TÜRK-İSLAM TASAVVUF GELENEĞİNDE HACI BEKTÂŞ-I VELÎ VE YUNUS EMRE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Haşim Şahin*

    Hacı Bektâş-ı Velî’nin Anadolu’ya geldiği yıl olan 1240 senesinde Selçukluların yıkılış süreci de başlamış bulunuyordu. Vefâi şeyhi Baba İlyas Horasani’nin başlattığı, Baba İshak başta olmak üzere çok sayıda Türkmen dervişinin, Türkmen aşiretlerinin ve kötü vergi politikasından bunalan hatırı sayılır bir halk kesiminin katıldığı bu isyan, Selçuklular tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış olsa da Selçuklu ülkesinde bilhassa I. Alâeddin Keykubad’ın öldürülmesi sonrasında baş gösteren otorite boşluğunun meydana getirdiği kötü gidişatı da gözler önüne serdi.

    Söz konusu bu isyandan yaklaşık yirmi yıl önce, Cengiz Han’ın İslam beldelerini peş peşe istila etmesi üzerine pek çok âlim ve mutasavvıf Orta Asya’dan Anadolu, Suriye ve Mısır’a göç etmişlerdi. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ile oğulları I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad devirlerinde farklı coğrafyalardan Anadolu’ya gelen âlim ve mutasavvıflar yarımadaya hatırı sayılır bir bilgi transferini de gerçekleştirmişlerdi. Endülüslü Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sultanların hocası olarak bilinen Şeyh Mecdüddin İshak er-Rûmî, aşk ve cezbeyi esas alan bir tasavvuf ekolünün temsilcisi ve aynı zamanda Evhadiyye tarikatının kurucusu Evhâdüddin Kirmânî, İbnü’l-Arabî’nin evlatlığı Sadreddin Konevî, kurduğu tarikat yüzyıllar boyunca insanlığı aydınlatmış Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sarı Saltık, dostluk, kardeşlik ve yardımlaşmanın sembolü olan Ahi teşkilatının kurucusu Ahi Evren gibi çok sayıda âlim ve mutasavvıf dönemin Selçuklu topraklarında entelektüel seviyenin gelişmesine yazdıkları eserler ve yetiştirdikleri talebeler vasıtasıyla ciddi bir katkı sağlamışlardı.

    Selçuklu siyasi otoritesinin sarsılmasına neden olan Babaîler İsyanı, bir yıl önce şüpheli bir şekilde öldürülmüş olan Sultan Keykubad’ın temsil ettiği parlak devrin sonunu da getirdi. Oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev başarılı bir hükümdar değildi. Onun zamanında gerçekleşen bu isyandan üç yıl sonra Moğol orduları Selçuklu sınırlarına dayandı. 1243 yılında meydana gelen Kösedağ Savaşı, Selçukluların ağır yenilgisi ve Anadolu’nun fiilen Moğol hâkimiyetine girmesi ile neticelendi. Bu olaydan kısa bir süre sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinde, vaktiyle Selçuklu hizmetinde bulunan Türkmen beylikleri bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Anadolu’da yeni bir Türkmen direnişi başlamış, Selçuklu sarayında hâkim olan Farsçanın aksine Türkçe konuşan Türkmenlerin yoğun olduğu bölgeler pek çok yeni başlangıca da kapı aralamıştı.

    Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde kurulan Türkmen beyliklerinin meydana getirdiği siyasi dağılım aynı zamanda kültürel bir dağılımı da beraberinde getirdi. Selçukluların güçlü oldukları dönemde Konya merkezli olarak oluşan kültürel ortam, Selçukluların vârisi olduklarını iddia eden bu beyliklerin başkentlerine kaydı. Yunus Emre’nin de faaliyette bulunduğu Aksaray, Karaman, Isparta, Beyşehir, Kütahya, Aydın, Manisa, Sivas, Kastamonu, Bursa gibi şehirler kısa sürede önemli birer kültür merkezi hâline geldiler. Bu dağılım aynı zamanda Anadolu’da Türkçenin ve Türk dilinin de daha yaygın hâle gelmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştı. Türkmen beyleri arasında Arapça ve Farsçadan ziyade Türkçe konuşuluyordu. Başta Tapduk Emre, Yunus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Seyyid Harun olmak üzere Türkçe konuşan ve yazan âlim ve mutasavvıfların hem kendileri hem de eserleri hayli itibar görmeye başladı. Bunun nedeni ise, “Bilgi muhatabının algısı ile doğrudan ilişkilidir.” sözü gereği, hitap edilen kesimin daha çok Türklerden meydana gelmesiydi.

    Yunus Emre, Elvan Çelebi, Âşık Paşa, Dursun Fakih gibi önemli âlim ve mutasavvıfların eserlerini Türkçe yazmalarının nedeni yine bu zümrelerin ihtiyaçları ile doğrudan alakalıydı. Baba İlyas’ın soyundan gelen Âşık Paşa meşhur eseri olan Garib-nâme’yi Yunus Emre’nin vefatından yaklaşık on yıl sonra kaleme almıştı. Hamidoğulları beylerinden Bedreddin Hızır Bey adına, dönemin önde gelen âlimlerinden Fakih Muslihiddin Mustafa b. Muhammed’in Türkçe olarak yazdığı Mülk, Yâsîn ve İhlâs Suresi tefsirleri, Aydınoğulları sahasında Sa’lebi’nin Aydınoğlu Mehmed Bey adına kaleme aldığı Ara’isü’l-Mecâlis adlı Peygamberler Tarihi ile Farsça yazılan Tezkiretü’l-Evliya bu süreçte meydana getirilen eserlerdi.

    Babaîler İsyanı’nın başladığı 1240 tarihi aynı zamanda hem Yunus Emre’nin doğduğu hem de Hacı Bektâş-ı Velî’nin Horasan’dan Anadolu’ya geldiği yıl olma özelliğine de sahipti. Bu iki mutasavvıf Anadolu’da Türk tasavvuf düşüncesinin temsilcisi olmuşlar, verdikleri eserler ile Türkçe konuşan pek çoğu konar göçer Oğuz kitleleri içerisinde dört kapı kırk makam anlayışını öne çıkaran, temelde ise vahdet-i vücûd düşüncesinin yer aldığı bir tasavvuf düşüncesinin yerleşmesini sağlamışlardı.

    Hacı Bektâş-ı Velî
    13. yüzyılda Anadolu’ya gelen büyük mutasavvıf Hacı Bektâş-ı Velî, Horasan ilim ve irfanının Anadolu’ya taşınmasında büyük pay sahibi olmuş Anadolu halkının İslam anlayışına yön vermişti. Hayatına, düşünce yapısına ve temsil ettiği tasavvuf çizgisine dair pek çok spekülatif bilgi bulunan bu önemli şahsiyet, Nişabur’da doğmuş, tasavvufa meylettikten sonra Lokman Perende’nin dergâhında dünyevi bütün hırsları terk etmiş, kendisini Hak yoluna adamış, züht hayatını benimsemiş, kendisini toplumdan soyutlamış, hatta kendisinin hakkı olan hükümdarlığı bile amcasının oğlu Seyyid Hasan’a bırakmıştı. Eğitimini tamamladıktan sonra şeyhinin icazetiyle irşat amacıyla Orta Asya’dan ayrılarak Anadolu’da sonlanacak yolculuğuna başlayan Hacı Bektâş-ı Velî, ilk önce Necef ve Kerbela’yı ziyaret etti. Hz. Ali’nin türbesinde halvete girerek erbain çıkardıktan sonra Mekke ve Medine’ye giderek haccını eda etti. Kendisine Hacı lakabının verilmesi de bu hac sonrasında gerçekleşmiştir. Hicaz’da üç yıl kaldıktan sonra Kudüs’e giderek Mescid-i Aksâ’yı ve Dâvûd Peygamber’in kabrini ziyaret etti. Bir sonraki durağı olan Şam’da Zekeriyyâ Peygamber’in türbesinde erbain çıkardıktan sonra Halep ve Elbistan yoluyla Anadolu’ya geldi. İpek Yolu’nun kadim zamanlarda işlediği güzergâhta ilerleyen yolculuğu boyunca pek çok âlimle tanışan Hacı Bektâş-ı Velî, yeni yurdunda ise çok daha sakin ve münzevi bir hayat sürmeyi tercih etti.

    Tasavvufi seyrinde, Lokman Perende’nin müridi ve Ahmed Yesevî yolunun temsilcileri arasında kabul edilen Hacı Bektâş-ı Velî bir tarikat kurmamış olsa da, onunla doğrudan ilişkilendirilen Bektaşilik, 16. yüzyılda Balım Sultan tarafından kurulmuş, İstanbul başta olmak üzere pek çok Anadolu şehrinde ve Mısır’dan Balkanlara uzanan çok geniş bir coğrafyada temsil edilmiştir.

    İslam tasavvuf geleneğinin önemli temsilcilerinden birisi olan Hacı Bektâş-ı Velî Türkçe, Arapça ve Farsça olarak bazı eserler kaleme almıştı. Makâlat, Kitâbu’l-Fevâid, Şerh-i Besmele, Şathiyye, Hurde-nâme, Usûl-i Hakika, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye ile Hadis-i Erbain şerhi ona ait olduğu kabul edilen eserlerdir. Hacı Bektâş-ı Velî Makalât’ında tasavvuf geleneğindeki kâmil insanı merkeze alan bir yaklaşımla, dört kapı kırk makam anlayışı üzerinden insanın erdemlerini sıralamıştır.

    Dört kapı tasavvuf geleneğinde de sıkça vurgulanan, Yunus Emre’nin şiirlerinde de karşılık bulmuş olan şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Bunlar insân-ı kâmil olmanın mutlak merhaleleridir. Hacı Bektâş-ı Velî, Hak Sübhâne ve Teâlâ hazretlerinin insanı toprak, su, ateş ve havadan yarattığını, bununla bağlantılı olarak da dünyada dört çeşit insanın var olduğunu belirtmiştir. Bu dört zümre insan abidler, zahidler, arifler ve muhiblerdir. Şeriat kapısını ve havayı temsil eden abidler gece gündüz Hakk’a ibadetten ayrılmayan, Allah’ın emirlerini yerine getiren, yasaklarından sakınan, namaz, oruç, hac gibi İslam’ın temel şartlarını yerine getiren, zorunlu hâllerde savaşa katılan, dünyevi zevkleri terk edip nefsiyle savaşan kimselerdir.

    Zahidler ise aslı ateşten olan ve tarikat ehli kimselerdir. “Her kim bu dünyada kendi nefsini yakarsa, ahirette türlü azaplardan kurtulur.” diyen Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre, işte bu zahidler nefislerini yok etmiş, aşk ateşiyle gece gündüz yanmışlar olup, gece gündüz Allah’ı zikreden, her işlerine Besmele ile başlayan, korku ve ümit arasında gidip gelen, ahiret için dünyada birikim yapan ilm-i ledün sahibi kimselerdir.

    Yaratılışın dört unsuru içerisinde suyu, seyrüsülukta ise marifet kapısını temsil eden arifler ise benliklerini yok etmiş kimselerdir. Hacı Bektâş-ı Velî, “Kendini arındırmayan başkasını da arındıramaz.” demek suretiyle ariflerin temel vasfını tarif ve “Suyun temizliği aşikârdır, hangi kaba girerse o kap suya döner, kendisinden başka nesne kalmaz ve rengi de belli olur. Aynı zamanda murdarı da dışarı atar. O hâlde, ariflerin temiz olması aşikârdır, tekrar aslına döner, ariflerin nazarında şirk murdardır, onu içlerinde tutmaz dışarı çıkarırlar. Kendilerini olduğu gibi başkalarını da arındırırlar.” sözleriyle de ariflerin sahip oldukları hâli izah etmiştir. Ona göre, ariflerin ibadeti hem tefekkürdür hem de dünya ve ahireti terk etmek ve himmet nazarıyla velayet beklemektir. Bütün arzuları da Allah’a yakın olmaktır. Arifler içinde bulundukları hâlleri bütün varlığa değişir, bundan da endişe duymazlar.

    Hakikat kapısını temsil eden muhiblerin aslı topraktır. Toprak nasıl teslimiyet ve rızayı temsil ediyorsa muhibler de boyun eğip Hak’tan gelene razı olmayı simgelerler. Muhibler için esas olan Allahu Teâlâ’yı bulmak, kendilerini tamamen kaybetmek, canlarını murada eriştirmek, böylece hâlleri biriktirip “bir” olmaktır. Onların ibadeti Hakk’ın varlığında seyir, Hakk’a yalvarış ve Hak aşkına müşahededir.

    Hacı Bektâş-ı Velî, iman anlayışını akıl-ilim-marifet temeline oturtmuştur. Ona göre akıl aya, marifet güneşe, ilim ise yıldıza benzer. O, marifet makamını temsil eden ariflere göre imanın akılda olduğunu, ancak imanın herkes tarafından bilineninin ise gönül ve dilde bulunduğunu söyler. Onun düşüncesinde ve öğretisinde Kur’an ön planda olmuştur. Ona göre şeriatın ilk makamı iman etmek, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır. Diliyle ikrar edip gönlüyle inanmayan ise münafıktır. O, akıl-iman bütünlüğünü şu örneklerle ortaya koymaktadır: “İman hazine, lanetli İblis hırsız, akıl da hazinedardır. Hazinedar giderse, hırsız hazineyi ne yapar?”; “İman, koyun, akıl çoban ve iblis kurttur. Şayet çoban giderse, kurt koyunu ne yapar?”; “İman süt, akıl bekçi ve İblis de köpektir. Bunun üçü bir evde yaşamaktadır. Eğer bekçi evden gider, süt de bekçisiz kalırsa köpek sütü ne yapar?”. Görüldüğü üzere Hacı Bektâş-ı Velî’nin düşünce iman-akıl bütünlüğü de oldukça merkezî bir noktadadır. Bu konuda yine onun: “Gönül öyle bir şehirdir ki, Hak Sübhânehu ve Teâlâ Arş’tan yerin altına kadar ne yarattıysa o şehirde vardır ve o şehre sığar. O şehirde iki sultan vardır. Bunlardan biri Rahmani diğeri Şeytanidir. Rahmani sultanın adı akıl, vekili iman ve kumandanı da miskinliktir. Yüreğin sağ tarafında yedi kale vardır. Hak Sübhânehu ve Teâlâ her bir kalede bir muhafızı vekil bırakmıştır. O muhafızların adı bir bir belirtilmiştir. İlim, cömertlik, haya, sabır, perhizkârlık, korku ve edep. Her bir muhafızın yüz bin cemaati, her bir cemaatin yüz bin askeri vardır. Bunların hepsi iman bekçileridir.” şeklindeki ifadelerini de akıl-iman ve gönül ilişkisi çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.

    Hacı Bektâş-ı Velî, şeriat, tarikat, marifet, hakikat olarak isimlendirdiği dört kapının her biri için on makam belirlemiştir. “Dört Kapı Kırk Makam” düşüncesi Bektaşiliğin sonraki dönemlerinde de temel düstur olarak kabul edilmiştir. Şeriat kapısının on makamı; iman etmek, ilim öğrenmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Allah yolunda savaşmak, tehlike anında kaçmayıp mücadele etmek, cünüplükten temizlenmek, helal kazanç elde etmek, faizin haram olduğunu bilmek, nikâh kıymak, hayız ve lohusa hâlinde iken ilişkiye girmemek, sünnet ve cemaat ehlinden olmak, şefkatli olmak, temiz yemek ve temiz giyinmek, iyiliği emretmek ve kötü olan işlerden alıkoymaktır. Tarikat kapısının on makamı; pirden el alıp tevbe etmek, mürit olmak, saç kesmek ve tarikata uygun elbise giymek, nefisle mücadele ederek pişmek, hizmet etmek, havf yani korku, Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemek, hırka, zenbil, makas, seccade, tespih, iğne ve asa, cemaat sahibi, nasihat edici ve muhabbet ehli olmak, aşk, şevk, safa ve fakrdır. Marifet kapısının on makamı; edep, korku, perhizkârlık, sabır ve kanaat, utanmak, cömertlik, ilim, miskinlik, marifet ve kendini bilmektir. Hakikat kapısının on makamı ise; toprak olmak, yetmiş iki milleti ayıplamamak, elinden geleni esirgememek, yaratılan her nesneye güven vermek, mülkün asıl sahibinin eşiğine yüz sürerek gerçek itibarı bulmak. Zira kul vahdet evindedir, sohbette hakikat sırlarını söylemek, seyrüsüluk, sır, münacat ve müşahededir.

    Hacı Bektâş-ı Velî’nin tasavvuf düşüncesinde öne çıkan bir diğer cihet ilahi aşktır. Gerçek aşk ise Allah aşkıdır. Bu yolda çekilen acıların ve cefanın hiçbir hükmü yoktur. Ona göre, Mısırlı kadınlar Yusuf Peygamber’i gördükleri zaman hayranlıklarından parmaklarını kestikleri hâlde nasıl hiçbir acı hissetmemişlerse, dostun dost aşkından dolayı canının acımaması da çok tabiidir. Bu nedenle dostun dostuna cefası olmaz.

    Hacı Bektâş-ı Velî, İslam’ın temel şartları üzerinde de ısrarla durmuş, hakiki iman sahibi olan kişinin bu şartları eksiksiz şekilde yerine getirmesi gerektiğini belirtmiş, hatta o insanoğlunun ömrünün aşamalarını da namaz üzerinden tasvir etmiştir. Buna göre, insanda çocukluk çağı sabah namazına, ergenlik çağı öğle namazına, delikanlılık çağı ikindi namazına, orta yaşlılık çağı akşam namazına, yaşlılık çağı da yatsı namazına benzer.

    Hacı Bektâş-ı Velî ortaya koyduğu tasavvufi yaklaşım ile dönemin insanlarının ruhi ihtiyaçlarına da cevap verecek şekilde bir söylem meydana getirmiş, bu sayede oldukça geniş Türkmen kitlelerine hitap etmeyi başarabilmiştir.

    Yunus Emre
    Yunus Emre’nin yaşadığı dönem Anadolu’nun büyük bir isyan neticesinde kargaşa içerisine düştüğü, Kösedağ Savaşı sonrasında fiilen Moğol istilasının başladığı, Selçukluların tarih sahnesinden çekildiği, vaktiyle Selçuklular adına görev yapan Türkmen emirlerinin bağımsızlıklarını ilan ettikleri ve nihayet Türklerin tarihte kurdukları en büyük ve kudretli devlet olan Osmanlı Devleti’nin kurulduğu zaman dilimine tekabül etmektedir. O, Selçuklu medeniyetinin çöküşüne ve Osmanlı medeniyetinin de doğuşuna şahit olmuş bir Türkmen dervişidir.

    Yunus Emre’nin hayatından bahseden, menkıbelerin ağırlıkta olduğu kaynaklarda onun çiftçilik yapan, sade bir hayat süren kendi hâlinde ümmi bir şahsiyet olduğunu ileri sürülür. Ancak Dîvân ve Risâletü’n-Nushiyye’de kullandığı dil, yaklaşımları, vahdet-i vücûd düşüncesine vurgusu, devrinin siyasi ve sosyal olayları hakkında hatırı sayılır bilgi sahibi olması, Oğuz Türkçesi konuşulan neredeyse bütün coğrafyaları gezmesi, âlimlerle görüşmesi, toplum analizleri onun hatırı sayılır bir eğitimden geçtiği, muhtemelen medrese ve tekke kültürünü mezceden bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Şiirlerinden onun İslami ilimler konusunda bilgi sahibi, Arapça ve Farsça bilen, Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra İncil, Zebur ve Tevrat’ı da okuduğu anlaşılmaktadır.

    Yunus Emre tasavvufi terbiyesini Tapduk Emre’nin yanında tamamlamıştır. Dîvân’ında geçen; “Yunus’a Tapdug u Saltug u Barak’dandur nasib /Çün gönülden cûş kıldı ben nice pinhân olam” dizeleri şeyhin mensup olduğu tarikatı da ortaya koymaktadır. Bu dizede geçen isimler Türkmen zümreleri arasında hayli itibar gören mutasavvıflardır. Sarı Saltık Balkan coğrafyasında İslam öncesi dönemin en önemli tahta kılıçlı savaşçı gazi-derviş karakteridir. Barak Baba ise marjinal kimliği ile tanınmış, İlhanlılar için elçilik görevi yapmıştır. Son dönemde yapılan çalışmalar bu isimleri Rifaiyye’ye mensup göstermekte, dolayısıyla Yunus Emre’yi de bu tarikatla ilişkilendirmektedirler. Bununla birlikte, Tapduk Emre, Barak Baba ve Sarı Saltık ile çağdaş olan Yunus Emre’nin ilk iki şeyh ile görüştüğü, onlardan feyz aldığı ve nihayet eğitimini Tapduk Emre’nin yanında tamamladığı da düşünülebilir. Her ne olursa olsun, Yunus Emre’nin hayatında şeyhi Tapduk Emre’nin özel bir yeri olduğu kesindir. Tapduk Emre onun mürşidi, öğretmeni, yol önderi, rehberi, Hakikat yoluna ulaşmadaki kılavuzudur. O, şeyhinin yanında uzun yıllar yaşamış, hizmetini görmüştür. Onun Tapduk Emre dergâhında bir rivayete göre otuz, diğer bir rivayete göre ise kırk yıl hizmet ettiği, ancak onunla tanışıp yanında tasavvufi terbiye gördükten sonra hakikate eriştiği nakledilir. Yunus Emre, şeyhinin tasavvufi terbiyesindeki rolünden, onu ham hâlden alıp pişirmesinden saygı ve övgüyle söz etmiştir. Dîvân’ında yer alan; “Şeyh u danişmend ü velî cümlesi birdür er yolı / Yunus’dur dervişler kulı Tapduk gibi serveri var”, “Tapdug’un tapusında kul olduk kapusında / Yunus miskin çiğidi bişdi elhamdülillah”, “Işk ma’şuku Tapduk’dur Yunus gedâ ol kapuda / Gedâlar lutfitmek hem kâidedür sultana” şeklindeki dizeleri bunun somut örnekleridir.

    Yunus Emre sülukunu tamamladıktan sonra bir derviş olarak Anadolu, Suriye ve Azerbaycan sahasını da içine alan geniş bir coğrafyayı dolaşmış, temsil ettiği tasavvufi düşünceyi yaymıştır. O, ilahi aşkı tam bir teslimiyetle kabul etmiş, düşünce dünyasının temelini İslam tasavvuf geleneği ve bu gelenek içinde güçlü bir şekilde temsil edilen vahdet-i vücûd düşüncesi belirlemiş bir mutasavvıftır.

    Yunus Emre’nin tasavvuf düşüncesinde hiçliğin, Allah sevgisinin ve onun bir keremi olarak dünyaya geldiği için tüm canlıların, özelde ise insanın ayrı bir yeri vardır. Onun için esas olan dostluktur. Bu hususu hem Dîvân’ında hem de Risâletü’n-Nushiyye’sinde farklı vesilelerde sık sık dile getirir. Önce Allah’la sonra da O’nun yarattıklarıyla dost olmak, barış içinde yaşamak, kötülük ve zulümden uzak durmak şiirlerinde en çok üzerinde durduğu konulardır. Yunus Emre’ye göre “Dost’un evi gönüllerdir”. İşte bu nedenle hakiki bir dost olabilmek için önce insanların gönlüne hitap etmek gerekir. O, bütün Müslümanları hatta bütün insanları, aynı gözle görmek ister. Onun bu söylemlerinin, dikkatle bakıldığında Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ında dile getirilen düşüncelerden pek de farklı olmadığı görülecektir.

    Yunus Emre şiirlerinde İslam ve ehlisünnet çizgisi içerisinde olduğunu açık bir şekilde vurgulamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ında görülen dört kapı kırk makam vurgusu Yunus Emre’nin şiirlerinde de açıkça vurgulanmıştır. Yunus Emre şiirlerinde çoğu defa kıyafetleriyle, yaşam şekilleriyle toplumda kendilerini ayrıcalıklı gören, dindarlık perdesi altında haksızlık yapan, insanların kalplerini kıran, bencil, vurdumduymaz şahısları da sert bir şekilde eleştirmiştir. Onun “Ey hoca istersen var bin hacca, eğer gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” şeklindeki dizeleri buna verilebilecek en güzel örneklerden birisidir. Yunus Emre, şiirlerinde namaz kılmanın önemini de vurgulamış, nefis terbiyesinin, cehennem korkusundan emin olup cennete gitmenin ancak namazlara riayet etmekle mümkün olabileceğini dile getirmiştir. Yunus Emre, devrinin diğer mutasavvıfları gibi İslam tasavvuf anlayışının bir temsilcisi olarak tevhit ilkesine büyük önem atfeder. Kur’an ve Hadisler bütün inananlar için dünya ve ahiret bilgilerinin asıl kaynağıdır.

    Kısacası, yaşadıkları dönemde Türk dilinin ve kültürünün en önemli temsilcileri olan Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre, vahdet-i vücûd düşüncesi ekseninde insanı tanımayı, anlatmayı, Allah sevgisini, tasavvufun merkezinde yer alan insân-ı kâmil fikrini hedeflemiş ve takipçilerine bu düşünceyi öğretme gayreti içerisinde olmuşlardır. Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre’nin kendini bilmek, kendini tanımak, dünyanın geçiciliği, akıl gönül ilişkisi gibi insanı bir anlamda iç dünyasıyla yüzleşmeye teşvik eden yaklaşımlarını, aynı yüzyılda birbirine yakın coğrafyalarda yaşayan sufilerin “ortak derdi” paylaştıkları şeklinde yorumlanabilir. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlât’ındaki; “Akıl beden içinde sultan, gönül içinde rahatlıktır. Allahu Teâlâ’nın insana verdiği bunca ululuk, bunca nur, bunca keramet, bunca giysinin hepsi akıl sayesindedir. Kimin gönlünde akıl nuru varsa o hoştur. Kimin yoksa o kişinin kendine dahi hayrı ve faydası yoktur. Allahu Teâlâ’nın katında bir yeri yoktur.” şeklindeki sözleri pekâlâ Yunus Emre’ye ait olan “Ey hoca, istersen var bin hacca, hepisinden eyice bir gönüle girmektir.” sözü muhteva bakımından benzerlik ve bütünlük gösterir. Hacı Bektâş-ı Velî; “Dünyayı sevmek bütün günahların, dünyayı terk etmek ise bütün ibadetlerin başıdır.” diyerek dünyanın geçiciliğini vurgulamıştır. Ona göre, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak dünya sevgisinden uzak durmakla mümkündür. Bu felsefenin Yunus Emre’nin şiirlerinde de sıklıkla işlendiği görülmektedir. O da bu dünyanın geçici olduğunu, asıl olanın Allah’ın sevgisi ve O’na muhabbet duymak olduğunu sıkça dile getirmiştir.

    Her iki mutasavvıf da karmaşa ortamının hâkim olduğu işte böylesi bir dönemde dünyanın geçici ve Allah rızasını kazanmanın erdemlerin en üstünü olduğunu, gerçek ilmin insanın kendisini bilmesi, tanıması, varlık gayesinin farkına varması, dünyaya insanların gösteriş için değil tevazu için geldikleri, insanı sevmenin, insanlara yardım etmenin, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşliğin, bütün yaratılanlara bir gözle bakmanın Yüce Yaratıcı nezdinde en büyük yakınlaşma vesilesi olduğunu dillendirmişlerdi. Yunus Emre; “Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı / İki Cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise”; “Sevelim, sevilelim dünya kimseye kalmaz”, “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” dizeleriyle gittiği yerlerde, uğradığı meclislerde bu düşüncesini defalarca dile getirmişti.