GARİPLERİN KİTABI VE ABDULKADİR ES-SUFİ: “GARİP” BİR HİDAYET MACERASINA DAİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ömer Saruhanlıoğlu*

    Ellili yıllarla başlayan ve Berlin duvarının yıkılışına kadar süren yıllar galiba yakın tarihin altın dönemi idi. Dehşetli savaş yıllarının yaraları büyük gayretlerle ve fedakârlıklarla sarılmış, ülkeler ve insanlar ne korkunç bir şey yapmış olduklarını fark edip de belki kendileri bile şaşırmış “Aman Tanrım nasıl oldu da böyle kan içici olabildik?” diye derin bir pişmanlıkla kendi dinince tövbe etmiş, herkes göstermelik de olsa “Bir daha asla!” diyerek birbirine elini uzatmıştı. Belki Tanrı da insanoğlunun bu pişmanlığını ve tövbesini içten bulmuş ve ona bir şans daha vermişti.

    Kansız ve ucuz atlatılan Küba kriziyle Vietnam trajedisini saymazsak “medeni dünya” ne insanın ne de doğanın sebep olduğu büyük felaketlerle karşılaşmadı. Vietnam trajedisi de her şeye rağmen nispeten lokal bir felaket olarak uzaklarda olup bitmişti.

    O zamana kadar insanlığın görmediği hızla gerçekleşen bilimsel gelişmeler de insanoğlunun en eski rüyası olan doğayı egemenliği altına alma arzusunu gerçekleştirme fırsatı verdi. Özellikle bilimin beşiği olan Batı büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Geride kalanlar bir taraftan bütün bu olup bitenlere kültürel, ideolojik ve itikadi sebeplerle karşı çıkmak gerektiğini düşünürken diğer taraftan, arafta kalarak ne yapacaklarını bilemez bir hâlde, çaresizlik içinde başlarına gelecek olanı beklemeye durdular. Öyle görünüyor ki hâlâ bekliyorlar.

    Kapitalizm serpildi, önüne çıkan her şeyi yutan, dönüştüren yeniden tanımlayan ve bunu yaparken de kendi meşruiyetini yaratan devasa bir mekanizmaya dönüştü. Toplumlar baştan aşağı değişti. Zenginlik, refah ve özgürlük beklendiği gibi mutluluk getirmedi, kapitalizmin ölçemediği için değersiz bulduğu sevgi de dâhil bir sürü insani şeyin eksikliği “hakikat” ya da “daha iyi bir dünya” peşinde koşanları bir yandan Woodstok ve Paris Baharı gibi “dışsal yolculuklara” diğer yandan Katmandu ve New Age spiritüalizmi gibi “içsel yolculuklara” yöneltti.

    O yıllarda “İslam’ın güler yüzü” bütün dünyada itibar görüyordu, “Sufizm” adı altında tasavvufa büyük bir teveccüh vardı. “Daha şanslı” olanlar “hakikate” bu yol üzerinden yöneldi. Eksik bulduklarını, yani hayatın anlamını ve hakikatini İslam’da bulmayı denediler.

    Bu teveccüh bir yandan dinin kadim sahipleri olarak bizleri; ölmüş ruhları canlandıran, dokunduğu her şeyi yeşerten bir dine mensup olduğumuzu düşündürüp derin bir öz-güven ve sekinet duygusuna gark etti, diğer yandan da yenilmişlik duygusundan ve ne yapacağını bilememenin çaresizliğinden kurtardı. Öyle ya, bütün maddi refah ve doymuşluk, hayatlarına gıpta edilen o insanlara yetmiyordu ve huzurun peşinden bizim buralara kadar geliyorlardı. Bu yönelim, nasıl olacağını açıkça bilemesek de, bütün insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkartacağına ve kurtaracağına dair inancımızı güçlendirdi ve pekiştirdi.
    Bu uzun ve dolaylı girişten sonra yazının asıl konusuna, otobiyografik romanı Gariplerin Kitabı’nın yazarı vasfıyla ve bu kitap çerçevesinde Abdulkadir es-Sufi’ye geliyorum.

    Sıra dışı insanların hikâyeleri de sıra dışı oluyor. O zamanki adıyla Ian Dallas’ın sıra dışı bir karakter olduğu kuşkusuz. Genç yaşında tiyatro oyunları yazmış, BBC’de aktörlük yapmış, Fellini’nin bir filminde sıradan da olsa bir rol oynamış ve müzik dünyasının ünlüleriyle yakın dostluklar kurmuş, hatta ihtida ettiği ilk dönemin coşkusuyla İslam tasavvuf kaynaklarına gark olduğu yıllarda Nizâmî-i Gencevî’nin Leyla ile Mecnun kitabını Eric Clapton’a hediye etmiş ve Eric Clapton da bu hikâyeden esinlenerek Layla (Leyla) isimli aşk şarkısını bestelemiş.

    Ian Dallas dünyanın o nispi müreffeh ve geleceğe ümitle bakılan yıllarında, 1967’de 37 yaşında bin bir gece masallarının yeni mekânı, bugünün Bağdat’ı olan büyüleyici Fas’ta, yaklaşık bin iki yüz yıllık Fez şehrinde ihtida eder. Bir tarikata mensuptur ve etrafında onu coşkuyla bağrına basacak yüzlerce, belki de binlerce kardeşin arasında kendisini hiç olmadığı kadar bir yere ait ve sahiplenilmiş hissetmiş olsa gerektir. Bu bakımdan 1982 yılında Cenevre’de Müslüman olan Roger Garaudy’nin “Kendimi bu karara tamamıyla hazır ve bunun bütün sorumluluğunu üstlenecek durumda hissediyorum… Bu dünyadan, bundan böyle beni reddedecek olan Batı dünyasından kopuyorum.” sözlerinde kendisini gösteren derin bir yalnızlığı hissetmemiş olsa gerektir.

    Es-Sufi o coşku ve heyecanla 1972 yılında otobiyografik romanı Gariplerin Kitabı’nı yazar. Yukarıda bahsedilen “sahiplenilmişlik duygusu”nun izleri romanda ziyadesiyle kendisini hissettirir. İhvanı es-Sufi’yle standart bir Batılıyı rahatsız edecek ölçüde haşır neşir olmuştur (fenâ-fi’l-ihvan) öyle ki günlük zikir, tefekkür gibi nafile ibadetlerini iç huzuruyla yapabilmek için kendi başına kalamadığını hisseder. Görevlerini hakkıyla yerine getirmesine engel olduğu için bu durumdan şikâyetçidir. Diğer taraftan da hakkı olduğunu düşündüğü “yalnız kalma özgürlüğünü kazanmak için sessiz bir savaş” vermektedir. “Yolun saf öğretisini örten kültürü, birlikte olma duygusunu, aşiretlere mahsus yalnızlık korkusunu” eleştirir. Bu noktada ilginç bir kültürel farklılık kendisini gösterir: Bir Batılı davranış biçimi olarak bireysellik ve yapılması gereken şeylerin “tam tarif edildiği gibi” yapılması için şartların sonuna kadar zorlanması, buna karşılık Doğu’ya mahsus “sohbet kültürü” ve olup biteni akışına bırakma eğilimi ki buna göre büyük resimde nihayetinde her şey zaten O’nun belirlediği şekilde sonuçlanacaktır. Şartları zorlamanın hiçbir anlamı yoktur. Romanda bu ikilem Doğulu tarzın galebe çalmasıyla sonuçlanır, zira aslında insan “kendi başına kaldığında yalnız kalmış olmaz, binlerce düşünce, nefret, öfke, kibir zaten onunla birliktedir.”

    Kitap, coğrafya olmasa da kültür havzası olarak egzotik doğunun (Fas) esrarlı sokaklarında, ıssız çöllerinde, yoksul ama huzurlu insanların, meczupların ve gariplerin arasında, camilerde, zaviyelerde kendisini ve hakikati arayan –ve sonunda bulan– genç bir adamın tek başına çıktığı yolculuğun hikâyesidir. Mutlak bir terk edişle, kesin bir belirsizlikle, çöle doğru görünse de bu yol, asıl olarak içe doğru ve muhakkak ki el yordamıyla başlayan bu alt-üst edici yolculuğun en belirgin vasfı merhametli, müşfik ve nurlu bir elin rehberliğinde başladığı yerde bitmesidir. Başladığı yerde biten bir yolculuğun boşuna harcanmış bir çaba olmaktan öte ne anlamı olabilir? Böyle bir şey ilk bakışta paradoksal görünse de aslında hayat başladığı yere bir dönüşten (mebde ve meâd) ibaret olarak kabul edilecek olursa yaşananlara anlam kazandıran ve asıl belirleyici olan şeyin ulaşılan noktadan ziyade başlangıçla varılan menzil arasında yaşanmış tecrübe olduğu söylenebilir.

    Kitabın ilk bölümleri oldukça belirgin bir biçimde George Orwell’in 1984 distopyasında tasvir edilen devlet ve toplumun iç bunaltıcı ve dehşet verici ortamını hatırlatır, aradaki fark belki Orwell’de meselenin ontik, burada ise ontolojik olmasıdır. Toplumun en seçkin bireyleri mutsuz ve hüzünlüdür, bu dünya ile baş edebilmek daha doğrusu ondan kaçmak için uyuşturucuya sığınmışlardır ve devlet tarafından izlenmektedir. Özellikle entelektüeller bütün insani enerjilerini “düşüncelerinin ördüğü kafesin içinde sağa sola koşuşturan kobaylar” gibi harcamaktadırlar. Anlamsızlık had safhadadır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu dünyanın karşında ilkel, ıssız, meçhul ve ölümcül tehlikelerle dolu ama her şeye rağmen egzotik çöl yer alır. Modern dünya ile çöl arasındaki bu karşıtlık Platon’un mağara metaforunu çağrıştırır.

    Çöl kat edilir, engeller en zor zamanlarda beklenmedik bir biçimde gelen ilahi desteklerle aşılır ve yolculuk başladığı yerde “mutlu son”la, derin bir iç huzuruyla biter. Daha önce boğucu bir huzursuzluğa, anlamsızlığa sebep olan her şey şimdi artık anlamını kazanmıştır. Menzile ulaşılmıştır. Eşya yerli yerine oturmuştur, artık âlemde ne bir fazlalık ne bir eksiklik vardır.

    Kitap Türkiye’de ilk olarak 1979 yılında yayınlandı ve o dönem muhafazakâr genç kuşak tarafından büyük rağbet gördü. Yanlış bilmiyorsam kırka yakın baskı yaptı. Bunda kitabın İsmet Özel tarafından tercüme edilmesinin ve dönemin okuma alışkanlığı olduğu kadar kitabın içeriğinin de büyük etkisi olduğu kesin.
    2021 yılında tekrar tercüme edilerek yayınlanan baskının “yeni muhafazakâr genç kuşak” tarafından ne kadar benimseneceğini zaman gösterecek.

    Romanda açık bir biçimde ifade edilmiş olmasa da zımnen kahramanın ulaştığı bu mertebeden sonra artık her şeyin çok daha kolay olacağı sonucu çıkmaktadır. Bu yüzden “mutlu son” ifadesini kullanıyorum ve bununla kurtuluşun ahirete taalluk eden kısmını değil, “şimdiye” bakan kısmını, yani sakinleri “elinden ve dilinden emin olunan insanlar” olan Erdemliler Şehrini ya da Asr-ı Saâdet diyarını kastediyorum. Zira mutlu sonla bitecek bir hikâye ancak elinden ve dilinden şimdi ve burada emin olanların hikâyesi olabilir.

    Kitap “mutlu son”la bitse de gerçek hayatta işler çoğunlukla, hatta hemen hemen hiçbir zaman böyle nihayete ermiyor ve asıl hikâye bundan sonra başlıyor. Yani merhum es-Sufi de dâhil bireyler olarak her birimizin, toplum olarak bütün Müslümanların, bütün İslam dünyasının belki de bütün insanlığın hikâyesi demek istiyorum. Nitekim es-Sufi de Gariplerin Kitabı’nda kahramanının bıraktığı yerden devam edip uzun ömrünün sonuna kadar didinip durmuştur.

    Es-Sufi Fas’tan İngiltere’ye döner, çevresinde bir halka oluşur, bir enstitü ve bir yayınevi kurulur. Halka genişler, siyasal, ekonomik ve sosyal bir girişim olarak “Murabıtlar Hareketi”ni kurar ve nihayet Güney Afrika’da büyük bir eğitim merkezi inşa ederek oraya yerleşir ve 2021 yılının Ağustos ayında orada vefat eder.

    Es-Sufi’nin bu macerasında dikkati çeken şey sufi olarak başlayan yolculuğun, tasavvufun bilindik tarzından uzaklaşma anlamında, sert viraj alarak son derece keskin bir üslupla dile getirilen siyaset, iktisat, hilafet gibi yakıcı dünyevi konularda polemikler, makaleler, kitaplar ve konferanslarla devam edip tamamlanmış olmasıdır. Es-Sufi’nin ilerleyen yıllarında Gariplerin Kitabı’nda hâkim olan havadan eser kalmamıştır. Klasik tasavvuf anlayışı kifayet etmemiş olsa gerektir ki hayatının uzunca bir bölümünü takdir edilmeler, eleştirilmeler, dışlanmalar, “dünya sistemine” başkaldırılar, ötekileştirmeler ve ötekileştirilmelerle sürüp giden bir ceht içinde geçirmiş. Bu mücadele (kendisine yakıştırılan ajanlık ithamlarını bir yana bırakacak olursak) bu dünyada mutlu sona ulaşmak içindir.

    Müslüman olarak doğan bizlere gözlerimizi açar açmaz kutlu hikâyenin “mutlu son”la biteceği müjdelendi. Bu müjde pek çoğumuzu rehavete sürüklemedi değil. Değişik kültürel, entelektüel ve davranışsal biçimlerde “Mutlu sonla biteceği vadedilen bir hikâyemiz varken neden fazladan çaba göstermeli?” sorusunu sormadık değil.

    Bunun için ilave bir çaba gerektiğini fark etmiş olanların sayısı oldukça az. İnsanın sadece kendi nefsini ıslah etme gayretinin yetmeyeceğini bunun yanı sıra dışındaki dünyanın da adil ve daha yaşanılır bir yer kılınması gerektiğini fark etmiş olması bakımından Es-Sufi’nin bu azınlığa mensup olduğu söylenmelidir. Fakat tarih tecrübesi bunu fark etmenin de bizi mutlu sona ulaşmaya ve Erdemliler Şehrini kurmaya yetmediğini gösterdi. Hikâyenin ikinci bölümü, belki de asıl kısmı burada başlıyor.

    Hikâyenin asıl kısmı şu meşhur soru: “Ne Yapmalı?”

    Bu soruyu 20. yüzyılın başında sormuş ve bir cevap vermiş olan mahut kişiye ve verdiği cevaba olan mesafesi insanı bu soruyu sormaktan alıkoymamalı.

    Es-Sufi de büyük çoğunluk gibi seleften uzaklaştıkça dünyayı mamur kılma ihtimalinin azalacağını kabul etti. Dolayısıyla temel olarak yapılması gereken şeyin “asırlar boyunca biriktirdiğimiz büyük insanlık tecrübesi” gibi edebî terkiplerle ifade ettiğimiz değerlere yönelerek bizden önce söylenmiş sözleri harfiyen yerine getirmek olduğunu ima etmiş oldu. Güneşin altında söylenmemiş bir söz yoktu. Erdemliler Şehrini bir türlü (yeniden) inşa edemememizin sebebi bu söylenenlere kulak vermemek, değilse bunları doğru anlayıp uygulayamamaktı. Şimdi ve burada bize teklif edilen ne varsa bunların hepsine kategorik olarak karşı çıkmak gerekirdi, zira bunlar modern zamanlarda içinde kutsal olan ne varsa tümüyle un ufak edilmiş “kafir” zihinsel ve duygusal saiklerle oluşturulmuştu.

    Demokrasi mi? “Büyük bir yalan ve aldatmaca.”

    İnsan hakları, adalet, refah, eşitlik ya da hukuk ve özgürlükler mi? “Bunlar bize zaten bin dört yüz küsur yıl önce verilmişti.”
    Müslüman olarak doğup Müslüman bir çevrede büyümüş bir Müslüman’ın kategorik Batı düşmanlığının sebeplerine aşinayız. Bu hâli kısaca özetlemek gerekirse dışa kapalı ve nispeten kısır bir kültür evreninde neşvünema bulan bir dünya tasavvurunun oluşturduğu davranış kalıpları ve bunun üzerine dünyevi olarak yüzyıllara uzanan yenilginin sebep olduğu eziklik ve (arandığında birçok haklı tarafları bulunabilecek) öfke ile ortaya çıkan bir husumet. Bu husumet öylesine kuvvetli ve etkili ki bütün İslam âlemi sahip olduğu entelektüel ve yaratıcı enerjiyi ve zekâyı neredeyse tümüyle hasmı olan Batı’yı mahkûm etme gayretine harcıyor.

    Peki öteki mahallede doğmuş zihni Batılı paradigmalarla ve değerler sistemiyle şekillenmiş bir mühtedinin keskin Batı karşıtlığını nasıl anlamak gerekir? İnsanın bir noktaya kadar karanlıklar içinde heba etmiş olduğunu düşündüğü mazisini silip yok etme çabası mı? Aniden hakikati bulma ve bütün büyük ontolojik sorulara verecek bir cevaba sahip olduğuna inanmanın bahşettiği sınırsız özgüven mi? Batı’nın özellikle “ötekine” yaptıklarının gerçek yüzünü ve riyakârlığını bilmenin sorumluluk sahibi bir Batılıya yüklediği ağırlık ve öfke mi? Ya da yüceltilen demokrasi, eşitlik, özgürlük, şeffaflık gibi Batılı değerlerin aslında büyük bir yalan olduğunu “birinci elden” fark etmenin insanın ruhunda doğurduğu boşluk ve bu boşluğu sapasağlam olduğuna iman ettiği bir dolgu maddesi ile doldurma faaliyeti mi?

    İster din dışı isterse dinî olsun, inançlar ister istemez “ötekine”, daha doğrusu rakip ya da hasımlara göre tahkim ediliyor. Böylece hasım kendisine ait olmayan bir inancı nasıl görüyorlarsa inanç sahibi de hakarete varan eleştirel yaklaşıma ve saldırıya karşı savunmacı tezler geliştiriyor ve zaman içinde bu yeni tezler benimsenen kısımlarıyla inanç sisteminin bir parçası hâline gelebiliyor. Böyle bir süreç boyunca dönüşen inanç sistemi ise özgür ve özgün bir düşünme faaliyetiyle değil de, savunmacı saiklerle oluşturulduğu ölçüde bu dönüşümden zarar görüyor. (Burada inanç sistemi derken sadece dinî inancın kastedilmediğini tekrar belirteyim ancak saf ilahi kaynak “ed-Din” den hareketle yapılan beşerî yorumlanma esnasında bir tür dünyevileşen din de bu durumdan ziyadesiyle payını alıyor).

    Daha pek çok gerekçe sayılabilir fakat hepsinin temelinde şu teorik ve itikadi kabul yatıyor: Tanrı’yı hoşnut etmek. O’na yönelmek, O’na ulaşmak. Bu bir anlamda O’na gitmek demek. Ancak O’na gitmek eskilerde bir yere gitmek demek midir? O, ancak eskilerin arasında mı bulunabilir?

    Tanrı burada (da) değil mi?

    *Çevirmen, yazar.