklemdeki küçük ortak kılacak biçimde sevginin karşısına çıkarılır. Kişinin kendi lehine önyargılı olmasında şaşılacak bir şey yok. Ancak bu öz kayırmacılık veya bencillik içgüdüsü, bazı siyasal modellerin yapmaya alışık olduğu üzere, aşırıya taşındığında barışın olsa olsa savunmacı tarzda ve esasen bir güvenlik yapısı olarak görüneceği siyasal sistemin meşrulaştırılmasında temel yapı taşı olarak kullanılır. Bu bakış açısında şöyle düşünme eğilimi vardır: Biz insanlar, kendi başımıza bırakıldığımızda veya bize temel düzeyden bakıldığında, çıkarcı ve saldırganızdır; temel içgüdümüzse ötekine değil kendimize duyduğumuz dizginlenemez sevgidir. Hâl böyleyken ve dünya böyle kurulmuşken, ister bireyler ister uluslar düzeyinde olsun, esasen çatışan benliklerin ve iradelerin barış, sükûnet noktasına –basitçe düzenin muhafazası noktasına– erişmelerini sağlayacak bir düzeneğin kurulması zorunlu hâle gelir. Yine bu görüşe göre, bencil arzularımızı hesapla kitapla yumuşatırız ki onların elimizden geldiğince tadını çıkarabilelim. Ama yinelemek gerekirse, birincil saikımız arzularımızın doyurulmasıdır. Bu görüşe göre, insani birlikleri açıklamada başvurulan yetinin hesaplama yetisi olduğuna dikkat edelim. Ümmü Gülsüm’e burada bir rol düşmüyor. Çifte buyruğa kulak verme çağrısı da yok burada!

    Bu durumun bir de doğal sonucu var: Ailemize, memleketimize veya milletimize duyduğumuz sevgiyi –ki onları ölümüne savunmamıza varabilecek bir sevgidir– açıklamamız istendiğinde, bu görüşe bağlı biriysek söz konusu sevginin olsa olsa kendimize sevgimizin genişletilmiş bir yansımasından ibaret olduğu karşılığını vereceğizdir. İnsan olarak bizlerin öteki olarak gördüğümüz kişi veya nesnelere duyduğumuz sevginin  –tipik– bir örneği değildir bu. Daha ziyade onları kendimizin genişletilmiş veya yansıtılmış versiyonları olarak görürüz. Başka deyişle, yakınımızdakilere veya gözettiğimiz, ilgilendiğimiz insanlara yönelik merhamet duygumuz kendimize duyduğumuz sevgi üzerinden; daha geniş bir insan manzarasını kapsayacak şekilde, tabiri caizse, zumlanmış hâliyle bu sevgi üzerinden açıklanabilir. Böylece, diğerlerine yönelik sevgi duygumuzu daha geniş çaplı bir kendimizi sevmemiz olarak açıklayabiliriz.

    Ama böyle yapmanın yerinde olup olmadığını düşünelim. Çevremizdekilere yönelik sevgimiz, kendimize yönelik sevgimizin genişletilmiş versiyonundan mı ibarettir yoksa kendimizden başkası için duyduğumuz sevgi olmakla tür bakımından farklı mıdır? İbn Haldûncu biri bu sevginin farklı olduğunu söyleyecektir; diyelim bir Hobbesçu ise aynısı olduğunu veya tam anlamıyla aynısı değilse bile, kendimizi sevmemize baskın olmaması gerektiğini, her hâlükârda kendimizi sevmemizden türetilmesi gerektiğini söyleyecektir. İlk görüşe göre sevgi insan birliğinin asli bileşenidir; ikincisine göre, kişinin kendisi için duyduğu korkudur.

    Ortak Söz’e, bu Hristiyan-Müslüman girişimine dönersek, orada işletilen varsayım şuydu: İki din de bizlere Tanrı’yı ve komşuyu sevmeyi öğütlediğine göre, bu dünyada barışa ve adalete ulaşmak için gerekli tek şey bu dinlerin mensuplarını bu çağrıya kulak vermeye ikna etmektir. Fakat bu dinlerin mensuplarının bu çağrıya kulak vermesi nasıl sağlanır? Bunun, akademik bir söylem şöyle dursun, bir beyanname aracılığıyla gerçekleşmesi pek muhtemel değildir. Bir de dine bağlı kimseler sevgiden çok nefrete kulak verirmiş gibi duruyor. Öte yandan, dünya ahvaline yönelik soğukkanlı bir tetkik, dünya barışının ne olduğunu düşünürken, onun güç dengelerine dayandığını, yani dinî çağrılardansa Hobbesçu bir hesap kitaba dayandığını düşünmeye itebilir bizleri. Üstelik adalet, bunu da belirtelim, bu türden bir barışta genellikle eksiktir.

    Adaletin eksik olması belki de barışın var olma nedeninden daha sabit bir durumdur. Sevgi adaletin neden olmadığını veya barışın gerçekten ne için var olduğunu anlamamıza yardım edebilir mi? Barışla başlayalım. Müspet barışla menfi barış arasında bir ayrım yapılabilir belki. İlkiyle kasıt, ötekilere yönelik sevgi ve saygımıza dayanan barıştır; ruhun gücüne gönderme yaparken belki de Gandi’nin aklındaki de budur. İkincisiyle kasıt, mevcut bir durum veya ilişkideki olası bozuklukları önlemek ve bu muhafaza durumunda ortaya çıkacak menfaatlere izin vermek için girişilen barış türüdür. Menfi barış her şeyden önce kişinin, genellikle ve çelişki söz konusu olmaksızın, başkası pahasına kendini zarardan korumasıdır; bu da adaletin neden eksik olabileceğini açıklar. Müspet barış her şeyden önce ötekilere duyulan sevgiye ve onları önemsemeye dayanır; bu da, böyle bir barışı adaletsiz düşünemememizin ya da adalet eksikse, tıpkı ailede olduğu gibi, bunun kuraldışı olmasının nedenidir. Menfi barış tanımı gereği, sürekliliği sağlamak adına temel Kantçı kuralı hiçe sayar. Müspet barış ise tümüyle şeffaftır, içinde saklanmış hiçbir saatli bomba bulunmaz. Demek ki barışı sağlamaya çalışırken adaletin doğal refakatçisi olan barışın peşinde olmamız, ayrıca menfi değil müspet barışı aramamız daha yerindedir.

    İbn Haldûn, demiştik, çocuklarımıza karşı âdeta paradigma niteliği taşıyan doğuştan sevgimize birincil içgüdü olarak başvurmuştur ki toplumsal devinim bu içgüdüye indirgenebilir. Kendisi buradan otoriteye ve otoriteden hükümdarlara, devletlere geçmişti; her bir kavşakta toplumun inkişafı, yükselişi, zirvesi ve düşüşündeki tüm aşamalarla bağlantılı hususiyetleri belirlemişti. Klasik olarak sevgi bireyin, ama böylece belki de gezegenlerin, hareketlerini açıklayan asıl gaye şeklinde nitelendirile gelmiştir. Harry Frankfurt bu konuyla alakalı Princeton’da, daha sonra Londra’da verdiği derslerinde aşk gibi iradi bir içgüdüyü hem akli hem bilişsel yetilerden ayıran apaçık sınır çizgilerini özetliyor. İradi olsa bile içgüdüsel olmakla sevgi icbar eder. İnsan çocuklarını sevip sevmemeyi veya kime âşık olacağını seçemez; kendini âşık oluvermiş bulur. Frankfurt sevginin tanımına “kavramsal açıdan zorunlu” üç özellik daha ilave eder: Sevgi, sevilenin saadeti adına, karşılık beklemeyen bir alakadan meydana gelir; sevginin nesnesi kendine özgüdür, model niteliğinde değildir; sevgi kendi için arzu edilir, bir araç olarak değil. Ama öyle ama böyle, dünyayı döndüren sevgidir; sevdiğimiz şeyler, kendinde gayeler olarak, hayattaki amacımızı meydana getirirler. Fakat sevilen kişi veya nesneler hayattaki amacı meydana getirseler de bu nedenle sevilmiş değildir. Sevilen nesneler olarak, onları sevmemizi sağlayan içsel değerlere sahipler diye onların peşinden gitmenin bizi daha iyi insan yapacağını da varsaymamalıyız: Onlarla meşgul olmak hayatımıza anlam verir, ama bu anlam ahlaki açıdan nötrdür.

    Sevgi dünyayı döndürür, Frankfurt’un dediği şekliyle anlarsak; ama sevgi kendi hareketinde İyi’ye yaklaşmaz, Platon’a bakarsak. Frankfurt bir de Kant’ı ihlal ediyor. Kant “sevgili benlik”e dair endişesini açıklamıştı; görev ya da ahlaki buyrukla uyumlu bir eylemin ahlaki saikla yapılıp yapılmadığı, başka deyişle, söz konusu eylemin altta duran gizli bir benci saikla yapılıp yapılmadığı asla belirleyemeyeceğimize dair endişeydi bu. Kant’a atfedilen düşünceye göre, insan bunu asla belirleyemez. Frankfurt burada kendimizi sevmemiz ile ötekileri sevmemiz arasındaki ayrımın anlamını; aslında kendimizi sevmemizin bir şekilde menfur olup olmadığını sorgular. Ardından cesurca, hem kendimizi sevmemizin “yerinde” sevginin bir biçimi olarak –aslında sevginin en saf biçimi olarak– görmenin hem de kendimizi sevmemizin kendimize aşırı düşkünlükten ayırt etmenin lehinde görüş bildirir. İnsanın ahlaki eylemi kendimizi sevmemizden dolayı olsa dahi, bu durum söz konusu eylemin Kantçı anlamda bozuk olabileceği anlamına gelmez. Frankfurt, sevgiyi tanımlama tarzını dikkate alırsak, bu çıkarıma varabilir, belki de bu çıkarıma varmaya mecbur kalır. Ancak böyle bir çıkarıma vardıktan sonra, mantık labirentinden çıkış yollarını da tartışmalıdır. İnsanın kendini sevmesi, görünüşe göre iki kendiliği şart koşar; seven ve sevilen. Ayrıca ötekini sevmenin kavramsal açıdan zorunlu özelliği bencil olmama hâli veya kişinin kendinden çok başkası için kaygılanması ise, bu durumda kendimizi sevmemiz akıl sır ermez kaygısız bir kaygıya indirgenmiş olmaz mı? Kendimizi çifte iradeli bir ikilemin pençesinde buluvermez miyiz? Daha da önemlisi, böyle bir tez menfi barış ile müspet barışı ayırmanın temellerini oymaz mı ya da adalet mefhumundan elini eteğini çekmez mi?

    Frankfurt bizi kendi labirentinden çıkarmayı başarıyor, ama bizi kendi labirentimizde öylece bırakıyor. Kendimizi sevmemizi insanın sevdiği şeyleri sevmesi şeklinde yeniden izah ediyor. Çatışan iki arzu veya iradeden birinin tarafını tutan bir üçüncü kişi varsaymak suretiyle, tutarsızlık düğümünü çözüyor. Gayet güzel, diyebiliriz. Gelgelelim, böylesine zıt yönlü sevgileri birbirine bu kadar bağlayınca, sevginin gerçek anlamını –Ümmü Gülsüm dinlerken içimizde uyanan şeyi– kaybetme tehlikesi yok mudur? Kendimizi sevmemiz ne kadar asil veya saf olursa olsun, Ümmü Gülsüm’ün uyandırdığı şey o değildir; Ümmü Gülsüm’ün sesiyle bizde uyanan şey belirli bir ötekine duyulan sevgidir, üstelik bu belirli öteki kesinlikle kendimiz değilizdir. Bizler (bazılarımız) onu dinlerken, hatta belki de çatışan duygulanışlar terkibini yaşarken, belirli ölçüde öz düşkünlüğe sahip olduğumuzu kesinlikle itiraf edebiliriz. Fakat bu deneyim kendimize değil ötekine duyulan sevgi rezervine –hafıza ve/veya kabiliyet– dâhildir; kendimize duyduğumuz sevgiden bile üstün tuttuğumuz öteki sevgisidir bu.

    İnsanın neden başkasına yönelik sevgiyi kendisini sevmesine bağlamak gibi, kendi lehine önyargılı olmaya veya bencilliğe ötekine duyulan sevgi veya merhametten daha baskın bir rol vermek gibi bir endişesi olabilir? Bunun nedeni dünyayı nasıl gördüğümüzle alakalıdır basitçe. İnşa etmekte olduğumuz yapının ilk tuğlasının (çıkarcılık değil) sevgi ve merhamet tuğlası olduğunu kabul edersek, başka bir tuğla ilave etme veya yeni bir yapı kurma imkânıyla her karşılaştığımızda bu uygulamayı tekrarlamamız daha muhtemeldir. Ayrıca, adaletin tesisinin ancak böyle müspet bir barışın inşa işlemi sayesinde mümkün olduğu doğru çıkarsa, aranacak olanın başlı başına barış değil merhametli bir barış olmasına dayanarak, kalıcı bir barışın peşinde olduğumuzdan emin olabiliriz; güç dengeleri değişir değişmez kendisi de değişecek bir barış değildir bu.

    Geçen hafta dinin iki yavan tezahürüne tanık oldum; Irak televizyon kanallarından birinde seyrettiğim, Şiilerin Hz. Ali’nin doğum gününü kutladıkları merasim ve yakınlardaki bir camide verilen Cuma hutbesi. Her ikisinde de sınırsız bir kendini beğenmişlikle sivriltilmiş ve bezenmiş bir öteki nefreti gördüm. Tutku uyandırılıyordu, ama bu tutku Ümmü Gülsüm’ün aşk şarkısındakine benzemeyen bir tutkuydu; o da dinî kaynaklardan geldiğini iddia ediyordu, fakat menzili Ortak Söz’ünkinden çok farklıydı. Camileri dolduran kalabalığın doğa bakımından Ümmü Gülsüm’ü dinleyenlerden farklı olmadığını; dolayısıyla insanların –sevginin sınırsızlığı düşünülürse– doğa bakımından nefretten çok sevgiye meyilli olduğunu düşünmeden edemedim. Bu gözlemlerden bir sonuç çıkarılacaksa şudur: Dünyada gerçekten barışı sağlayan şey, Gandi’nin düşündüğü gibi, sevgidir; insani manzarayı vahşi hayat şeklinde resmeden güçlere ve kendine aşırı düşkünlükle öteki nefretine dayanan nefret tutkularını körükleyenlere karşın böyledir.

    Aşk şarkısıyla başladım ama akli bir söylemle bitirmek istiyorum. Bu bağlamda, Ortak Söz girişiminin arkasındaki adam olup koca bir eserini Kur’an’da sevgi konusuna ayıran Prens Gazi bin Muhammed’i zikretmek isterim.

    Tanrı’nın bize yönelik sevgisi söz konusudur, bu sevgi ne tür insanlar olduğumuzla tanımlanır; bizim Tanrı’ya yönelik sevgimiz vardır, bu sevgi de bize ne yapmamız gerektiğini öğütler. İlk sevgi bağlamında, Tanrı’nın sevgi için seçtiği yedi sınıf insan vardır. İçlerinden biri adil olanlar sınıfıdır. Tanrı adil olanı sevmek için seçiyor demek ki, zaten biz de adaletin ancak sevgi aracılığıyla –müspet barış biçiminde– sağlanacağını görmedik mi?

    “…Aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Muhakkak Allah adil olanları sever” (Kur’an 4:52). Ayrıca, “Eğer inananlardan iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa, hemen aralarını düzeltin… aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın ve herkese hakkını verin. Allah hakkı yerine getirenleri sever” (Kur’an 49:9). Yine “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever” (Kur’an 60:8).

     

    * Prof. Dr., Kudüs Üniversitesi, Felsefe bölümü.