KAFALARIMIZIN ARASINDAKİ MESAFE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • KAFALARIMIZIN ARASINDAKİ MESAFE

    Yazar: Mark Dingemanse*

    Seattle’da sıradan bir binada, bir adam sağ eli dokunmatik yüzeye dayanmış hâlde bir sandalyede oturuyor.1Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/why-language-remains-the-most-flexible-brain-to-brain-interface Kafasına takılmış büyük bir manyetik bobin, beyinde bir elektrik akımı oluşturuyor; bu, “kafatasının içerisinden geçen manyetik uyarım” [transcranial magnetic stimulation] olarak bilinen bir teknik. Bobin, bir elektriksel uyartıyı el hareketine neden olacak şekilde konumlandırılmış. Bir mil ötede başka bir binada başka bir adam, ekrana bakarken kafasındaki bonede bulunan 64 elektrot elektro-ensefalografiyi kullanarak beyin aktiviteleri kaydediyor. Beyindeki aktivitelerin örüntüleri bilgisayara geri gönderiliyor, böylece adam odaklanınca ekranda küçük bir noktayı hareket ettirebiliyor. Odaklandıkça, beyin aktivitesinden elde edilen basit bir elektriksel uyartı bir önceki binaya gönderiliyor ve orada başka bir bilgisayar manyetik bobine elektriksel uyartıyı iletmesini söylüyor. Birinci adamın eli yukarı kalkıyor, ardından dokunmatik yüzeye düşüyor ve girdi bir video oyununda hareket olarak kaydediliyor. Böylece bir top ateşleniyor ve tek bir vücut gibi davranan iki vücut tarafından oyundaki şehir kurtarılıyor.

    Video oyunu aslında oldukça basit olsa da, süreç, insanların etkileşimi bakımından önemli anlamlar taşıyor; en azından bu deneyi yürüten bilgisayar bilimcisi Rajesh Rao tarafından yönetilen Washington Üniversitesi’ndeki bilim insanları ekibine göre bu böyle. Bu deney, insanlarda beyinden beyine arayüzlerin ilk prototipine sahip. Göndericinin hareketsiz odaklanışıyla alıcının istemsiz tepkisi, kelimeler yerine kablolarla birbirine bağlanan tek bir dağınık sistem oluşturuyor. Bilim insanları sonuçları yazarken şunu soruyorlar: “Beyinde bulunan bilgiler, dili tamamen pas geçerek, doğrudan sinirsel kod biçiminde aktarılabilir mi?” Barcelona’dan bir bilim ekibi, aynı deneyi Hindistan ve Fransa arasında yaparak benzer bir sonuca ulaştı. Heyecan dolu bir beklentiyle şunu ilan ediyorlar: “Artık beyinlerin daha doğrudan diyalog kuracağı yeni bir çağ olasılığı var.”

    Prototipler dünya çapında manşetlere çıktıkça popüler medya da bu trene katılmakta gecikmedi. Big Think, beyinden beyine arayüzleri “insan iletişiminde bir sonraki büyük sıçrama” olarak ilan etti. Teknoloji girişimcisi Elon Musk, kendi şirketlerinden biri tarafından yapılacak bir sinir protezinin insan iletişimindeki “veri hızı sorununu çözebileceği” konusunda spekülasyonda bulundu. Buradaki ana fikir, yüksek bant genişliğine sahip fiziksel bağlantı düşünüldüğünde dilin modasının geçeceği. Sonunda kelimelerin zulmünden kurtulabilecek ve anında fikir paylaşımının tadını çıkarabilecek miyiz?

    Şunu kabul edelim: Hepimizin dil hakkında tereddütleri var. Kelimelere takılıp düşmediğimiz, yanlış anlaşılmalara kapılmadığımız veya dilbilgisindeki çifte olumsuzlukla mücadele etmediğimiz bir gün bile neredeyse geçmiyor. Dil, kendimizi ifade etmenin korkunç derecede hantal bir yolu. Dil bu kadar kaygan bir araçsa, belki de onu daha güvenilir bir şeyle değiştirmenin zamanı gelmiştir. Neden bu aracıyı ortadan kaldırıp beyinleri doğrudan birbirine bağlamıyoruz? Aslında bu fikir yeni değil. Amerikalı fizikçi ve Nobel ödüllü Murray Gell-Mann’ın The Quark and the Jaguar’da (1994) ifade ettiği gibi, böyle bir durumda, “düşünceler ve duygular, dilin izin verdiği hiçbir seçicilik veya aldatma olmaksızın tamamen paylaşılırdı.”

    Dile ilişkin bu görüşü dikkatle incelemek önemli çünkü bu oldukça çekici bir görüş. Rao ve ekibi, kendi içimizde bizim tarafımızdan erişilebilir olsalar da, duyguları veya çeşitli bilgi biçimlerini sözlü olarak ifade etmenin ne kadar zor olabileceğinden dem vuruyorlar. Twitter’da Musk, kelimeleri “düşüncenin çok kayıp verilerek sıkıştırılması” olarak nitelendiriyor. Bu kadar zengin bir zihinsel hayata sahip olmak ve bunu ifade etmek için bu kadar fakir kaynaklara bağlı kalmak ne kadar sinir bozucu! Ancak bu görüşe ne kadar sempati duysak da, bu noktada dille ilgili birkaç önemli kavrayış gözden kaçıyor. Birincisi, kelimeler araçtır. Herhangi bir araç gibi yanlış yere yerleştirilebilirler veya yanlış kullanılabilirler, ancak genellikle yapmak üzere tasarlandıkları şey için yararlıdırlar: Yalnızca söylemek istediklerimizi söylememize yardımcı olurlar, daha fazlasına değil. Kelimelerimizi dikkatli seçeriz çünkü özel ve kamusal dünyalar arasında bir ayrım olduğunu biliriz. İyi ki de böyle bir fark vardır, ne de olsa tüm sosyal hayat bu ayrıma bağlıdır.

    Diğer taraftan bu görüş dili yalnızca bilginin iletilmesi için bir kanal olarak görüyor. Buna göre tıpkı konuşma tüpünün telefonu ortaya çıkarması gibi, beyinleri doğrudan bağlayan bir araç, dili ortadan kaldırılabilir. Ama bu görüş, dilin aynı zamanda toplumsal eylemlerin altyapısı olduğunu gözden kaçırıyor. Bir konu üzerinde tartıştığımız, başkalarını bir şeyler yapmak için görevlendirdiğimiz, çevremizdekilerle ilişki kurduğumuz günlük konuşmaları düşünün. Bilgiyi rastgele dağıtmayız; bunun yerine sözlerimizi karşılıklı konuşmalar hâlinde bölüştürür ve birbirimizin ortaya koyduklarını temel alırız. Günlük kullanımda dil, bir kanaldan daha çok bir tango gibidir: İnsanların içinde bir bütün olarak hareket edebilecekleri, ancak aynı zamanda bireyselliklerini koruyabilecekleri karşılıklı devinimlerin etkileşimi. Sosyal etkileşim, tasarımı gereği, rızaya ve muhalefete yer verir.

    Beyinden beyine arayüzlere ilişkin anlayış ise bundan çok farklıdır. Kafatasının içinden geçen manyetik bir uyarım, şüpheye yer bırakmaz, ama müzakereye de yer bırakmaz. Etkisi dolayımsız olduğu kadar istemsizdir de. Bu etkileşim biçiminin üstün verimliliğine hayran olabiliriz ama aynı zamanda burada bir şeyin kaybolduğunu da kabul etmeliyiz: Her şeyden önce faillik ve özerklik duygusu ortadan kaybolur; bununla birlikte, belki de bir benlik duygusu. Bu sorun, Musk’ın nakledilebilir beyin-bilgisayar arayüzü olan tutkulu Neuralink projesi aracılığıyla yalnızca bant genişliğini yükselterek ortadan kalkmaz. Toplumsal yaşamın olanağı (salt simbiyotik olanın aksine), etkileşime girme yetilerimizin yanında kişisel dünyaların bir miktar da olsa ayrılığına bağlıdır. Başka bir deyişle, insan olmak için dile benzer bir şeye ihtiyacımız var.

    Bir bireyin zihinsel yaşamını diğerininkiyle doğrudan ilişkilendirdiğimizde, bireysel faillik parmaklarımızın arasından kayıp gidebilir. Biyoloji bu bağlamda birçok örnek sunar. Örneğin, amiplerin birleşmesinden oluşan ve milyonlarca ayrı hücre çekirdeğini bir arada tutan bir sitoplazma torbası olan büyüleyici cıvık mantar Physarum polycephalum’u ele alalım. Birlikte hareket eden ve algılayan cıvık mantar ışığa doğru sürünebilir, labirentlerde yiyecek bulabilir ve hatta şehirlerin metro ağlarının tasarımını taklit edebilir. Bu mükemmel simbiyozun bedeli, bireysel unsurlar için özerkliğin tamamen kaybolmasıdır. Beyinden beyine arayüzler için gerçek zorluk, beyinlerin bir şekilde birbirine bağlanmasını sağlamak değil, teknolojiden insanları bir cıvık mantarda kaynaşmış amip seviyesine indirmeyecek şekilde faydalanmaktır.

    Sizden büyük bir kanepeyi taşımama yardım etmenizi istersem, sizi ortak bir eylemi etkin bir şekilde gerçekleştirmek için bir “araç” olarak işe koşmuş olurum. Kabul ederseniz, size yönerge verebilirim: Bu tarafa gidin, hayır buraya, işte mükemmel. Böylece birlikte ikimizin de tek başımıza yapamayacağı bir şeyi başarırız. Şimdi bunun faillik bakımından ne anlama geldiğini bir düşünün. Projemiz süresince, kişisel failliğinizden biraz vazgeçmeyi kabul ediyorsunuz ve birlikte İngiliz filozof Margaret Gilbert’in çoğul özne dediği şeye dönüşüyoruz: Daha büyük bir sosyal faillik birimi. Beyinden beyine prototiplerde (veya cıvık mantarda) ortak faillik, kaba kuvvet fiziksel yollarla ortaya çıkarken, burada dil kullanılarak müzakere edilir.

    Dille ilgili şaşırtıcı olan bir şey, bu tür günlük işlerde güçlerin birleştirilmesi ve yolların ayrılması gibi meseleleri yönetmemize izin veren katıksız akışkanlığıdır. Kelimenin tam anlamıyla sahip olduğumuz en becerikli beyinden beyine arayüzdür: Farklı bedenlere sahip insanların, davranışsal esneklik ve toplumsal tanınırlıktan vazgeçmeden ortak eylemlilik elde etmelerini sağlayan hünerli, müzakere edilebilir bir sistem. Dolayısıyla, sözde düşük veri hızı nedeniyle dili çöpe atmadan önce, dilin zihinleri birbiriyle uyumlu hâle getirmemize, bedenleri koordine etmemize ve failliği paylaştırmamıza nasıl yardımcı olduğuna biraz daha yakından bakalım. Dilin insan etkileşiminde özellikle yararlı olmasını sağlayan iki özelliği var: Seçim ve müzakere.

    Seçim neyi gizli tutacağımızı ve neyi kelimelere dökerek herkese açık hâle getireceğimizi seçme gücümüzdür. Bilgiyi paylaşmak ve saklamak, sosyal ilişkilerimizi yönetmenin en önemli yollarından biridir. Aklı başında hiç kimse uçup giden her düşünceyi ve hissi ağzından kaçırmak istemez. Bildiğimiz kadarıyla toplum, büyük ölçüde, bazı şeylerin söylenmeden bırakılmasının daha iyi olduğu gerçeğine bağlıdır. Dolayısıyla dil bize neyi kiminle paylaştığımız ve her şeyden önce bir şeyi paylaşıp paylaşmadığımız konusunda bir kontrol sağlar. “Nasılsın?” gibi basit bir soruyu düşünün. Buna yanıt olarak seçtiğiniz kelimelerin bilgiden çok sosyal ilişkilerle ilgisi vardır: Teslimat şoförü ile en iyi arkadaşınızı bu şekilde ayırt edersiniz. Burada seçim gücü iş başındadır.

    Gün boyunca seçim gücünü akıllıca kullanmasaydık, tuhaflıklar birikecek ve sosyal yaşam çıkmaza girecekti. Bundan kaçınmak için, toplum olarak, kendini ifşa etmeyi sınırlamayı zımnen kabul ettik. Amerikalı sosyolog Harvey Sacks’in sözleriyle, “Herkes yalan söylemek zorundadır”. Bu, Gell-Mann’ın yakındığı türden bir aldatma değil; bunun yerine, hakikatle birlikte gerekli bir idare biçimidir. Buna kulak asmayanlar –gevezeler ve aşırı paylaşımcılar– bunun bedelini sosyal olarak (ve bazen de, örneğin Twitter’da bir CEO iseler, ekonomik olarak) ödeme eğilimindedir. Her şey göz önünde bulundurulduğunda, seçicilik, normal bir sosyal yaşamın olanağı için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir.

    Seçimin oldukça güçlü olduğu başka bir yön daha vardır. Dilin parçalı bir niteliği vardır: Şeyler birbiriyle uyumlu ancak eşdeğer olmayan sayısız yolla tanımlanabilir. Evimdeki kanepeyi taşımama yardım etme konusunu tekrar düşünün. Eğer birbirimizi tanıyorsak, bilmeniz gereken tek şey “konumum”dur ve buna rağmen GPS koordinatlarını iletirsem, bu koordinatlar daha nesnel ve açık bir adres sağlasa bile, şaşırırsınız. Bir formülasyonu diğerleri yerine seçmem, aynı anda iki şeyi gerçekleştirir: İlkin, gerekli bilgileri sağlamak ve ikincisi ise sosyal ilişkimizi konumlandırmak. Bunu bilgi kaybına yol açan sıkıştırma olarak tanımlamak, esas noktayı kaçırıyor. Burada söz konusu olan daha çok paylaştırılmış hesaplamaya benziyor: Dilin gücü, sözcükler konusunda mümkün olduğunda tutumlu ve gerekli olduğunda açık olmamızda yatar.

    Dilin bize verdiği ikinci büyük yeti, karşılıklı anlayış temelinde gerçekleşen birlikte çalışma anlamındaki müzakeredir. Sırayla konuşuruz ve bu, sohbete katılan her katılımcıya rıza ve muhalefet için düzenli olarak fırsatlar sunar. Bir soruyu yanıtlamak, bir öykü anlatmak veya yardım ve işbirliği sağlamak gibi normal sohbet konuları için bize gelen sıramızı kullanabiliriz. Sıralarımızı, örneğin anlaştığımızı belirtmek veya açıklama istemek gibi meta-iletişimsel meselelerde de kullanabiliriz. Genellikle bu tür meta-iletişimsel belirtiler, “m-hm” veya “ha?” gibi ifadelerle gerçekleşir, oldukça minimaldirler ve göze batmazlar: Konuşmaları düzene sokma görevine en uygun şekilde uyarlanmış görünürler.

    Ancak örneğin açıklama istemek, tam da beyinden beyine arayüzlerinin kurtulmamıza yardımcı olabileceği türden bir sıkıntı değil mi? Hem de çok sık olmaz mı böyle anlaşmazlıklar: Mevcut tahminimize göre, dünya çapındaki resmî olmayan konuşmalarda ortalama olarak her bir buçuk dakikada bir dilsel anlaşmazlıklar olur. Ne demek istediğimizi zar zor anlatmak yerine, birbirimizin istek ve ihtiyaçlarını hemen anlasak çok daha verimli olmaz mıydı? İşte tam burada yol ayrımına geliyoruz. Tüm bu sinir bozucu yanlış anlamaları toptan ortadan kaldırmak istiyorsanız, anlama ilişkin görüşünüz her şeyden önce bireycidir. Kararınızı verdiğinizi hissediyorsunuz ve sadece diğerinin onu dikkate almasını istiyorsunuz demektir: Keşke mesajınızı belirsizlikler olmadan iletebilseydiniz değil mi?

    Yine de, etkileşim hâlindeki anlam hakkında düşünmenin başka bir yolu var. Tek bir amaca yönelik olmaktan ziyade daha çok diyaloğa dayalı. Bu görüş, istek ve ihtiyaçlarımızın, başkalarıyla etkileşim içindeyken farkına vardığımızı savunur. “Gerçekten” ne demek istediğimiz, ancak bunun üzerinde başkalarıyla beraber çalıştığımızda bizim için daha açık hâle gelir. Buna uygun bir Zulu deyişi var: “Umuntu ngumuntu ngabantu” veya “Bir kişi, diğer insanlar aracılığıyla bir kişidir.” Bu ifade birey ve topluluk arasındaki ince dengeyi vurguluyor. Biz asla tek tek bireyler değiliz; bir balçık kalıbındaki hücreler hiç değiliz. Bizler her şeyden önce sosyal varlıklarız.

    Sohbetlerde anlaşılma düzeyi üzerine yapılan çalışmalar, gelişmiş iletişim kanalları tarafından hedef alınabilecek türden algısal sorunların nispeten nadir olduğunu göstermektedir. Karşı taraftan açıklama istediğimizde bunu çoğu zaman duymadığımız veya anlamadığımız için değil, kendi kararımızı vermek, kendimize biraz zaman kazandırmak veya diğerine yeniden formüle etme şansı vermek için yapıyoruz. İşler yolunda gitmese bile, aynı fikirde olmadığımızı kabul ederek ikimiz için de itibar kaybının önüne geçebiliriz. Konuşmalarımızı kesintiye uğratan meta-iletişimsel sinyaller, yeni bir teknoloji ihtiyacının belirtileri değildir. Onlar yapı iskelesi gibidir: Düşünmemize ve konuşmamıza yardımcı olan işaretler, uzlaşmamıza yardımcı olan etkileşimsel araçlardır. Bütün bunlar, iletişimin hiçbir zaman tek seferlik bir ilişki olmadığı ve birbirimizden hesap sorma, pozisyonlarımızı yeniden gözden geçirme ve taahhütlerimizi yeniden müzakere etme fırsatlarının her zaman olduğu anlamına gelir.

    İnsanların birbirinden ayrı bedenleri vardır. Beyinden beyine arayüzler bu ayrılığı biraz seyreltebilse de, dil uzun süredir aralarında köprü kurmuştur. Asla sadece bireyler değiliz, daha çok, bazıları geçici ve dağınık (“bu makalenin okuyucuları” gibi) ve bazıları daha güçlü ve dayanıklı (yakın arkadaşlar ve aile gibi) göz kamaştırıcı toplumsal birimlerin parçalarıyız. Dil, bu sosyal ilişkiler mozaiğinde gezinmemizi sağlayan ana araçtır, sürekli olarak “ben” ve “biz”in birçok farklı anlamı arasında katman değiştirir. Bu bağlamdan bakıldığında, seçim ve müzakere hata değil, temel özelliklerdir. Onlar sayesinde, kiminle ne paylaştığımızı yönetebilir ve bireysel faillikten tamamen vazgeçmeden daha büyük sosyal birimlerde güçlerimizi birleştirebiliriz.

    Seçim ve müzakere yetileri azaldığında veya elimizden alındığında neler olduğunu görmek için deneysel prototiplere ihtiyacımız yok. George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949) adlı romanında, dil, belirsizliği ortadan kaldırmak için basitleştirilir: İlk bakışta övgüye değer bir hedef gibi görünür, ancak muhalefet olanağını önemli ölçüde azaltma gibi tekinsiz bir yan etkiye sahiptir. Aynı şekilde, dinî telkinin en ayırt edici özelliği, kutsal kitapların veya büyük liderlerin sözlerini yorumlamada hiçbir hareket alanı bırakmamasıdır. Bazen kazanılan kesinlik, kaybedilen özgürlüktür.

    Beyinden beyine eşleşme üzerine düşünen bilimkurgu senaryoları, bazı etik konuları çok net bir şekilde ortaya koyar. Star Trek’in ilk bölümlerinden birinde, Vulkanlar düşüncelerini ve deneyimlerini yalnızca fiziksel temas yoluyla zorla paylaşarak zihni yok ediyordu. Daha sonraki sezonlarda, zorunlu asimilasyon yoluyla büyüyen, sürekli genişleyen bir arı kovanı zihnine sahip olan Borg topluluğu ortaya çıktı. William Gibson’ın Neuromancer (1984) adlı romanında, siber uzayın cazibesi, deneysel beyin cerrahisi için genişleyen bir pazar yaratırken, siber uzayın matrisine girmek, kişinin zihinsel yaşamını kötü niyetli bilgisayar korsanlarına maruz bırakma riskini de beraberinde getiriyordu. Şaşırtıcı bir şekilde, mevcut beyinden beyine arayüz prototiplerinin çoğu şu senaryoyu takip ediyor: Göndericiler beyin aktivitelerinin hangi yönlerinin iletileceğini seçemezken, alıcıların da gelen sinyaller üzerinde düşünme özgürlüğü olmuyor. Bu, özgür iletişimden çok fiziksel manipülasyona benziyor: Seçim ve müzakereye ilişkin tüm olanaklardan arındırılmış bir etkileşim.

    Zihinsel ve bedensel bütünlük ihlallerindeki ortak şey, onların bireysel failliğin önemli yönlerini ortadan kaldırmasıdır. Onları “insanlıktan çıkarıcı” ve “insanlık dışı” olarak tanımlamamız tesadüf değil. Bizi insan yapan dildir. O sadece bilgi için bir araç değil, aynı zamanda toplumsal failliği organize etme yolumuzdur. Bazı bilgi türlerinin akışını optimize etmek için bunu yüksek bant genişliğine sahip fiziksel bir bağlantıyla değiştirmeyi deneyebiliriz, ancak bunun insan toplumsallığını olanaklı kılan altyapıyı ortadan kaldırmak gibi büyük bir maliyeti olurdu.

    Ama umut var. Etkileşimli dilin, failliği paylaştıran yetileri, biçimden büyük ölçüde bağımsızdır: Bugün en yaygın olduğu biçimiyle, dilin sözlü ve yüz yüze kullanımıyla sınırlı değildir. Öncelikle yazmak –gerçi son zamanlarda bu durum değişiyor– uzun zamandır doğrudanlık ve etkileşimin kaybı anlamında gelmesine rağmen, dilin en azından bazı yönlerinin görsel bir koda indirgenebileceğini gösteriyor. Daha iyi bir örnek, dünya çapında işitme engelli topluluklar tarafından kullanılan işaret dillerinin çeşitliliğidir: Etkileşimli dilin tüm zenginliğinin ve karmaşıklığının tek bir ses dahi olmadan gerçekleştirilebileceğinin etkileyici bir kanıtı bu.

    Bu arada, Washingtonlu bilim insanları şimdiden daha hassas beyinden beyine arayüzler inşa etmeye başladılar. BrainNet adlı yeni bir prototip, basitçe “Göndericiler” olarak adlandırılan öznelerin, “Alıcı”nın seçiminin etkisini görmesine ve gerekirse bir sinyali yeniden göndermesine izin veren ek bir döngü oluşturarak basit bir müzakere biçimi sağlıyor. Bu, konuşma analistlerinin “üçüncü konumdan onarım” olarak adlandırdıkları şeye benziyor: Alıcının hareketi, Gönderenin ilk hareketinin yanlış anlaşıldığını ortaya çıkardığında, Göndericinin bunu düzeltmesi. (Benzerlik, insan etkileşimi alanında disiplinler arası işbirliği için zengin fırsatlara işaret ediyor.)

    Bunun gibi bir geri bildirim fırsatı eklemek, basit bir tasarım seçimi gibi görünüyor, ama aslında sistemin doğası kökten değişiyor. Alıcının eylemlerini yarı-kamusal incelemeye açarak, ilkel bir müzakere biçimini olanaklı kılıyor ve böylece doğal dilleri bu kadar esnek ve hataya dayanıklı yapan ileri geri harekete işaret ediyor. Girdi-çıktı sistemleri daha çok yönlü hâle geldikçe ve daha yüksek veri hızlarına izin verdikçe, seçim cephesinde benzer ilerlemeler bekleyebiliriz, bu da sadece ikili seçimler veya imleç hareketlerinden daha geniş bir sinyal yelpazesinde seçim yapmamıza izin verir. Elbette, bu daha geniş seçenekler yelpazesi aynı zamanda kaçınılmaz olarak yorumlamada daha fazla özgürlük, belirsizliğe daha fazla yer ve anlama biçimlerini düzenlemek için daha hızlı yollara ihtiyaç duyulacak anlamına gelir. Bu da bizi tekrar tam anlamıyla dil gibi bir şeye geri getiriyor: Seçim ve müzakere yetilerini birleştiren sofistike bir araç olarak dile. Çok geçmeden belirsizliğin faydalarını ve birbirimizin cümlelerini bitirmenin sevincini yeniden keşfedeceğiz.

    Sonuç iyimser olduğu kadar paradoksal. İşbirliği potansiyellerini artırmak için beyinden beyine arayüzleri iyileştirdiğimizde, tam da atlamaya çalıştığımız şey dilin arka kapıdan girdiğini görüyoruz. O hâlde, beyinden beyine arayüzlerin alt katmanlarında bile olsa, iletişim ve koordinasyon için dil benzeri bir sistem olması muhtemel. Kesin biçim veya yöntemi ne olursa olsun, gerçekten insancıl beyin-beyin arayüzlerinin bize iki şey vermesi gerekecek: seçim (kişisel dünyalar ve kamusal kelimeler arasındaki ilişki üzerinde kontrol) ve müzakere (karşılıklı anlayışı düzenlemek için gerekli fırsatlar).

    Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi (1979), bir galaktik mahkeme tarafından “tüm toplumsal hastalıkların en acımasızı olan telepati” ile cezalandırılan Kakrafoon’daki Belcerebon halkının durumundan söz eder. Öngörülemeyen sonuçları olan bir cezadır bu:

    “Akıllarından geçen en ufak bir düşünceyi yayınlamamak için… şimdi çok yüksek sesle ve sürekli hava durumundan, küçük ağrılarından ve sızılarından, bu öğleden sonraki maçtan ve Kakrafoon’un aniden ne kadar gürültülü bir yer hâline geldiğinden konuşmak zorunda kaldılar.”

    Dili pas geçme arayışındaki beyinden beyine arayüzlerin mevcut anlayışları, Belcerebon halkının kaderini tekrarlayacak gibi görünüyor. Buna karşılık insanın dilsel yapısı, bizi özel süreçlerin sınırsızca paylaşımından kurtarırken, hayvanlar âleminin başka yerinde benzeri olmayan şekillerde işbirliği yapmamıza yardımcı olan esnek bir iletişim sistemine sahip. Dil, özel ve kamu arasında bir filtre; rıza ve muhalefetin müzakeresi için bir altyapıdır. Beyinden beyne arayüzler üzerine araştırmalar olgunlaştıkça, insan failliğini anlamlı yollarla genişletmek için seçim ve müzakere yetilerini de eklediğimizden emin olalım.

    *Doç. Dr., Radboud Üniversitesi Nijmegen, Dil ve İletişim bölümü.



    1 Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/why-language-remains-the-most-flexible-brain-to-brain-interface