İNSANIN DOĞAL OLMAYAN DÖNÜŞ YOLCULUĞU BOYUNCA DOĞA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Anthony F. Shaker

    Ömürlerinin önemli bir kısmını milyonlarca yıllık yaşamsal çevre değişimleri hakkında veriler toplamakla geçiren bilim insanları, insanların son yıllarda bir gezegenin cevherini hangi hızda ve ölçüde küle çevirdiğini gösteren ayrıntılı bir resim sunuyorlar. İklim politikasındaki toplu duyarsızlık bir yana, uzmanlıktan mahrum olan çoğumuz insanlığın yapıp ettiklerinde bir şeylerin yolunda gitmediğini zaten fark etmiş durumdayız. Şimdi, en azından vicdan sahibi hiç kimse insan davranışından doğan sonuçları inkâr edemez. Buradaki sorun şu: Büyük kısmı, yerleşik hayata geçmiş en uzak atalarımız kadar eski bir insani mirasa kodlanan tecrübenin bilgeliğince yabanileştirilmiş vicdan, ahlak nutku çeken ahlakçılar arası bir savaşa dönüşüp yozlaşabilir çabucak; bu ahlakçılar sık sık, birbirinden ayrı fakat benzer şekilde toksik ticari çıkarların sözcüleri gibi davranır.

    Karşılıklı ahlaki baskı yapmak ve her şeyi politikleştirmek insanların gözleri önündekiyle bağlantısını koparır. Bu durum birinin çorbasını çorba kâsesinin altında aramaya benziyor az çok. Yine bu sahtekârlık gayet iyi eğitimli, Batı tarzı “kamusal simaya dönüşmüş, ünlü aydınlara” doğal görünüyor; hani muhataplarını, modern dillere son zamanda giren bir ifadeyle, muğlak ahlaki “değerler”e tiksindirici başvuru yağmuruyla yıkamaktan daha iyisi beklenebilecek aydınlara. Bunlar muhalif olduklarında bile düşünceyi kemik artıklarına kadar sıyırmaya ve “etiği” (deyiş yerindeyse düşünürün vicdanını) epistemoloji tartışmaları kulübüne çevirmeye devam ediyorlar, üstelik sonuçları hemen hiç düşünmeden. Bu nahoş alışkanlık Batılı politikacıların şu gözde konusundan, “insancıl haklar” kuruntusundan ayrı düşünülemez. Açık ki soyut haklar, müşterek varoluşa yönelik mevcut tehditleri tartışmak için yanlış bir mahaldir. Ancak amaç yurttaşları veya tüm devletleri manipüle etmek ya da dünya çapındaki bir pandeminin tam ortasında inatçı ülkeleri yağmalamak olduğunda, söz konusu haklar tercih ideolojisine dönüşürler.

    Açık konuşalım; tıpkı COVID-19 gibi, iklim değişikliği meselesi de ekonomik hasımlarını dış müdahale olmadan devam etme haklarından mahrum bırakmak isteyenlerin ellerinde oyuncak hâline geldi. Demagoglarda tipiktir, sözlerinin geniş çaplı sonuçlarıyla ilgilenmezler; vicdan aracılığıyla geleneksel olarak sağlanmış insani tecrübeyle, sadece kişisel değil indirgenemez toplumsal boyutları da olan bu tecrübeyle hiç ilgilenmezler. Herkes aklına gelen her şey için yeni bir kelimeyi tedavüle sokabilir. Tecrübe müşterek bir miras olarak değil birilerinin özel mülkiyeti olarak dikkate alınır. Ama insan bir yere yerleşmeden önce bir şeyleri miras almamış olsaydı yerleşik hayata geçebilir miydi?

    Neyi Miras Aldık
    Adlandırmayı tercih ettiğim şekliyle “insani miras” İslamileşmiş [Islamicate] dünyanın halkları ve inançları için doğal bir İslamileşme formu olarak tezahür etmiştir; Budist geleneğe bağlı olanlar için “Budist”tir, yaşayan diğer gelenekler için de aynısı geçerlidir. Coğrafyanın tesadüfiliği bir kenara, İslami düşünce nebevi veraseti (virâsetün nebeviyyetün) ilahi olanın miras bıraktığı daimî varoluşsal ışık şeklinde tasvir eder. Her şeyi kuşatan bu ışığın ne Fransız Aydınlanmasındaki kof emperyal “evrenselcilik”le, l’Âge des lumières ile ne de onun yavruladığı şu “sınırsız tüketim”den ibaret, çocuksu ütopik görüşle ilgisi vardır. Ondan doğan kültürler ne “epistemoloji”dir ne de müzelik şeylerdir. Dünyanın en eski gelenekleriyse, insanlarda pratik bilgeliğin ikamesi olarak anlık vicdan galeyanları meydana getirdikleri için kalıcı değildir.

    En azından şu konuda hemfikir olalım; uzman olmayanlarımızın neyin yanlış olduğuna dair farkındalığı sırf birilerinin kuramsal argümanı üzerinden ifade edilemez, değerlendirilemez. Böyle bir hokkabazlık vicdan azabı ve onla gelen zihinsel çarpıklıkların istilasına uğramış, yine tam da “Batılı tarzda” timsah gözyaşları dökmekten başka bir şey yapamayacak ahlaki kısırlığı cesaretlendirir olsa olsa. Vahşi hayvanlar böylesi ahlak nutukçularının yardımı olmadan en ince tehlikeleri tespit edebilir. Şu hâlde, bakmaya tenezzül eden herkese, fiziksel sınırlamaları ne olursa olsun, davranışın pratik sonuçlarının açık olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır.

    İnsanın şimdiye dek keyfini çıkardığını düşündüğümüz her pratik sürünceme, ancak yaşamsal çevremiz varlığını sürdürürse insan medeniyetinin de varlığını sürdürebileceğini fark ettiğimizde kaybolup gidiyor. Mesele bu kadar basit! Süslü püslü bütün teknolojik aletlerimiz insanın, doğal yaşam çevresiyle söz konusu olan temel ilişkisini değiştirmemiştir. Fiziksel yaşam ortamımızın cılız bir parçasıyız ancak. Tıpkı fatihler gibi “doğa”nın üzerinde duruyormuş gibi zannetsek de, tanıdığım hiçbir bilim uzmanı, mesela, yeryüzünün ortalama sıcaklığının her zaman insan etkinliğindeki yoğunluğa göre dalgalanageldiğini ciddi ciddi iddia etmemiştir. Jeo-tarihsel bir zaman ölçeğinde pek de bir şey değiliz. İnsanlık tarihinin minyatür tuvalinde, atalarımızın yaşamsal çevre üzerindeki en muazzam etkileri, sıcaklık değişimlerinde net bir yörünge izlemeyen dönemsel dalgalanmalarla, ancak mahallî olarak ortaya çıkmıştı.

    Öte yandan, insan elinin çağdaş durumumuzla bağlantılı olduğunun kanıtı, uzak geçmişimizle alakalı olandan kolaylıkla ayırt edilebilir. Tam da bu noktada, iki tarih, yani insanlığın ve yeryüzünün tarihi tek bir yörüngede fiilen birbirine katışır. Bütün veri çizelgeleri, 1850’den beri neredeyse hep dikine yükselen hava sıcaklıklarında oldukça tuhaf, kronolojik bir kesinlik gösterir ki bu durum özellikle bir nedenden dolayı mühimdir:

    Hava sıcaklıklarındaki bu ani patlama tarihsel bir anomaliyle, yani bir avuç Atlantik devleti ve onların eski ekonomilerince boyun eğdirilmiş masum insanlığın şiddetle parçalanmasına tanıklık eden anomaliyle mükemmelen örtüşür. 1850 yılı “modern dünya”nın, açıkça söylemek gerekirse çıplak tahakküm dünyasının hakiki başlangıcına işaret eder. Bundan önce dünyadaki ortalama sıcaklığın tek bir yönde bu denli hızlıca değiştiği görülmemiştir. Avrupa alt kıtasının, daha en başından sıkıştırılmış ve ufacık olan en batı ucunun medeniyetin geri kalanıyla tümden ayrıldığı nokta işte burasıdır. Kıyaslanamayacak derecede daha fazla gelişmiş, etraftaki insani medeniyete asırlar süren büyük borçlanma bu tarihsel anomalinin insan medeniyetinin nehrin tam ortasındaki seyrini tehdit etmesine imkân tanıdı.

    Doğa Nedir?
    Konuşma ve akıl gücüyle donanmış biyolojik bir tür olarak bugün durduğumuz nokta, korkarım ki, burasıdır. Değerlendirmemin herhangi bir ideolojiyle ya da kültürel bağlılıkla hiç ilgisi yok, zira bu neticeye, sadece sahneye en son çıkan Batı değil, birden çok aktör katkıda bulundu. Beri yandan, Atlantik imparatorlukları fetih yapmak için, rakiplerini asimile ederken işbirliği yapmak zorundaydılar. Sonuç olarak; her kültürü yoldan saptıran müşterek bir çaresizlikten mustaribiz hepimiz.

    Kaygı “kültürel” hasılatın modern sürümüne nüfuz ediyor. Sanat eserleri, filmler ve “kültürel açıdan yaratıcı” sayılan hemen her şey olumsuz ve şiddetli olanın, dehşetli ve tuhaf olanın, kısacası yaşamın kazalarının bir hüsnütabiri gibi tınlıyor. Tıpkı hastalıklı yaşamsal çevremiz gibi, modernite aşırılıklarla1 dolu; söz konusu aşırılıklar da âdeta bu hastalıklı durumu telafi etmek adına tüketicileri, atıl olan ve doğal olmayanın aksine bir de “doğal” ve “organik” olanı gözlemeye zorlayan takıntıları teşhir ediyor. Ahlaki kaos zamanlarında insanlar doğal ya da normalin bazı şekillerini sezgisel olarak koruyabilirmiş gibi görünür.

    Peki “doğa” denen bu yer nerede? Onu ne zaman fark etsek güzellik ve zarafetiyle bize esin kaynağı oluyor. Fakat hakkıyla “doğal” bulunabilecek belirli niteliklere gönderme yapmak özel tanımlar gerektirmez. Gündelik tecrübede doğa, diyelim ki Molla Sadrâ gibi bir varoluş filozofunun veya doğal işleyiş süreçlerini araştıran bir ampirik biyoloğun teknik hassasiyeti gibi bir şey talep etmez. Doğanın yok olması babında hissettiğimiz kaygı daha sağlam, çünkü onun kucağı dışında kalırsak kendi başımıza kalacağımızı biliyoruz. Kendi aramızda yarattığımız yapay mekânın, yani topluluğun sürdürülebilirliği konusunda kaygılıyız. İnsanlığın böylesi bir mekân olmadan karşılayamayacağı özel ihtiyaçları var, çünkü bizler diğer canlı türleri gibi bazı “araçlarla” donatılmamışız; pençe, sivri diş, post, kanatlar, olağanüstü görme gücü vs. Şu derinlemesine araştıran zihnimiz olmasa, en aşağı doğal organizmanın bile dengi olamayız.

    Uzun zaman önce insan vahşi hayvanatı neredeyse çocuk gibi taklit etmeyi öğrendi. Fakat bunu dört ayak üzerinde yürümek için yapmadı insan, bilakis hayvanların baskın vasıflarına ritüel olarak yakarma aracılığıyla yaptı. Aynı doğrultuda, uçan makinelerin kuşlardan esinlendiğini düşünmek tüylenmeye çalışmamızdan daha mantıklı. İnsana dönüştüğümüz o anın ta kendisi, tabii böyle bir an varsa, asla bilenemeyecek belki de. Yeryüzünde varlığını sürdüren tek insan türü, Latince bilim terminolojisiyle homo sapiens sapiens yani, 400,000-600,000 yıldır buralarda. Ancak bu iddia çoğunca spekülatiftir, çünkü bir arabanın seri üretim hattından indirilme zamanı gibi kesin bir başlangıç zamanı saptanamaz.

    Söz konusu aralık soyu tükenmiş alttürlerin yaklaşık yaşam süresini yansıtır sadece. İnsanlık onlarınkiyle aynı biyolojik saate sahip olmayabilir, gerçi yaşam süresi ne kadar uzun olursa doğanın da, deyiş yerindeyse, iyi bir temizlik düzeneği bulması o kadar muhtemeldir. Doğal dünyanın dik başlı türlere karşı korunma yolları vardır. Doğal dünya kanserli büyümeleri sınırlamak için bu türlerin biyolojilerinin tam içine erişir ya da doğal ekolojilerde hayati bir düzenek olan hastalık aracılığıyla onları yekten varlığın dışına sürer. O hâlde, yeryüzünü yok edebilme hızımızdan daha hızlı şekilde, kuşkulu çabalar içindeki bir tür olarak hayatiyetimizi, tıpkı bahtsız çocuklar gibi, çekip almakla yükümlüyüz. Doğa buna iyilikte bulunmaya hazırdır her zaman.

    Eşi görülmemiş ölçüde şişmiş şu sekiz milyarlık nüfusun yaşamda kalışımızı öyle veya böyle sağlama aldığını dillendiren anlayışa karşı diyorum ki; bir zamanlar “içinden çıktığımız” hayvanlar âlemini düşünelim, aynı ölçüde doğal olan öz-yabancılaşmamızın ve mahlûkatın geri kalanından yabancılaşmanın talanlarımızla bu kadar ileri gitmesine nasıl izin verdiğimizi soruşturalım. Ama kıyamet söylemli çılgınlık dilinden de sakınalım. Sırf beslendiğimiz ve bizi koruyan yaşamsal çevreyi hızla aşağıladık diye, dünyanın sonunu gözyaşlarıyla hızlandırmada, yeraltı sığınaklarını onarmada bir hikmet yok. Hâlâ doğanın “buranın dışında” var olduğunu tahayyül eden çok sayıda insan doğayı aşağılamanın aslında kendini ve hemcinsini aşağılama olduğunu kavrayamıyor. İnsan duygusuzca ve azimle doğayı aşağılarken aslında yoğun ıstırap içindeki kendisine bakıyor.

    Bu arada, dünyayı “kurtarmaya” niyetli hilekâr guru ve toplum mühendisleri ordusu toplum için yeni, keşfedilmemiş bölgeler ilan etmeye devam ediyor; sanki her bölge tahmin edilebilir aynı tuzaklarla kuşatılmamış gibi. Hep beraber mirasçısı olduğumuz bin yıllık insan medeniyetini bir kenara bırakıp evreni iki üç yılda bir yeniden keşfetmek zorunda kalacak kadar yalnız mıyız şu büyük musibetlerimiz içinde? İnsanın “doğal” oluşlara ilişkin bilinci Newton gibi bir avuç yenilikçi, erken modern bilim insanı sayesinde daha dün billurlaşmadı ki, tıpkı hoş bir günde, doğanın “dışarıda” ve insanın “burada” var olduğunu düşünen birilerine bağlı olmadığı gibi. “İlkel insan” yaşam hareketlerini ayaklarıyla olduğu kadar zihniyle de takip etmeseydi, etrafındaki yaşam güçlerini kendi ruhuyla donatmasaydı Buz Devrini asla atlatamazdı.

    Buna şunun için değindim; böylesi bir “ruh”, ilahi kaynağı aracılığıyla, filozofların bilgi alanına taşınmıştır. Ekberî akıma göre, insanın ihtiyaçlarıyla en doğrudan ilişkili olan ilahi kaynak tüm ayrışma ve uzlaşmaların köküdür. Bu mülahaza, Tanrı’nın kendinde olduğu şekliyle kendisine dair bilgisi, şeklindeki sırlı mahremiyetten ayrıdır. Tanrıyla ilişkili olarak dünya ve onda görünen her şey hâlâ yaratımdır. Hem doğa dediğimiz şey hem de insan topluluğu buna dâhildir. Hikmet1“Hikmet” İslam etkisindeki dünyanın oldukça karmaşık ve uzun felsefi-eğitimsel geleneğine gönderme yapar. “doğa”ya (et-tabî‘a) çeşitli teknik anlamlar yüklese de, onları buradaki ed-dünyâ’dan, insani duyu ve akli yetilere görülebilir dünya olarak görünen dünyadan ayrı düşünmemize gerek yok. Her iki kavram da Gerçeğin (el-hakk), yani Tanrının bazı veçhelerinin tezahürüne işaret eder.

    O hâlde, filozof koltuğuna rahatça kurulmuş birine evinin yandığını fark ettirmeye çalışmanın ne kadar beyhude olduğunu anlayıp kendini beğenmiş aşırı duygusallığı ve ahlakçılık kılını tüyünü keselim.

    Kendimizin Aynası mı?
    Hiç oyun oynayan bir çocuğu seyrettiniz mi? Yani gözlerinin içine bakıp o küçücük ellerin ne yaptığına kafa yordunuz mu? Çocuk belki de kendi hayal gücünde oldukça büyük bir grup teşkil eden yetişkinleri taklit etmeye çalışıyordur. Bunda eğlenceli bir seyirlik görebiliriz, fakat Hikmet insanın varoluşsal çıkmazı hakkında, bütün ana akım geleneklerin kutsal kitaplarının gönderme yaptığı bu çıkmaz hakkında bir şeyleri aydınlatabilmek için “çocuk” hayal dünyasını yaygın olarak kullanmıştı.

    Galen sonrasının en önemli filozof-hekimlerinden olan Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Râzî (ö. 925) insan “ruhu”nu2Hikmet geleneğindeki “ruh” söyleminde Latin Skolastiğinin ilkel tözcülüğü bulunmaz, her ne kadar bu Skolastik, İslam etkisindeki dünyaya borçlu olsa da. “madde”ye duyduğu arzusunu doyuruncaya kadar bahçede masum masum oyun oynayan bir çocuk şeklinde tasvir ettiği etkili alegorisiyle de hatırlanır. Râzî bahçedeki ayartmaları da “akrepler”, yılanlar vs. olarak tarif eder. Her şeyden önce Râzî bu alegorisini görülür dünyanın sonsuzluğuna dair bilgiye yönelik bazı iddiaları hedef alan bir karşı argüman olarak tasarlamıştı. Kendisi bu amaca varmak için aklı varlığın en kesif kısmına, yani insanın kendine özgü var olma hâlini, karanlık bir biyolojik başlangıçtansa insan aklının “çocukluk”undan itibaren söz konusu olan yolculuğunu temsil eden bahçeye yerleştirmişti. Akıl, Presokratiklerden beri filozofların bilme/varlık olarak bildikleri şeye yakın duran bir şeydir. Râzî’yi ilgilendiren de işte budur.

    Diğer edebî eserlerde hayvanlar bir bilgelik makamından konuşturulur. Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ında hüthüt diğer kuşların meraklı sorularına tek başına cevap vermeye gücü yeten bir kılavuz olarak vasfedilir. Sühreverdî’nin büyük bir “ata” arayışı hakkındaki Gurbetü’l-Garbiyye’sine ve İbn Sînâ’nın erken dönemine ait et-Tayr risalesine hayat veren de benzer bir fikirdir. İbn Sînâ’nın birinci tekil şahıs ağzıyla yazılan bu risalesinde diğer kuşların kafesten kurtardığı bir kuş kılığına bürünmüş ruh “büyük bir melik”in peşinden dağların ardına seyahat eder.

    Tüm bu hikâyelerde “arzu” mümkün ama eşit olmayan iki yolu önceden haber verir; şeylere ve ikamelere tutkunluk ya da kendiliğin (nefs) aşk birliğinde münasipçe gizlenmesi, ki bu durum ayrılık ve birleşme yolculuğu aracılığıyla geri dönüşü imler. İlahi aşk çoğunlukla insani aşkın kökeni olarak görülür. Yine de insani aşk olmadan ilahi aşk bilinemezdi, çünkü sevilen “kendiliğin kendiliği”dir (cân-ı cân), bunun dışında içsel sevgili (ma‘şûk-ı bâtın)3Rûzbehân, Le jasmin des fidèles d’amour (Paris, 1991). olarak adlandırılır. İnsan sözü edilen kök sayesinde, bu içsel iptida aracılığıyla yaratıcısını bilir.

    Ruhun düşüşünün ardındaki sebep, maddi tüketim sancılarını bir bahçe yolundan “zevkle” aşağı inmeyle karıştıran bir modern dünyayı ilgilendirse gerek. Râzî’nin akıl yürütmesine göre, dünyevi haz ve acılardan azade dinginlik hâli ruhun hakiki eviydi, öyle ki ruh kendi aklını aldığında tutkularının aşırılığını bırakmak zorundaydı, her ne kadar kimi Platoncuların abartılı düşünceleri güçten düşüren bir başka aşırılık doğursa da.

    Cüneyd İblis’i şöyle derken tasvir etmişti: Benim elimde insan, çocuğun elindeki top gibidir.4Cüneyd, Tâcü’l-Ârifîn, Kahire: 2007, s. 91. Çocuk imgesini İblis’le, insani umutsuzluğun hükümdarı olup Tanrı’dan gayrı her şeyin kendisi için oyundan ibaret olduğu İblis’le yan yana koyması, tutkularını denetim altına alamayanların başkaları ve kendilerinin oyuncaklarına dönüştüğünü gösterir. İnsan melek de olabilir şeytan da; kendi seçimi. Tanrısalla olumlu anlamda uzlaşmanın bir ön koşulu olarak kuşkusuz olumsuz bir eylem olan, aşırılığı terk etme eylemi insanlık mirasının, Budizm ve “Hinduizm”5Tırnak işareti, saygı gereği, tek bir “dinle” tanımlanan bir “Hinduizm”in yanlış anlama olduğunu göstermek içindir. gibi diğer dallarından da bir dereceye kadar öğrendiğimiz şeydir.

    Fakat Râzî ruhun “düşüşü”ne ilginç bir açıklama getiriyor; dünyanın “yaratılışı”nı tetikleyen şey ruhun maddeye duyduğu arzudur. Dünyayı görüşe getiren işte budur. “Ancak bu nedenle [yani ruhun maddeye duyduğu arzuyla] bir dünya var olamazdı.” diye ilan eder Râzî,6Ebû Hâtim er-Râzî, A‘lâmü’n-Nübüvve, Tahran: 1977, s. 20-21. muhtemelen şundan dolayı; dünyâ görünüşler dünyasıdır, insandan da Tanrı’dan da bağımsız bir töz değil. Ruhun yardım çığlığına karşılık veren Tanrı ona bir akıl armağan eder.

    Doğal olarak ortaya çıkan hiçbir sonsuzluk düşünülebilir bile değilken, dünyanın zamansal açıdan başlangıcı veya sonu olmadığını tartışmanın beyhudeliği göz önüne alınırsa Râzî bu durumu, dünyanın sonsuzluğu aleyhinde getirilmiş “en ikna edici argüman” olarak sunar. Mantıksal açıdan, başlangıcı veya sonu olmayan hiçbir şey henüz bir şey bile değildir, kaldı ki belirlenebilir bir şey olsun. Yine mantıksal olarak, şayet analiz hedeflenmişse, analizin amacı olarak ön-verili bir şeyi önceden varsaymadan düşünce kendini tamamlayamaz. Râzî, en temel, analitik, “evvel-ezelî” beş öğeyi (kudemâ) zikrederek, tasvir ettiği varoluş draması için bir tür “başlangıç”a işaret eder; Tanrı, kendilik (nefs), uzam, zaman ve maddedir bu beş öğe. Akıl ise burada anılmaz, çünkü sözü edilen dramada asla diğerleri gibi bir aktör veya öğeden ibaret olmayan Sâni‘ tarafından bahşedilmiştir. Başka deyişle Râzî’nin “varlığa gelen” dünya hakkındaki alegorisi, samimi olsa da, kurgusal bir izah olarak bütünlükle ele alınmalıdır; Râzî’nin aklında, kimyasal işleyiş süreçlerini tarif ederken ihtiyaç duyulan periyodik cetvel yoktu.

    Râzî aklın bilginin elde edilmesinde, aklın hakiki rolüyle bilginin faydasını aynı şekilde savunmaya hevesliydi. Hukemânın çözmeye çalıştığı, insan dünyada doğal olarak yaşamak istiyorsa zorunlu olacak, hikmete kökünden rehberlik eden peygamberî kaynaktan gelen bilginin faydası meselesine dair devasa çabalarına bir anda atlamayalım. Burada “doğal” kelimesi kelimesine hayvanlar, bitki ve madenler gibi davranmak demektir. Tıpkı hüthüt gibi, olgun (fiili hâle gelmiş) akıl da “bahçe”deki görünümleri aşkın olan amaçlara yönelik her bilgi ve eylem aracılığıyla ruha rehberlik eder, ama güzellikle ama değil. Akıl dünyada kendilik için hazırlanmış olmasa da, tümüyle bu dünyaya odaklanmış olsaydı akıl olmazdı.

    Bununla birlikte Hukemâ kendiliğin, salt hayatta kalmak ve aşkınlık uğruna, “olumsuzlamak” zorunda olduğu dünyayı düpedüz masum görmüştü. Gazzâlî, kendinden en çok vazgeçtiği ruh hâlinde bile, bizim günah yükümüzün bizzat dünyaya yüklenemeyeceği, çünkü onun da Tanrının bir lütfu olduğu ve Tanrı lütfunun geri çevrilemeyeceği konusunda ısrar etmişti.

    İşte bu, yalnızca mahallî olaylar için değil tam teşekküllü bir insan medeniyeti için düşüncesini izah edebilecek bir felsefenin hakiki ölçütüdür. Oyun oynayan çocuk şeklindeki basit imge hikmet’in, emrine amade olan tüm o özgüven eşliğinde, sayısız biçim ve madde aracılığıyla sevgiyle bilginin ilahi bir tahakkuku olan yeniden birleşme dili geliştirmeye yönelik çabasındaki motiflerden biridir. İnsan, zihniyle canlandırdığı imgeleri mutlaklar diye yanlış anlayıp –pagan hurafeciliğin apaçık bir işareti– dibine kadar onlara gömüldüğünde, insanın yeniden birleşme ve uzlaşma yolunu gözden kaybettiği söylenir.
    Bilgi ve varlık, Presokratiklerden Sebzevârî’ye kadar, filozofların birbirinden bağımsız olarak gördükleri en temel iki unsurdur; tabii sadece analitik zihinde. Dünya Hakkın “gizli bir hazine” iken bilinme arzusuyla başlar. Bu hazine, içindekilerin ilahi bilgide, yani Tanrının kendine dair bilgisinde icmalen yer aldığı hazinedir. İnsanın bütün maddi uzlaşmaları bu öz-bilgiye dayanır. İnsan söz konusu olduğunda, kök niteliği taşıyan bu öz-bilgi muadillerini, söyleme bağlı olarak, “ruhlar ruhunda”, hazinede vesairede bulur; ilk tecellide veya ortaya çıkışta (neş’et), bize tüm görkemiyle görünen dünya için diğer kaynaklar, membalar hayat bulur.

    Ölü Taklidi Yapanlar
    Bu meseleleri düşünürken felsefenin, tıpkı Bertrand Russell’ın matematikte yaptığı gibi düşünce şeklini mutlakçı argümanlarla çarpıtarak tırnağını kemirmesine hacet yok. Bununla beraber, bazı olağanüstü nedenlerden dolayı “yetişkinler” Tanrının tüm dinler için öldüğünü ilan etmeyi üzerlerine vazife gördüler. Tasasız ama yine de dünyayı “kurtarmaya” heveslenmiş aydınlarımız bize teminat veriyor; hoşumuza gitsin ya da gitmesin, öldü O, dolayısıyla yolumuza yaşamdaki pratik şeylerle devam edelim.

    Ümit edelim ki insan, ömrünün şu alacakaranlığında ihtiyarlığının değil gençliğinin tam ortasında olsun. Burnunun ucunun az ötesine dikkatle bakan bir çocuk bile lakayt davranışın acı doğurduğunu kavrayabilir. Aslında acı, her çocuğun ebeveyni karşısında ciddi bir öfke krizi geçirdiğinde tattırmak istediği şeydir: İstediğimi yap yoksa her şeyi mahvederim! Gelgelelim içimizdeki çocuk herhangi birinin yavrusundan ibaret değildir. O çocuk en başta, Tanrıya inanılsın veya inanılmasın, dünyadaki insanın bir metaforudur. Doğrusu Râzî de inançsızlığı derecelendirme gibi bir tedbire başvurmuştu. O, ahiretten şüphe duyanları bu menzilin ötesini göremeseler de işlerini yürütebilmeye güç yetiren kişiler olarak tasvir etmişti.

    Belki muhabbet dili değildi Râzî’nin dili, fakat kendisi büyük Hukemânın genel tarzına uygun olarak insanın sonluluğunu kavramıştı, zira onlara göre herhangi bir “yarın” için getirilebilecek en rasyonel argüman kökten köke geri dönüş fikrinden türetilebilir. Bu anlamda gelecek başından beri hep bizimledir.

     



    1 “Hikmet” İslam etkisindeki dünyanın oldukça karmaşık ve uzun felsefi-eğitimsel geleneğine gönderme yapar.
    2 Hikmet geleneğindeki “ruh” söyleminde Latin Skolastiğinin ilkel tözcülüğü bulunmaz, her ne kadar bu Skolastik, İslam etkisindeki dünyaya borçlu olsa da.
    3 Rûzbehân, Le jasmin des fidèles d’amour (Paris, 1991).
    4 Cüneyd, Tâcü’l-Ârifîn, Kahire: 2007, s. 91.
    5 Tırnak işareti, saygı gereği, tek bir “dinle” tanımlanan bir “Hinduizm”in yanlış anlama olduğunu göstermek içindir.
    6 Ebû Hâtim er-Râzî, A‘lâmü’n-Nübüvve, Tahran: 1977, s. 20-21.