TANRI İLE İLETİŞİM MÜMKÜN MÜ?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Muhammed Bedirhan*

    Yıllar önce izlediğim fakat ismini hatırlayamadığım bir filmde “Eğer Tanrı’yla konuşuyorsan bu normaldir. Buna ‘dua’ derler. Eğer Tanrı’nın seninle konuştuğunu söylüyorsan o zaman ya peygambersin ya da şizofren…” şeklinde bir replik geçiyordu. Bu replik insanın Tanrı ile irtibat macerasının âdeta kabataslak bir özeti gibidir. Zira Tanrı’yla irtibat denilince insanın aklına ya dua etmek, ya vahiy, ilham vb. türde bir tecrübe yaşamak veya akıl sağlığının bozulmasından dolayı sanrılı bir zihnin ürettiği hezeyanlar gelir.

    Bu irtibat türleri içerisinde belki de en basit olanı duadır. Ancak çoğu zaman mahiyetini doğru kavrayamama nedeniyle duanın anlam kaymasına uğradığı da malumdur. Nitekim birçoklarına göre dua bir sihirli lamba cini gibi tasavvur edilen, Tanrı ile bitmek tükenmek bilmeyen istekler üzerinden yapılan bir pazarlığa dönüşmüştür. Dindar olsunlar ya da olmasınlar insanların büyük bir kısmı sürekli Tanrı’ya birtakım şeyler anlatıp dilekler ve taleplerde bulunurlar. Kimi zaman bu taleplerinin bir şekilde karşılık bulduğuna da şahit oluruz. Öbür taraftan insanlık tarihi boyunca Tanrı veya tanrıların kendisiyle konuştuğu ve bazı taleplerde bulunduğu iddiasıyla temayüz eden insan sayısı da hiç azımsanmayacak miktardadır. Hatta bu şahıslar, sayıları bazen milyon ve milyarları bulan taraftar kitlesi toplayabilmekte, bunları kimi zaman akıl-dışı bazı tutum ve davranışlara yönlendirmekte ve ölümlerine bile ikna edebilmektedirler. Bu şahısların en azından hatırı sayılır bir kısmının ciddi zihnî problemleri olduğu açıktır. Bununla beraber bir kısmı da vardır ki, bunlar vasıtasıyla meydana gelen kula layık olmayan tavırlar, hâller ve fiiller diyebileceğimiz hususlar dolayısıyla onların durumunu ve Tanrı’nın kendileriyle konuştuğuna dair iddialarını çözmek ve bunu zihnî sağlık problemine indirgemek kelimenin tam anlamıyla muammaya dönüşür.

    İster duanın kabulü cihetinden ister Tanrı’nın bir şahısla temasa geçmesi ve peygamberlik cihetinden olsun Tanrı ile irtibatın çetrefil ve müphem doğası dinlerin tarih boyunca çözmeye çalıştığı bir problem olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla duanın kabulü ve vahyin imkân ve doğası başta Musevilik, Hristiyanlık, İslam gibi vahye dayalı olan ve müşahhas bir Tanrı tasavvuruna sahip teistik dinlerin ilahiyatlarının neredeyse tamamının önde gelen teolojik problemlerindendir. Öte yandan mutlak hakikat anlayışına sahip olup müşahhas bir Tanrı düşüncesi bulunmayan Budizm, Caynizm, Taoculuk gibi teist ilahiyata sahip olmayan inançlarda bu sorun mutlak hakikat ile insan arasında doğrudan bir ilişkinin bulunup bulunmadığı sorununa dönüşür. Tek bir tanrıya adanmış tapınaklarda ya da panteonlarda tanrıların inananlarına arzıendam ettiği putperest dinlerin inananları bile bu ilişki problemini aşma ve tanrısı veya tanrılarına ulaşıp onunla irtibat kurmayı amaçlamayan çeşitli pratiklere başvurmaktadır.

    İster teistik, ister mutlak hakikatçi, isterse politeistik olsun dinlere göre insanın uluhiyet alanı ile irtibatının iki ana kanalı vardır. Bunların ilki kuldan tanrı veya tanrılara yönelik bir fiildir ve bu fiilin faili kuldur. Bu iletişim kanalı duadır. İkincisi ise tanrı ya da tanrılardan kullara yönelik bir fiildir. Bu fiilin faili tanrı ya da tanrılardır. Bu irtibat kanalı uluhiyetin insanlarla temasa geçmesi ve vahiydir. Dolayısıyla her iki fiilde de tarafların biri fail diğeri kabil, biri etkin diğeri ise edilgen konumda gözükmektedir. Bu durum ikili arasındaki ilişkinin tam bir mufâale/işteşlik belirtmediğini düşündürtür. Çünkü insanın her duası müstecâb değildir. Öte yandan her insan vahye mazhar olamadığı gibi vahiy aldığına inanılan bir insan da her istediği anda uluhiyet ile irtibata geçme fırsatına sahip değildir. Öte yandan bu irtibatın müstecâb olan dualar ve uluhiyet mertebesi ile mükâleme örneklerinin olması göz önünde bulundurulduğunda bu ilişkide bir tür işteşlik yönü de olduğunu söyleyebiliriz.

    Dua ya da vahiy ve ilhamın yollarını araştırmak aslında insanın uluhiyetle doğrudan temas ve iletişim kurma arayışının bir ifadesidir. Bu arayış insanda fıtridir. Zira apriori olarak her insan uluhiyetle temas sezgisine sahiptir. Dolayısıyla bu fıtri arayış insanın uluhiyeti deneyimlemeye doğal bir yeteneği olduğunu göstermektedir. Bununla beraber hepimiz bu açık teması ve iletişimi tecrübe edememekten de yakınırız. Bunun nedeni bu doğal eğilim ve yeteneğin tıpkı diğer yetenek ve eğilimlerimizde olduğu gibi insanın maddi ve manevi hayatının geçirdiği aşamalara bağlı olarak gelişme ya da körelmesidir. Birçok din bu fıtri yeteneğin kuvveden fiile taşınmasını önemli bir görev addeder ve buna dair birtakım metotlar önerir. Bu bağlamda dinlerin uluhiyet deneyimlerinin en az doğa bilimlerinin kendileri için geçerli ve kesin kabul ettikleri metotlar kadar kesin ve geçerli metotları vardır. Ancak bu metotla ulaşılan alan, doğa bilimlerinin alanından farklı ve onların metot ve bilgi araçlarıyla ulaşılamayan bir bölgedir.

    Monoteistik ve vahye dayalı bir din olarak İslam açısından uluhiyetin tecrübesi ve buna bağlı olarak Tanrı ile iletişim tecrübesi dinin ana bileşenlerindendir. Nitekim İslam Allah’ın insan dünyasıyla irtibat kurduğu ve insanlar içerisinden bir şahsı seçip onunla iletişime geçerek insanların kendisini tanıması ve kendisiyle buluşup görüşmeleri için gerekli pratikleri vazettiği inancı üzerine inşa edilmiş nebevi bir dindir. Bu yüzdendir ki, İslam’ın dünya görüşünde marifetullah ve bu kapsamda rü’yetullah insanın telosu, yani ereği kabul edilir. Dolayısıyla – aşırı akılcı Mu’tezile gibi bazı yorumları saymazsak– bu ana dünya görüşünün hangi alt kümesini dikkate alırsak alalım insanın nihai ereğinin değişmediğini görürüz. İslami dünya görüşünün mikro ölçekteki alt kümelerinden biri olan tasavvuf için de durum farklı değildir. Bu hususta onu diğerlerinden ayırt eden özellik ise tasavvufun insana duyusal algı kadar hatta ondan bile kesin bir idrak aracıyla uluhiyeti ölmezden önce bu dünyada tecrübe ettirmeyi vadetmesidir.

    Tasavvufun bu vaadi bütün insanlara açıktır. Dolayısıyla tasavvufun, insanı uluhiyeti tecrübeye doğal olarak yetenekli kabul ettiğini söylemek mümkündür. Fakat bu yetenek ilahi ilimde sabit hakikatlerin gereklerine bağlı olarak kimilerinde daha gizil kalabiliyorken kimilerinde oldukça parlaktır. Tasavvufun yönteminin amacı yeteneği gizil kalanın yeteneğini açığa çıkarmak ve güçlendirmek, açık olan yeteneğin sahibinin ise bu yeteneği doğru yönde sevk ve tedbir etmesidir. Böylece kulun daha bu dünyada iken Allah’a kavuşması ve uluhiyeti ayne’l-yakîn ve hatta fenâ yoluyla hakka’l-yakîn olarak tecrübe etmesi mümkün olur.

    Tasavvuf açısından kul ile Allah arasındaki iletişimin iki yolu vardır. Bu yollardan biri risalet ve nübüvvet kanalıdır. Bu kanalda Allah seçtiği kulla ya dolaylı olarak melek aracılığıyla iletişim kurar veya doğrudan bir tecelli içerisinde veya kendisini gizleyen bir perde arkasından görüşür ve ona vahyeder. Bu kanalda kul ile Allah arasındaki ilişki bir tür resmiyeti haizdir. Bundan dolayı bu ilişkide Allah etkin, kul ise edilgen konumdadır ve işteşlikten çok fazla söz edilemez. İkinci kanal ise velayet kanalıdır. Bu kanalda Allah kuluyla daha samimi bir cihetten iletişim içindedir. Dolayısıyla velayet kanalından mükâleme, müşâhede, mükâşefe, münâzele, müsâyere, müsâmere gibi işteşlik ifade eden tecelli türleri göze çarpar. Yani bu ilişkide Hakk fiilin bir tarafında kul da diğer tarafındadır. Birlikte bu ilişki ve iletişim aktını kurmaktadırlar. Kul bir menzile yükselmekte Rab da kulun yükseldiği menzile tenezzül etmekte böylece münâzelede bir tecelli içinde kuluyla iletişime geçmektedir. Daha samimi bir iletişim kanalı olduğunu söylediğimiz bu velayet kanalı ile ilgili asla hatırdan çıkmaması gereken bir husus vardır. Resmî ilişki kanalından Allah ile iletişimde olan her şahıs, yani her peygamber bu tür bir ilişki kanalına sahip olmayan her veliden daha üstün bir velayet düzeyine sahiptir. Bundan dolayı da samimi ilişkinin bütün işteş aktlarının en kâmil örneklerinin asaleten sahipleri peygamberlerdir.

    Tasavvuf açısından kul ile Allah arasındaki iletişimde aslında herhangi bir problem yoktur. Bu konudaki problem aslında kulun Allah ile her an irtibatta olduğundan gafil oluşudur. Yani kul fiziksel dünyada dahi aslında her an Hakk’ın veçhi ile karşı karşıyadır. Onun illa duyular üstü bir âlemde Hakk’ı müşahede etme arzusu tamamen alışkanlıkların esaretinden kaynaklanır. Nitekim bu iletişim problemini açıklamaya çalışan sufiler Allah’ın her yerde ve her şeyle tecelli ettiğine işaret eden ve Onun kuluna, kulun kendi zatından bile daha yakın olduğunu haber veren ayet ve hadisleri bu hususta kanıt olarak ileri sürerler. Allah kuluna şah damarından bile yakındır. Enfüs ve afakta Allah’ın apaçık işaretleri mevcuttur. Allah bunları insanlara göstermektedir. Ancak insan bu işaretleri çözememekte ve onların Allah’ın sembolleri olduğunu anlayamamaktadır. Sufilere göre bunun nedeni insanın alışkanlıkları nedeniyle gördüğünün Hakk olduğunu anlayamamasıdır. Bundan dolayı ayetlerin ve işaretlerin yanından onları görmesine, duymasına, dış ya da iç duyuları ile her an tecrübe etmesine rağmen gafil bir şekilde geçip gitmektedir. Öte yandan bu açıdan fizik dünya ile metafizik âlem arasında açık bir ayrım görmeyen arifler sultanı Şâh-ı Velâyet olarak anılan Hz. Ali gibiler ise “Şayet perdeler açılsaydı yakînim artmazdı.” demektedir.

    Tasavvufun bu gerekçesine itiraz edilebilir. Ancak bu konuda insanla ilgili hatırda tutmamız gereken en önemli hareket noktası insanın kendi fiziksel çevresiyle de ilişki ve iletişimidir. İnsanın çevresiyle iletişiminin mükemmel olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir. Hatta insan çoğu zaman bizatihi kendi kendisiyle dahi iletişim problemi yaşar, kendinden gafil olur. Buna ek olarak Tanrı ile iletişiminin önünde ontolojik düzlem farklılığının katkısı da görmezden gelinemez. Sınırsız ve sonsuz olan bir varlığın sınırlı ve sonlu olan insan tarafından idrak edilmesi başlı başına bir problem teşkil etmektedir. Sınırsız ve sonsuz olan, her an her yer ve hâlde tecelli eden bir varlıktır. İnsan ise onu bu cihetten tasavvur edemediğinden dolayı hep gayre bakmakta, Onu doğaüstünde bulmayı ummakta, önce kendi zatında Onu aramamaktadır. Ondan ayan bir nesne yok iken Onun şiddet-i zuhurundan gözü kamaşmakta apaçık olan Hakk ona pinhan olmaktadır.

    * Dr., Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.