Tanrı Ve İnsan: TANRI’YI Bilmek Ve İnsanı Anlamak

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ekrem Demirli

    “Allah’ın bizden bir muradı var, bir de bizimle gerçekleşebilecek bir muradı var: Bizden olan muradına baktık, bizimle neyi murat ettiğini unuttuk.”
    İmam Ca’fer es-Sâdık

     

    Bilgi imkânlarının günden güne artmasıyla birlikte insanlar dünyanın mevcut sorunları kadar istikbalde karşılaşabileceği sorunlar üzerinde akıl yürütmeye daha teşne olmuş, herhangi bir şekilde çözümün parçası olamayacak kimseler bile bıkmadan usanmadan evrensel sorunları tartışır olmuştur. Artık kelimenin hakiki anlamıyla “küre” hâline gelen dünyada her şey ve her hadise her birimizi yakından ilgilendiriyor, sorunlar üzerinde konuşmak entelektüel ayrıcalık olmaktan çıkmış, güncel konularımız olmuştur. Bu itibarla sorunlar skalasında sürekli değişim yaşanıyor olsa bile evrenin yegâne yaşanabilir yurdunun her yerinde insanlar yeryüzünü, gökyüzünü ve bütün ayrıntılarıyla birlikte varlıkları konuşmayı sürdürüyor. Birkaç asır öncesinin büyük sorunu olan açlık ve beslenme kısmen yerini farklı sorunlara bırakmış görünüyor. Allah’ın en büyük ismi (ism-i a’zam) nedir diye sorulunca bir meczup “Allah’ın en büyük ismi ekmektir, çünkü herkes onun peşinden koşuyor.” dediğinde, asırlar boyu insanların en büyük sorununu tevilsiz bir şekilde beyan etmişti. Günümüzde dünyanın birçok yerinde böyle bir cümle ancak mecaz yoluyla bir şey anlatır.

    Bergman’ın “Kış Güneşi” filminde intihara karar veren adamın gerekçesi Çin’de insanlık sevgisinden yoksun bir eğitimle yetiştirilen çocukların dünyayı sürükleyebileceği nükleer savaş ihtimalinden duyduğu endişe idi. Çevre sorunları, göçler ve kimlik çatışmaları hâlihazırda dünyanın yaşadığı büyük sorunlardır. Bunların yanı sıra bir de insanın kendi başına açtığı sorunlar var: Gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımız, bilgisayar dünyasında ortaya çıkan değişimlerin ve dijitalleşmenin nereye savrulacağı herkesi ürkütüyor. İnsan bir yandan merakının peşinden giderken bir yandan da kendisinden korkmayı sürdürüyor. Öyle görünüyor ki Kur’an’da insan hakkında söylenen “bozgunculuk ve kan dökücü” olma nitelemesinden en mutmain oluğumuz asırları idrak ediyoruz.

    Dini insan zihnini besleyebilecek değerler manzumesi şeklinde gören bir dindar ise bütün bu sorunlara kayıtsız kalmasa bile en büyük sorun olarak tanrıtanımazlığı görür. Her türü ve tarzıyla ateizmin büyük sorun teşkil etmesi hiç kuşkusuz Tanrı ve insan, Tanrı ve varlık arasındaki güçlü irtibat ve ilişkilerden ortaya çıkar. Öyle ki, Tanrı’yı reddetmek bir düşünme tarzının sonunda varlığı anlamamak, insanı unutmak anlamına gelerek bir anda bizi bambaşka bir noktaya döndürecektir. Bu nedenle dindar insanlar, yeryüzünün sorunlarının merkezine Tanrıyı alır, insan ve âleme dair hemen bütün sorunları bu temel soru ile ilişkilendirerek teosentrik, tanrı-merkezli bir dünyanın peşinden gider. Bir kez tanrı-merkezli bir dünya telakkisine vardığımızda ise bu kez tanrı-merkezli olmanın zorunlu bir şekilde insan-merkezli bir dünya olabileceğini de keşfederiz. Çünkü Tanrı’dan söz etmek insandan söz etmek anlamına geleceği gibi insan hakkındaki düşünme bizi birçok yönden Tanrı hakkında konuşmaya icbar edecektir.

    İlahi kitaplar insanların en ciddi sorunlarını her zaman onların Tanrı telakkisindeki sorunlar olarak görmüş, en büyük suç Tanrı’ya karşı işlenmiş suçlar kabul edilmiştir. Bu suç bazen O’na ortak koşmak, bazen O’na bigâne ve ilgisiz kalmak, bazen Tanrı ve insan irtibatını göz ardı ederek Tanrı’dan bağımsız yol aramak şeklinde ortaya çıkabilir. 13. asrın büyük metafizikçisi Sadreddin Konevî “Metafiziğin meseleleri Tanrı âlem-insan irtibatıdır.” derken dinlerin odağında yer olan bir düşünceye dikkatimizi çeker. Modernleşme süreciyle birlikte dinlerin Tanrı merkezci yaklaşımlarını bırakarak daha ahlakçı ve insancıl anlayış istikametinde yorumlanma fikri dinî hayatı tehdit etmektedir. Agnostisizm üzerinden hareket eden yorum ve yaklaşımlar, ahlak ile yetinmek, insanın mutluluğu ve huzurunu vazgeçilmez bir ilke yaparak dinin beklentilerini ikincilleştirme niyeti taşır. Başta İslam olmak üzere, dinlerin modern dünya beklentileri istikametinde tadili ve yorumlanması tüm dünyanın aleyhine olacak bir gelişmedir.

    İnsanın Yaratılışının Gayesi: Kenz-i Mahfi ve Bir Tecelli Olarak Âlem-İnsan
    Tanrı’yı bilmenin insanlık için en büyük mesele olarak kabul edilmesinin nedeni ne olabilir? Bunun birçok cevabı vardır, daha doğrusu din içindeki farklı gelenek ve disiplinler soruya birçok yönden cevap vermişlerdir. İslam bahis mevzu olunca insanın yükümlülüğü üzerinden hadiseleri yorumlayan normatif gelenek için Tanrı’ya iman insanın varlık sebebidir, bunda tereddüt yoktur. İnsan yeryüzüne yükümlü olmak üzere gelmiş, üstlendiği emanet ile Tanrı’yı tanımak ve O’nun kurallarına uymak insanın varoluş gayesini teşkil etmiştir. Meseleye böyle bakanlar başka tartışmalara girmeden Tanrı insan ilişkisinde yapılması gerekenler üzerine odaklanır, onun dışındaki her konuyu ya önemsiz görürler veya vazifeyi ihmale yol açmadığı sürece toleransla yaklaşılabilecek bir iş olarak ikincilleştirirler. İmam Ca’fer es-Sâdık’ın Tanrı’nın “bizden istedikleri” derken kastettiği bu yükümlülükler olmalıdır. Bununla birlikte Tanrı’nın varlığını kabul etmek öteki yükümlülüklerin hem varlık sebebi hem meşruiyet ölçüsüdür. Bu nedenle yükümlülük merkezli anlayış için en önemli konu Tanrı’nın varlığını kabul etmektir; bunun dışında dinde yer alan her şey bu ilkenin sonuçlarıdır.

    Tanrı insan ilişkisini yükümlülük ekseninde sınırlı tutmak ilahi kitabın dilini ve Tanrı ile insan ilişkisindeki çok yönlülüğü ihmal etme tehlikesini barındırır. Müslüman toplumun tarih tecrübesi bunu göstermiş, birçok yönde bu daralma ortaya çıkmıştır.

    Yükümlülük eksenli Tanrı insan ilişkisi hiç kuşkusuz nübüvvetin getirdiği bilginin özünü teşkil ediyordu, en azından müminlerin büyük kısmı onu böyle okumuştu. İlahi kitapta birçok ayet insanın Allah’a karşı sorumluluklarını anlatırken aynı zamanda insanın necatı buna bağlanır. Bununla birlikte bu anlayış bir daralmaya yol açmış, Kur’an’da zikredilen genişlik ve çerçevede Tanrı üzerinde düşünmek mümkün olmamış, Tanrı ve insan-âlem ilişkisindeki çok yönlülük ve kapsamlılık görece bir yüzeyselliğe dönmüştür. Belki çağımızda da geçerli olmak üzere, dinî düşüncenin yeniden yorumlaması gereken en önemli noktalardan birisi bu daralmanın yol açtığı yüzeysel tasavvurlar, bu tasavvurların beslediği incelik ve zarafetten yoksun dindarlıktır. Daralmanın en çok etkilediği alanlar ise doğa telakkisi, estetik, sanat ve salt bilimsel araştırma alanlarındaydı.

    Hâlbuki bütün âlem Allah’ın yarattığı ve sürekli yaratmakta olduğu bir yer ise Allah ile âlem ilişkisini dinamik düşünmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de Tanrı’nın insanla olduğu kadar bütün varlıklarla olan dinamik ilişkisinden söz edilir, birçok varlığa vahyetmesinden söz edilir. Tanrı yarattığı her şey ile konuşur, her birisiyle arasında özel bağ bulunur, örümceğe, arıya ve bütün canlılara vahyeder, bitkiler, rüzgârlar, sular onun emrinin taşıyıcıları hâline gelir. Tanrı âlem irtibatını konuşmak, insanın bu irtibat içindeki özel yerini düşünmek, sözü edilen bu hususlarda düşünmekle mümkün olabilir. Bunun için de Ca’fer es-Sâdık’ın sözlerini hatırlayarak Tanrı’nın bizimle neyi murat ettiğini düşünmek gerekir. Tanrı bizimle neyi murat etti ise âlemle de onu murat etmiş olacaktır. O zaman insan dikkatini bu varlık içinde kendisiyle amaçlanan şeye döndürerek düşünmek zorundadır.

    O hâlde şu soruyu her zaman sormak gerekir: Tanrı bizimle ne murat etmiş olabilir?

    Sorunun bilebileceğimiz yegâne cevabı tasavvufun varlık düşüncesinin üzerine kurulu olduğu konulardan birini teşkil eden “kenz-i mahfi” yani gizli hazine olarak Tanrı telakkisidir. Sufilerin kutsi hadis kabul ettikleri ifadede Tanrı “Bilinmez hazine idim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ki bilineyim.” der. O zaman âlem ile muradın Tanrı’nın bilinmesi olduğunu düşünmeliyiz. İnsan ise burada işin zirvesini temsil eder, daha doğru bir anlatımla insanın varlığıyla birlikte amaç gerçekleşmiş, ilahi irade tahakkuk etmiş, zaman başladığı ana dönmüştür. Metafizikçiler buradan hareketle âlemi Tanrı’nın önce alameti sonra tecellisi sayarak her şeyin Tanrı’nın taayyünü ve görünümü olduğunu düşünmüşlerdir. İki telakki arasındaki fark ise yani Tanrı’nın tecellisi olmak ile Tanrı’ya alamet olmak arasındaki fark tasavvuf ile kelamı ortaya çıkartan bakış açısını gösterir. Tasavvuf, âlemi Haktan bir tecelli saydığında gerçekten büyük bir dönüşüm ortaya çıkmıştır: Her şeyden önce âlemin bütünü bizimle veya bizsiz Tanrı için gerçek bir anlam taşıyarak anlamsızlık fikri ortadan kalkmıştır. Dinin amaçlarından birisi budur. Âlemde boşluk veya anlamsızlık olmadığı gibi abes diye bir durum veya nesne de yoktur. Her şey belirli bir ilişki manzumesi dâhilinde Tanrı ile irtibatlıdır demek tasavvufun hâlihazırda geçerli olabilecek bakış açısını gösterir. Sufiler boş ve ıssız bölgelerde dolaşırken yabancılık çekmeden “ünsiyet” edebilecek bir dünya keşfetmişlerdir. Âlemden sıkılmamak, hayattan bıkmamak, hadiseleri birbirinin tekrarı görmemek, her şey ile yeni ve özgün temas kurabilmek, her ana yeni bir an diye bakabilmek, dinamik Tanrı-evren ilişkisinin istilzam ettiği bir sonuçtur.

    O zaman tekrar Ca’fer es-Sâdık’ın sözlerini anlamaya daha yakın olabiliriz: Biz insanlar Tanrı’nın bizden olan muradını düşünürken aynı zamanda bizimle olan muradını düşünmek zorundayız. İnsanın değeri ve varlığının anlamı bu ikinci soruda gizlidir. Allah’ın bizim var olmamızla olan muradı dünya hayatının anlamını, evreni ve bütün boyutlarıyla varlığı Tanrı’ya bağlarken aynı zamanda bu anlamlı hiyerarşinin içinde insan, merkezî bir rol oynayacaktır. O zaman bizimle olan muradı aynı zamanda insan kimdir ve varlık nedir sorusunun cevabı olacak, her insanın gizli veya açık birinci sorusuna doğru bir adım daha yaklaşacağız.