SESSİZLİKLE GELEN İLETİŞİM

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Engin Yurt*

    İnsan ve sessizlik arasındaki ilişkiye dair hakkıyla yapılmış herhangi bir çözümleme, bağlamı öncelikle tarihsel bir diyalektiğe dayanan kültürel bir incelemeye sahip olmak zorundadır. Bu anlamda sessizliğin ne olduğu öncelikle onun hangi tarihteki, hangi kültürdeki ve hangi bağlamdaki sessizlik olduğu ile ilgilidir. Biz örneğin kiliselerimizin, camilerimizin, cenazelerin, mezarlıkların genellikle sessiz yerler olmasını isteriz; tıpkı kütüphanelerimizin, hastanelerimizin ve mahkeme salonlarının da sessiz yerler olmasını beklediğimiz gibi. Ancak bu iki sessizliğin birbirinden farklı dinamiklere bağlı olduğunu, iki farklı gerçekliğe sahip olduğunu, daha doğru tabirle, iki farklı sessizlik olduğunu biliriz. Ya da tarihin farklı dönemlerinde yaşanmış sukutuhayallerin aslında aynıymış gibi gözükse de nasıl ve neden aynı olmadığını çok iyi biliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, belirli bir fenomenolojik ayrım ya da hassasiyet gözetildiğinde, ki bu hassasiyet o tarihsel diyalektik ve kültürel inceleme ile zorunlu olarak gelir, düşünce ve felsefe tarihinde birbiriyle aynı sessizlikte olan iki sessizlik bulmak neredeyse olanaksızdır. Bazı sessizlikler, diğer sessizliklerden daha sessizdir.

    Bu olanaksızlık, az önce ifade edilen fenomenolojik ayrım ile daha baştan daha da çetrefilli bir hâle gelir. Zira bu türden bir ayrım, sessizliği sessizlik gibi olan [as such] ama aslında tam da sessizlik olmayan diğer şeylerle karıştırmamaya yönelik bir eğilimi içinde barındırır. “Sessizliği duymak bir sesin yokluğunun başarılı bir şekilde algılanmasıdır. Bir sesi duymakta başarısız olmak değildir. İşitme engelli bir kişi sessizliği duyamaz. Paralel bir kıyaslama karanlığı görme ile yapılabilir. Görme engelli bir kişi bir mağaranın karanlığını göremez. Ama ona eşlik eden ve görme yetisine sahip kişi görebilir. […] Sessizliği duymak sadece sesi duymakta başarısız olmaktan geçip sesin yokluğunun farkına varma meselesi midir? Hayır. [..] Sessizliği duymak, sessizliğe dair bilinçli farkındalığa dayanmaz. Biz bazen uzun bir sessizliğin sadece bu sessizlik ortadan kalktıktan sonra farkına varırız. Sessizliği duymak için ufak bir tür hassasiyet yeterlidir. Açık olan radyoyu kapatmak rüyasız bir uykuya dalmış olan dinleyiciyi uyandırır. [..] Diğer hayvanlar gibi, insanlar da sesi ve sesin yokluğunu fark etmeye yönelik evrilmiştir. Ancak sessizliğin fark edilmesi sessizliğin duyulması için yeterli değildir. Dokuz voltluk bir pilin elektrik yükünü bir insan dili ile fark edebilir. Ama elektrikli yılan balığı elektrik yükünü duyumsar. Yılan balığı bu enerji türüne adanmış bir organa sahiptir. İnsanlar, seslere adanmış kulaklara sahiptir. [..] Kulakları kullanarak bir sesi tespit etmek, onu duymak için yeterli midir? Hayır, benim komşum bir köpek düdüğünü üflediğinde ultrasonik bir ses olduğunu kulağım sayesinde anlarım. Ama o ultrasonik sesi duymam. [..] Bir pilot farkında olmadan mikrofonunu açık unuttuğunda, kulede bulunan uçuş kontrolörleri kokpitteki sessizliği duyabilirler.”1SORENSEN, Roy (2009), “Hearing Silence: The Perception and Introspection of Absences”, Sounds and Perception: New Philosophical Essays, Ed. Matthew Nudds, Casey O’Callaghan, Oxford University Press, New York, s. 126-128.

    Yaşanmış bir deneyim olarak sessizlik deneyiminin anlamı bu deneyimin politik, ideolojik, duygusal, dinsel, varoluşsal, hümanist, eğitimsel, yönetimsel, pedagojik, müziksel, tedavisel [therapeutic], mitsel, iletişimsel vs. olmasına göre değişiklik gösterir. Meseleye iletişim merkezinde (ister bireysel ister toplumsal bir ölçekte kurulsun bu iletişim) yaklaşılıyorsa, sessizliğin nasıl deneyimleneceği de elbette iletişimin bağlamına göre şekillenir. Örneğin yirminci ve yirmi birinci yüzyılın insanlığa medya, telekomünikasyon ve ulaşım açısından (iletişimin günlük hayatta en çok ön plana çıkan üç formu olsun bunlar) sağladığı teknolojik gelişmeleri bir kenara bırakıp on dokuzuncu ve on sekizinci yüzyılın iletişim paradigmasına geri dönüşün yaratacağı olası sessizlik kimse için arzulanabilir bir durum olmayacaktır. Tıpkı bunun tam tersinin yani yirmi ikinci ve yirmi üçüncü yüzyılın, iletişim araçları ve ortamları açısından getireceği yenilikleri, eğer olanağı ve fırsatı olsaydı, elinin tersiyle itip istemeyecek hiçbir yirmi birinci yüzyıl insanı olmayacağı gibi.

    İnsanlığın bugün artık iletişimin kritik önemine dair aydınlanmayı yaşamış ve bilinçlenmiş bir döneminde yaşayan bireyleri olarak biz; iletişime dair çok daha hızlı, etkin, güvenli, özgürlükçü, yaratıcı ve yenilikçi gelişmeler için yatırımlar yapmanın, fonlar ayırmanın, ar-ge birimleri kurmanın, tüzükler oluşturmanın neden zorunlu olduğunun zihniyetine, bilincine sahibiz. Semiyosferler zaman içinde değişse, farklılaşsa bile hız ve iletişim arasındaki bu ilişki belki de insanlığın tarihöncesinden beri getirdiği zamanlar-üstü bir eğilim olarak, farklı formüllerde de olsa, hep mevcut oldu. Biz bugün trenlerimizin, uçaklarımızın hep daha hızlı olmasını isteriz, böylece ulaşmak ve iletişime geçmek istediğimiz kişilere, ortamlara daha erken varabiliriz. Sosyal iletişimde kullandığımız aplikasyonların ve araçların sürekli güncel olmalarını, sürekli tarihin içinde bulunduğumuz sayfasının bize sunabileceğinin en üst noktasına ait olmalarını arzularız. Böylece iletişim içinde olmak istediğimiz kişiler ve gruplarla yaptığımız haber alışverişleri hep olabileceğinin en hızlısı olur. Alternatif iletişim seçenekleriyle ilişkin olarak bütün diğer koşul ve özellikler aynı olduğunda kimse iki alternatif arasından daha yavaş olanı seçmez. Bu, en temelde P. Virilio’nun da vurguladığı gibi, kültürel ve sosyal alanda hızlı olanın yavaş olana kurduğu tahakkümle ilgilidir.2 Bkz. VIRILIO, Paul (2007), Speed and Politics: An Essay on Dromology, Çev. Mark Polizzotti, Semiotext(e), California, s. 59-146. Hâlâ içinde yaşamakta olduğumuz enformasyon çağı gerçekten hız çağıdır ve bu tahakküm; kullanılan, üretilen teknolojinin yönünü ve gidişatını da belirler. İnsanlığı ve toplumları kalkındıran tüm yeni teknolojik altyapı kurma ve güncelleme çalışmalarında hızın belirleyici bir faktör olması (örneğin ışık hızının yüzde yetmişi hızında fiber-optik internet ağının dünyada genişlemesi, yaygınlaşması) yirmi birinci yüzyıl insanının ve toplumlarının en karakteristik özelliklerinden birini imler. İşte insanlık için sessizliğin anlamı eğer iletişim bağlamında ele alınacaksa, göz önünde bulundurulması gereken noktalardan dördüncüsü (tarih, kültür ve tekil bağlamdan sonra) belki de budur. Sessizliğin hız ile olan etkileşimi ve ilişkisi, sessizliğin nasıl anlamlandırıldığını belirleyen dördüncü faktör olarak görülebilir. Bir kültür yapısı içinde, sesi en hızlı şekilde çıkarmanın ne kadar kolay olduğu, o ortamda sessizliğin nasıl bir anlama geleceğini de zorunlu olarak şekillendirir.

    Belli bir açıdan söylenebilir ki, insanlar gürültülü, ses çıkaran canlılardır ve hep böyle olmuşlardır. Eğer insanlar mevcut olmasaydı, şüphesiz ki dünya ve evren çok daha sessiz bir yer olurdu. En eski çağlardan beri, insan kendisine bir yaşam alanı kurduğu her yerde, hayatta olmasının zorunlu bir sonucu olarak her zaman ses üreten bir varlık olmuştur. Bu ses onun konuşmasında, işler yapmasında, hareket etmesinde, nefes alıp-vermesinde, teknolojisinde, resmî ve resmî olmayan kurumlarında, ya da en doğru ifade ile, var olmasında vardır. İnsan, var olurken ses çıkarır. Sümer ve Babil yaratılış mitleri insanlar çok gürültü yaptığı için bu gürültüden uyuyamayan ve insan ırkını sonlandırıp gürültüyü kesmek için dünyaya tufan gönderen Tanrı Enlil’den bahseder.3KRAMER, Samuel Noah (1983), “The Sumerian Deluge Myth: Reviewed and Revised”, Anatolian Studies, (33): 115-121. Buradaki gürültü, boş ve anlamsız bir ses kalabalığına işaret etmez ama tam tersi insanın kültür oluşturabilme yetisine ve icrasıyla zorunlu olarak gelen seslere işaret eder. Bu anlamda sesin ve ses çıkarmanın, en ilkel kabilelerden itibaren insanlık için ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Cassirer ilkel halklarda, korkutucu bir olayın ve felaketlerin, melodiyle, çığlık ve bağırma yoluyla nasıl savuşturulduğu ve “uzaklaştırıldığı” hakkında yazar, Güneş ve Ay tutulmalarının, şiddetli fırtına ve kasırgaların, gürültü ve şamata yoluyla, vasıtasıyla defedilmeye çalışılması hakkında.4CASSIRER, Ernst (2005), Sembolik Formlar Felsefesi II: Mitik Düşünme, Cev. Milay Köktürk, Hece Yay., Ankara, s. 72-73. Bugün bile ıssız bir ormanda vahşi bir hayvanla karşılaşıldığında olabildiğince yüksek sesle bağırmanın bu karşılaşmanın yarattığı tehlikeli durumu bertaraf etmekte kritik rol oynadığı senaryolar oluşabilir. Frazer ise, kötü ruh Abonsam’ın kasabadan ve kasabadaki evlerden kovulması için akşam vakti bağıran, ellerindeki ev eşyalarını birbirlerine, evlerin duvarlarına vurup sesler çıkaran ve onu kandırıp gafil avlayıp kovabilmek için dört haftalık mutlak sessizliğe bürünen, pusuya yatan kabilelerden bahseder.5FRAZER, James (1925), The Golden Bough: A Study in Magic and Religion, Abridged Edition, The Macmillan Company, New York, s. 555. Bu anlamda ilkel çağlarda sesin ve ses çıkarmanın kabile üyelerini daha güvende hissettirdiği; sessizliğin ise dışarıdan fark edilmeyen tehlikelere açık olmak ile eşleştirildiği düşünülebilir. Ses korur, fark ettirir, uyarıda bulunur. Sessizlik ise eğer bilinçli bir şekilde kendi tarafınıza çekmiyorsanız onu, tekinsizliktir, tehlikeye karşı savunmasız olmaktır.

    Bunun belki de evrimsel, biyolojik bir kökeni olarak bir hayvanın yaşam süresinin ilk anlarına bakılabilir. İster anne karnında ister yumurta içinde gelişiyor olsun, bir canlının herhangi bir şeyi deneyimlemeye en yakın olduğu noktada duyma ve sesin diğer tüm duyu organları ve bunlara bağlı terimlerden daha fazla ön plana çıktığı açıktır. Yavru ilk olarak görmez, tatmaz, dokunmaz ama işitir. Yavru, daha anne karnındayken ya da yumurtadayken anneyi, annenin içini ve dışarıyı işitir. Sese bu maruz kalışla insan zihni daha en baştan ses ve sessizlikte dövülüp işlenir, var edilir. Anne rahminin içi her zaman bir anlamda gürültülüdür. Damarlarda akan kanın oluşturduğu ses, annenin mide ve bağırsaklarının oluşturduğu sesler, annenin konuşması, dış sesler vs. birleşince rahmin içinde 75 ile 90 desibel arası bir gürültü ortamı oluşturur. Bebekler anne karnındaki hayatlarını bu gürültü seviyesine alışarak geçirirler ve dolayısıyla bebekler için anne karnından dışarısı, yani doğumdan sonrası, rahatsız edecek şekilde sessizdir. Bu yüzden doğum sonrası bebeklerin uyumalarında ve uyku düzenlerini oluşturmakta beyaz gürültü [white noise] yardımcı olur çünkü onlarda kendilerinin alışık oldukları anne karnındaki gürültülü ortama yakın bir yerde oldukları hissini oluşturur. Böylece denilebilir ki eğer sessizlik, zihin için korkulacak, çekinilecek bir şeyler ile ilişkilenmiş ise, bu; milyonlarca sene içinde zihnin evrimsel gelişiminde bireylerin ve kabilelerin deneyimlediği yaşamın bir sonucu (bunun etkisi elbette göz ardı edilemez) olmasından önce zaten anne karnında başlamış ve kurulmuş olan bir bağdaşımdır. Zihnin morfolojisi daha en baştan ses ve sessizlik tarafından biçimlenir.

    Sesin ve sessizliğin deneyimi sadece akustik ya da işitsel bir şey değildir, ancak daha inançsal, mitolojik, canlı, bedensel, elle dokunulabilir de bir şeydir. Bu yüzden antik kültürlerde bazı isimlerin ve kelimelerin dile getirilmesi yasaktır. Dile getirilince bir tür canlanma ve mevcudiyete gelme gerçekleşebileceği için. Bunun tam tersi bir vurgu dualar, kehanetler ve büyüsel sözler için geçerlidir. Antik kültürlerde bir büyünün gerçekleşmesi için o büyüyü gerçekleştirecek seslerin çıkarılması, kelimelerin telaffuz edilmiş olması zorunluydu.6Şu çalışmama bkz. (2021), Sessizliğin Fenomenolojisi: Negatif Teoloji, Sanat ve Felsefe Arasında Kültürel bir Hakikat Arayışı, Pinhan Yay., İstanbul, s. 179-205. Belki de yine bu yüzdendir ki sessizliğe çağırmaya yönelik o neredeyse evrensel olan işaret parmağını dudağa götürme hareketinde ses ve sessizliğin fiziksel, elle dokunulabilir, somut bir bağlamda temas edilebilir şeyler olarak mevcudiyetleri, bedensellikleri, maddesellikleri, fizikselliklerinin kabulü yatar. Söz, ses ve sessizlik sadece dilsel ve fonetik bir şey değildir ama kendi varlıklarına sahip olan, varoluşsal ve olgusal şeylerdir de. Bu durum, sessizlik deneyimini bir eksiklik, yokluk ya da yoksunluk durumundan çok insan yaşamı için kendi başına bir mevcudiyet hâline işaret eder.

    İnsanlık ve kültür tarihi geliştikçe, sessizliğin kültürdeki yeri ve yansımalarının da yelpazesi genişler. Çok tanrılı inanışlarda dünyanın farklı yerlerinde sessizlik tanrıları ve tanrıçaları belirir. Antik Yunan’da Harpokrates, İskandinav mitolojisinde Vidar, Antik Mısır’da Meretseger, Roma mitolojisinde Lara ya da Muta bunlardan en başlıca olanlarıdır. Bu tanrılar ve tanrıçalarla birlikte sessizliğin kültür içindeki rolleri ve anlamları da yeni katmanlar kazanır. Bu katmanlar kendisini sadece dinsel, mitsel inançta göstermez ancak düşünsel, bilişsel ve entelektüel anlamda da sosyal yaşamın içine nüfuz eder. Ünlü Antik Çin şairi Bai Juyi’nin Laozi’yi eleştirdiği bir şiirindeki “Yaşlı bir adamdan duymuştum: / Bir bildiği yok konuşanların, bilenler ise sessizlik içinde. / Eğer o yaşlı adam Yol’u bilenlerden biriyse / Neden beş bin kelime yazmak zorunda kaldı ki!” satırları bir anlamda kültürler geliştikçe dünya toplumlarında sessizliğe yönelik pozitif bir vurgu ve anlamlandırmanın da çoğaldığına, yoğunlaştığına örnek olarak gösterilebilir. Sessizliğin bir tür erdem olarak bilgelik ile, ermişlik ile, aşkınlık ya da kutsallık ile eşleştirilmesi de bununla paralel olarak gelişir. Doğu Asya’nın tanrıları ve tanrıçaları genellikle konuşmayan, ses çıkarmayan karakterlerdir.7SEIDEL, Anna (1997), “Taoism: The Unofficial High Religion of China”, Taoist Resources, 7(2): 39–72. Sessizliğe dair bu pozitif vurgu kendisini kültür yapılarında gösterir. Antik Yunan’daki inkübasyon düşüncesi, kültlerdeki sessizlik yeminleri, esrime deneyimleri ve ritüellerinde sessizliğin alımlanışı vs. bu vurgunun en açık şekilde ortaya çıktığı yerlerdir. Bunların yanı sıra insanlığın kültür tarihindeki bütün ezoterik, mistik ve asketik inanç ve anlayışlar (Hermetizm ve İshiazm gibi) sessizliğe yapılan bu pozitif vurguyu radikal ya da ılımlı bir şekilde veya farklı formlarda barındırır.

    Belli bir bağlamda söylenecek olunursa sessizliğe yönelik bu pozitif vurgu aslında tüm İbrâhimî dinlerde de yer alır. Tanrı’nın kendisine mutlaklığın en mutlaklığını ve yüceliğini atfeden tüm dinler, ki semavi dinler böyledir, Tanrı’nın; aklı, düşünmeyi, dili, sözü, insan zihninin idrak edip dile getirebileceği şeyleri aşıp bunların ötesinde olmasını ister. Olanaksızlığın olanağı olan bir tanrı (yani olanaklı olmayan ama yine de olan bir tanrı) olanaklı olan bir tanrıdan (yani kudreti ve yapıp etmeleri insan aklının, dilinin sınırlarının ötesine gitmeyen bir tanrıdan) her zaman daha kutsal ve yücedir. Bu tema, Batı kültüründe çok tanrılı evren anlayışından tek tanrılı evren anlayışına geçişte de kendisini mevcut eder. Bu yüzden Augustinus’un tanrı hakkında o ünlü pasajı sadece eklesiyastik olmaktan öte tüm Hristiyan inancının merkezinde durur: “Bunu, Tanrının kelimelere dökülemez olduğu gerçeği dışında başka nasıl biliyorum? [..] Ve bu yüzden Tanrı için ‘kelimelere dökülemez’ bile denilmemeli, çünkü bunu söylemek bile onun hakkında konuşmak olur [..] Ve kelimelere dair bu karşıtlıktan, bu karşıtlığı sözlerle açıklayarak çözmeye çalışmak yerine, sessizlik içinde kaçınılmalıdır.”8Aziz AUGUSTINUS, De Doctrina Christiana, 1. Kitap, 6. Paragraf. Saint AUGUSTINE (1873), On Christian Doctrine, The Works of Aurelius Augustine Bishop of Hippo, 9. Cilt, Cev. Professor J. F. Shaw, T & T Clark Pub., Edinburg, s. 11. Sessizlik ve tanrı ya da kutsal olanın ifşası, ortaya çıkması arasındaki ilişki Meister Eckhart “Baba’ya ait Entelektin sessizliğinde bulunan Söz, herhangi bir sözün olmadığı Söz’dür, ya da her sözün üstünde olan bir Söz”9Meister Eckhart: Expositio Libri Genesis, n. 77, LW I, Ed. Karl Weiß, W. Kohlhammer Verlag, Stuttgart, s. 239. dediğinde benzer bir formda yine ortaya çıkar. Bu anlamda denilebilir ki, her ne kadar kendisi aynı bir gelenek olsa da hem Negatif Teoloji hem de sessizlik, tüm semavi teolojilerin, ilahiyatın ve tanrısal kutsallığın merkezine yakın bir yerde kendilerine özel bir yer mutlaka bulur. Bu duruma ilişkin benzer bir söylem İslam kültüründe en çok tasavvuf ve Mevlânâ’da görülür. Sessizlik sufi için kelimelerin erişemediği, dilin dışında kalan derin bir gerçeklik ve varoluşa erişimi olanaklı kılar. Hem zahir ve dil ile sükût hem de kalp ve gönül ile sükût anlayışı üzerinden sessizlik sadece basit bir kelimesizlik olmanın ötesine geçer ve anlam dolu bir ifade ediş ya da kelimeler olmadan hâl ile, varoluş ile konuşmanın, deneyimlemenin, hissetmenin kendisi olur.10Kısa bir inceleme ve özet için bkz. EMİROĞLU, İbrahim (2010), Sûfî ve Dil: Mevlânâ Örneği, İnsan Yay., İstanbul.
    Sessizlik böylece sözün ötesine geçebilmesindeki işlevi üzerinden felsefe ve kültür tarihi için de belli bir sessizlik geleneği oluşturacak kadar önemli hâle gelmiştir. Bu gelenek, elbette asla söze ve yazıya yapılan vurgu kadar birincil ve ön planda olmamıştır ancak yine de özellikle dile ve düşünmeye dair yapılan felsefi çözümlemeler ile yirminci yüzyılda sessizliğe ilişkin felsefi bir yönelim kendini hatırı sayılır bir tarihselliğe dayandıracak şekilde ortaya koymaya başlamıştır. Heidegger’in daha geç dönemlerinde; besinnliche denken [sükûnetle derin düşünme] anlayışına yaptığı pozitif vurgu,11HEIDEGGER, Martin (2013), Olmaya Bırakılmışlık, Çev. Mesut Keskin, Avesta Basın Yayın, İstanbul, s. 10. mantığın ve dilin özü olarak sigetik’i sunması ve temellendirmesi,12HEIDEGGER, Martin (2014), Beiträge Zur Philosophie (Vom Ereignis), Vittorio Klostermann GmbH, Frankfurt am Main, s. 78-79. sessizlik [Stille] ve sesin olmayışı [lautlose] arasında yaptığı fenomenolojik ayrım üzerinden dilin sessizliğin çınlaması olarak konuşması düşüncesi,13HEIDEGGER, Martin (1985), Unterwegs Zur Sprache, Gesamtausgabe Band 12, Vittorio Klosterman GmbH, Frankfurt am Main, s. 27. konuşmanın kaynağı olarak sessizlik [schweigen] fikri,14HEIDEGGER, Martin (1985), Unterwegs Zur Sprache, s. 251. sessizliğin dilinin Varlığın dili olması15BIEMEL, Walter (1972), “Poetry and Language in Heidegger”, Heidegger and Language, Ed. Joseph J. Kockelmans, Northwestern University Pres, Evanston, s. 91. vb. temalar sessizliğin felsefe içinde daha önemli bir konuma geldiğinin örneklerinden biridir. Benzer şekilde Derrida için de dil meselesi sessizlik ile yakından ilişkilidir: O, “Sessizlik, dile dadanan ve dili taşıyan o indirgenemez rolünü oynar, sadece bunun [sessizliğin] dışında ve buna karşı olarak dil ortaya çıkabilir.”16DERRIDA, Jacques, (2005), “Cogito and History of Madness”, Writing and Difference, Cev. Alan Bass, Routledge, Taylor & Francis e-Library, London-New York, s. 65. dediğinde de tam olarak buna işaret etmektedir.

    Sessizliğe dair gelişen bu felsefi, entelektüel ve kültürel bir hassasiyet ile sessizliğin deneyimlenmesi ve algılanışı da daha derin şekilde katmanlaşır. Bu katmanlaşmayla sükûnet [silence], sessizlik [stillness], sessiz-lik [taciturnity], ses–olmaması durumu [soundlessness], ses–yoksunluğu [muteness], sükûn [quiescence], suskunluk [reticency] ve sükût [quiet] gibi terminolojik kavramsallaştırmaların olanağı açılır. Böylece sessizliğe ilişkin düşünceler daha da derinleşerek ilerleme fırsatı bulur: “Sükûnet [Silence] ne sessizliktir [muteness] ne de işitilebilir sesin yokluğudur. Sessizlik ile sükûnet arasındaki fark birisinin gözlerinin kapalı olması ile görme yeteneğinin olmaması arasındaki farka benzerdir. Sessizlik, en basit anlamda, ilgili herhangi bir yapıp–etmeye bir yetisi olmayanın konuşamazlığıdır. Bir insan tamamen ve kalıcı olarak bilincini kaybetmiş olmadığı sürece asla tamamen ve kalıcı olarak sessiz olamaz. Sessizlikten farklı olarak sükûnet ise zorunlu olarak bilinçli bir eylemi içerir.”17DAUENHAUER, Bernard P. (1980), Silence: The Phenomenon and its Ontological Significance, Indiana University Press, Indiana, s. 4. Bu tanımsal farklılaşma ve ayrımlaşmaya dair olanağın gerçekleştirilmesi bizi içinde olduğumuz güne getirir. Bugün artık iletişimin sadece yazı ve söz üzerinden ilerlemek zorunda olmadığının farkındayız. Örneğin farklı kelt düğüm atma türleri farklı anlamlar içerir, farklı şeyler söyler. Sessizlik de tam olarak bu türden olmasa da yine de bir iletişim tarzı olarak zaten kullanılmaktadır. Bu konuda son bir örnek vermek istiyorum. Genellikle deniz ve hava araçlarında belli durumlarda “radyo sessizliğine” [radio silence] geçilir. Örneğin bir denizaltı, bazen bir kurtarma operasyonu sırasında, kurtarılacak kişilerin bulunduğu aracın yerini tespit etmek için kullanır bu radyo sessizliğini. Bu örnek bir analoji olarak alınıp sessizliğin iletişimi nasıl daha olanaklı kılabileceği bağlamında toplumsal ve kültürel daha büyük bir ölçeğe uyarlanabilir. Kültür ve toplum açısından hızın ne kadar önemli bir faktör hâline geldiğinden bahsedilmişti. Youtube benzeri dijital platformlarda paylaşılan içeriklerin çarpı 2 hızla (2x) oynatılmasının neden yaygınlaşmaya başladığı üzerine düşünülebilir bu faktörün ne denli önemli olduğunun idrak edilebilmesi için. Bu hız, belli bağlamda kültür evriminin kültürün daha amorf bir hâle dönüşmesinde de temel faktörlerden biri olabilir. Ancak tüm bu hızın yarattığı gürültünün içinde, belki de biraz sessiz kalıp (yavaşlamadan ya da yavaşlayarak, fark etmez zira hızın kendisi gürültüyü arttırma gücüne sahip olduğu gibi sessizliği arttırma gücüne de sahiptir) sessizliği dinlemek, tıpkı denizaltı ve kurtarma operasyonu sırasında radyo sessizliği örneğinde olduğu gibi, bize sesin ve gürültünün getirmediği ve asla getiremeyeceği yeni toplumsal ve kültürel iletişim olanakları sağlayabilir.

    Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Felsefe.



    1 SORENSEN, Roy (2009), “Hearing Silence: The Perception and Introspection of Absences”, Sounds and Perception: New Philosophical Essays, Ed. Matthew Nudds, Casey O’Callaghan, Oxford University Press, New York, s. 126-128.
    2  Bkz. VIRILIO, Paul (2007), Speed and Politics: An Essay on Dromology, Çev. Mark Polizzotti, Semiotext(e), California, s. 59-146.
    3 KRAMER, Samuel Noah (1983), “The Sumerian Deluge Myth: Reviewed and Revised”, Anatolian Studies, (33): 115-121.
    4 CASSIRER, Ernst (2005), Sembolik Formlar Felsefesi II: Mitik Düşünme, Cev. Milay Köktürk, Hece Yay., Ankara, s. 72-73.
    5 FRAZER, James (1925), The Golden Bough: A Study in Magic and Religion, Abridged Edition, The Macmillan Company, New York, s. 555.
    6 Şu çalışmama bkz. (2021), Sessizliğin Fenomenolojisi: Negatif Teoloji, Sanat ve Felsefe Arasında Kültürel bir Hakikat Arayışı, Pinhan Yay., İstanbul, s. 179-205.
    7 SEIDEL, Anna (1997), “Taoism: The Unofficial High Religion of China”, Taoist Resources, 7(2): 39–72.
    8 Aziz AUGUSTINUS, De Doctrina Christiana, 1. Kitap, 6. Paragraf. Saint AUGUSTINE (1873), On Christian Doctrine, The Works of Aurelius Augustine Bishop of Hippo, 9. Cilt, Cev. Professor J. F. Shaw, T & T Clark Pub., Edinburg, s. 11.
    9 Meister Eckhart: Expositio Libri Genesis, n. 77, LW I, Ed. Karl Weiß, W. Kohlhammer Verlag, Stuttgart, s. 239.
    10 Kısa bir inceleme ve özet için bkz. EMİROĞLU, İbrahim (2010), Sûfî ve Dil: Mevlânâ Örneği, İnsan Yay., İstanbul.
    11 HEIDEGGER, Martin (2013), Olmaya Bırakılmışlık, Çev. Mesut Keskin, Avesta Basın Yayın, İstanbul, s. 10.
    12 HEIDEGGER, Martin (2014), Beiträge Zur Philosophie (Vom Ereignis), Vittorio Klostermann GmbH, Frankfurt am Main, s. 78-79.
    13 HEIDEGGER, Martin (1985), Unterwegs Zur Sprache, Gesamtausgabe Band 12, Vittorio Klosterman GmbH, Frankfurt am Main, s. 27.
    14 HEIDEGGER, Martin (1985), Unterwegs Zur Sprache, s. 251.
    15 BIEMEL, Walter (1972), “Poetry and Language in Heidegger”, Heidegger and Language, Ed. Joseph J. Kockelmans, Northwestern University Pres, Evanston, s. 91.
    16 DERRIDA, Jacques, (2005), “Cogito and History of Madness”, Writing and Difference, Cev. Alan Bass, Routledge, Taylor & Francis e-Library, London-New York, s. 65.
    17 DAUENHAUER, Bernard P. (1980), Silence: The Phenomenon and its Ontological Significance, Indiana University Press, Indiana, s. 4.