EDEBİYAT: ZEHİR Mİ, ŞİFA MI?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    Sanatın diğer tüm dallarında olduğu gibi edebiyatın da insan için bir teselli, terapi, şifa olduğu eskiden beri söylenegelir. Birçok yazarın, şairin neden yazdıkları sorusuna cevap verirken, yazma motivasyonlarını açıklarken bu tezin etrafında dolaştığına dair örneklere hepimiz şahit olmuşuzdur. Yazma eyleminin, insanın insanla olan ilişkisinde anlatmaktan daha yetkin ve daha profesyonel bir tür olduğunu unutmadan, insanın bu hayattaki varoluşuna doğrudan dokunduğu aşikârdır. Tarih boyunca insanın anlatırken aldığı keyif, yaşadığı arınma yalnızca sanatın, edebiyatın değil felsefenin hatta dinin dahi konusu olagelmiştir. Yazmanın insan hayatındaki tarihi, yazının bulunması ve bir tür olarak edebiyatın ortaya çıkmasından evveline kadar gider. Yazı insana katık edilmiştir. Yazı, kendi hikâyesini yaşayan ve kendi yolunu yürüyecek olan insanın yol azığıdır. Her azık gibi onun da şifaya sebep olduğunu düşünmek pek de abes sayılmaz.

    Peki gerçekten böyle midir? Edebiyat insana şifa olabilir mi? Eğer tarihî tecrübenin dile döküldüğü yerlerde böylesi bir kanaat hâkimse bu nasıl bir şifadır? Bu soruların cevabı vermeden ilerlemek pek mümkün değildir. Şifa en basit hâliyle insanın ruhunda ya da bünyesinde var olan bir arızanın giderilmesi olarak tarif edilebilir. Kavram, tarihi itibariyle daha çok tıp ilminin inhisarındadır. Edebiyat ya da topyekûn sanat hatta felsefe ve din dâhil bu kavramı tıp ilminin izni dâhilinde kullanmaktadır. Tıbbın tarihi mezkûr disiplinlerle arasındaki ilişkinin kuvvetini ve bu kuvvet muvacehesinde diğer disiplinlere verdiği izni gösteren onlarca örnekle doludur. Klasik dönemde akıl hastalığının müzikle iyileştirme tecrübelerinden tutun, tıp efsanesi Lokman Hekim’in aşkın çaresi olarak ilmi, okumayı tavsiyesine kadar birçok örnek verilebilir. Yani sanatın ve edebiyatın insana şifa olabileceğine dair kanaat tarihî bir geçmişe sahiptir ve güçlüdür. Aynı zamanda tıp ilminin yanında bir takviye kuvveti olarak, çoğu zaman, asıl tedavi olarak değil de tali tedavi imkânı olarak başvurulduğu aşikârdır.

    Şifanın asıl inhisarını elinde tutan tıp ilmini en kaba tabiriyle ikiye ayırabiliriz: önleyici tıp ve tedavi edici tıp. Bu anlamda tıptan ödünç aldığımız deyimle edebiyatın iyileştirme kabiliyeti olup olmadığını bu iki tercih üzerinden daha rahat düşünebiliriz. Edebiyatın her iki alanda da etkin olabileceğine dair örnekler mevcuttur. Dostoyevski’den Sartre’a, Kafka’dan Stefan Zweig’a kadar birçok yazarın biyografilerine baktığımızda yazmanın kendileri için bir kaçış, teselli ve hatta şifa olduğu inancına şahit oluruz. Nevroz gibi ruhsal hastalıkların ötesinde kanser gibi fiziksel hastalıkların dahi aşılabileceğine dair inancı pekiştiren hikâyeleri anlatılır durur. Edebiyat neferleri yazarak hastalıktan kurtulduğuna ya da en azından mukadder sonu ertelediğine inanılan menkıbeleri bulup çıkarmayı, bunları allayıp pullayarak anlatmayı pek severler. Modern tıp bile bu esatire kayıtsız kalamaz. Tedavinin yanında ara sıcak ya da tatlı niyetine verilmesini teşvik eder.

    Peki, gerçekten böyle bir şifa imkânı var mıdır?

    İnsan bu hayatta yüzlerce binlerce hastalığın, hastalık imkânının arasında yaşar. Hastalık başlı başına bir tehdit olarak da var olmaz. Hastalığın şifa olduğu zamanlar da çoktur. Yaşam denilen kavramın bizatihi insandan daha inatçı olduğu açıktır. Doğası itibariyle hayatın içerisinde kol gezen hastalık, felaket, kaza, tesadüf, savaş, kronik sakatlıklar ya da ruhsal sıhhati tehdit eden bütün elçileriyle kendisine karşı mücadele veren ölüme karşı sonsuz bir direnç göstermektedir. İnsan aslında ölümle hayat arasında cereyan eden o ezelî kavganın ortasında kalmış ve bir şekilde yolunu bulmaya çalışan bir yolcu gibidir. Eninde sonunda kaybeder. Lakin bu kavgaya şahit olmak ve başlı başına bu kavganın ortasından yolunu bulmaya çalışmak ancak insan için mümkündür. Hâliyle onun hikâyesi hayat ve ölümle anlamlanacak ve değer bulacaktır. Edebiyatın tam da burada şifa olarak telakki edilmesi hayattan yana bir tutumun belli belirsiz izharıdır. Bu şekilde düşünüldüğünde edebiyatın ölüme karşı olduğu dahi söylenebilir. Lakin edebiyat, sanat, felsefe, eğlence, mizah ve hatta din gibi, hayat ve ölümün ortasında kalmış insanın hikâyesinin bir parçasıdır. Diğer hiçbir canlıda var olmayan anlam arayışının araçlarından biridir. Ona azık ya da rehber olarak kabul ediliyor olması, ona şifa olarak telakki edilmesi bizatihi onun parçası olmasındandır.

    O hâlde edebiyat Wagner’in mızrağı gibidir diyebiliriz. Yaranın tedavisi bizzat yaralayan mızrakta gizlidir. İnsanın insana hem bela hem de şifa olabileceğini hatırlarsak insanla edebiyat arasındaki akrabalığı, hatta bizatihi hayatın kendisiyle edebiyat arasındaki akrabalığı da görebiliriz. Wolfgang Iser edebiyatın aslında bir etkileşimle var olabildiğini söylüyordu. Etkinin ne yalnızca metinde ne de okurun kendisinde mutlak bir şekilde var olacağını daha çok bu ikisinin arasında gerçekleşen ilişkinin tahrikiyle mümkün olabileceğini iddia ediyordu. Hâliyle, ilişkinin mahiyeti edebiyatın meydana getireceği tesire doğrudan etki edecektir. Iser’in tespitinde yazar gizli kalmış gibidir. Yazarı da dâhil ederek söylersek edebiyat yazarın, metnin ve okurun birlikte ortaya çıkardığı ilişkide anlamını bulabilecek bir terkiptir. Şifa olduğu gibi bela da olabilir. İntihar fikrinden kurtulmak istediği için Genç Werther’in Acıları’nı yazan Goethe’yi düşünelim. Goethe yazdığı kitapla bu fikirden kurtulurken çağının gençlerini intihara sürükleyecek kadar etkin bir kıvama ulaşmasını engelleyemez. O hâlde edebiyat içerisinde hem zehri hem panzehri barındıran bir terkiptir. Hem iyi hem kötü yanları olan bir tür olarak edebiyat bizatihi onu yaratan insana çekmiştir diyebiliriz.

    Bu anlamda Goethe örneğinde gördüğümüz edebiyatın şifa olması iddiası da aynı temkinlilikten payını almak durumundadır. Edebiyatın insan için şifa olabileceği ihtimalini bu temkinlilikle kabul edebiliriz artık. Peki, bu şifa yazar için mi, okur için mi mümkündür? Goethe’nin örneğinden yola çıkarsak Edebiyatın çoğu zaman okurdan çok yazara şifa olduğunu düşünebiliriz. Lakin basit bir varsayımla okurların yazardan daha çok olduğunu düşünürsek bunun tersinin daha doğru olacağı aşikârdır. Hatta Goethe bile metnindeki şifayı sadece yazar olarak değil en az onun kadar okurluğuyla bulmuş olabilir.

    İnsanın iki hayatı vardır: biri bireysel ikincisi toplumsal. Bireysel hayatı kendi doğumuyla başlayıp, ölümüyle biter. Toplumsal olanının ise nerede başlayıp nerede biteceği bilinemez. Yani insan bir tarihin parçasıdır. Kendinden fazla bir şeydir. Hâliyle hatırladıkları ya da unuttukları kendisinin ötesinde tarihindir. Çoğu zaman yaşadıkları su yüzüne çıkmakta gecikir. Toplumsal bilinçaltının insanda açığa çıktığı yerdedir yazı. O toplumsal bilinçaltının sözlüğüdür, şahididir, kaydıdır. Yazar bu şahitliğin memuru olmak bakımından imtiyazlı sayılabilir. Bu imtiyaz sayesinde yazdığı metne hem yazar hem okur olarak muhatap olur. Böylece hem bireysel hayatında hem de toplumsal hayatında yazdığının etkilerine maruz kalacaktır.

    Yazar eninde sonunda kendisi için yazar. Lakin şifa herkes içindir. Yazmak karanlık, katastrofik bir şehirde bir bahçe kurmak, bir orman büyütmektir. Kendiniz için başladığınız arayışın başkalarının derdine derman olduğunu da görürsünüz. Bir anlamda, basitçe, kişisel çıkarın toplumsal çıkarı öncelediğini iddia eden Bernard Mandeville’in arıları gibidir. Kendi kişisel yarasıyla muhatap olduğunda metne dökülen düşünceleri en başta kendisi içindir. Kendi yazdığının ilk okurudur. Metin okura ulaştığında metinden sadır olan maddi manevi kazançların ilk mültezimidir. Nihayetinde kendisi için yazmıştır.

    Yazarın kendisi için yazması ifadeyi gölgeleyen olumsuz mananın aksine olumlu bir durumdur. Çünkü tarihsel bir varlık olan insanın kendisinden daha fazla bir şeydir. Yalnızca kendisi için yazdığında en saf hâliyle bütün bir insanlığı anlatmış olur. Bu anlamda, insan tekinin hiçbir zaman hatırlayamayacağı, dile dökemeyeceği ya da izah edemeyeceği hissiyatı dile döken kâhin gibidir. Evet, insan her şeyi kendi içinden hatırlayamaz bazen bir sondaj gerekir, okumak bu anlamda bir sondajdır. Bu sondajın yapılacağı yer bizatihi edebiyatın sınırları içindedir. İnsan bu sınırlar içinde kendiyle yüzleşir, hatırlar, kendi karanlığını aydınlatır ve hatta kendi karanlığında kaybolup ziyan olabilir. Yalnızca hatırlamak için değil, kendi hastalığına dair şifa için de dışarıya başvurur, anlatmak, yazmak, konuşmak budur. İşte burada sahip olduğu meziyetlerle yazar bir adım öne çıkar ve sorumluluğu üzerine alarak tarihle birlikte var olan insanın hikâyesini ulaşabileceği her bir insan tekine kendi hikâyesi olarak anlatır.

    Edebiyat bu hikâyenin adıdır. İnsanda var olan neyse onda da aynısı vardır. Edebiyatın şifası da böylesi bir gerçekliği idrak etmekle mümkündür. Başlangıçta zikrettiğimiz tıp ilminin inhisarında olan kavramın burada bütün donanımlarıyla aynen var olduğunu iddia etmiyoruz elbette. Dişi ağrıyan birinin dişçiye gitmeyip de kitap okuyarak bu ağrıdan kurtulduğuna dair herhangi bir kayıt bulunamadı bugüne kadar. Lakin böyle bir kayıt olmaması, edebiyatın şifa olmadığına bir delil olarak da kullanılamaz. Edebiyatın şifası çoğu zaman ağrıyan dişin ağrısının dişçiye gittiğinde geçmesine benzer. Aslında çoğu da mümkündür. Lakin insanın buna açılması, bunu idrak edebilmesi bir ömür alır. Şifa yaranın iyileşmesi midir sadece? Yaranın hikmetini idrak etmek de şifaya dair değil midir? Edebiyat, bütün kurgusallığına rağmen, yaranın, ağrının hikmetine bir şerh olanağını içinde barındırır. Schiller “Güzelin bütün büyüsü, onun gizemindedir ve ögelerinin gerekli bileşiminde onun varlığı da saklıdır.” diyordu. Edebiyatın şifası da böyledir, gizemli bir alandan etki eder.

    Edebiyatın yazardan ziyade okuru iyileştirme ihtimaline dönelim. İnsanın hikâyesini göz önünde bulundurduğumuzda bu imkân daha yüksek gibidir. Yeteneğin çoğu zaman beraberinde getirdiği birtakım semptomlar vardır. Arınma ve muafiyet inancı bunların en başında yer alır. Yazarın yazarak arındığı ve yazdığı için muaf olacağı inancı her yeteneğin içerisinde yapısal olarak mevcuttur. Yazma eylemiyle birlikte paket olarak gelir bu inanç. Arınma bir çeşit günah çıkarma gibi işler. Muafiyet ise daha iddialı bir imtiyazdır, çoğu zaman yazarın, en azından yazarken, ahlaktan beri olduğunu iddia edecek kadar cüretkâr olduğunu da gösterir. Ya da dille oynama kabiliyeti neticesinde içinde bulunduğu her durumu meşrulaştırma imkânı sağlar. Bu anlamda yazardan daha çok masum olan okurun, şifaya daha hazır olan okurun, etkin bir ecza olarak da olsa, bir plasebo olarak da olsa, metne dair önyargısı ve ön kabulü olmayan okurun muhtemel şifaya daha yakın olacağı anlaşılabilir.

    Yazmak Hölderlin’i delilikten, Zweig’i intihardan, Kafka’yı hastalıktan kurtaramamıştır. Kendi döneminin diliyle adalet ve liyakat yokluğunu hedef alan Fuzûlî’nin derdine çare olamamış, ömrü boyunca Nişancı olmak isteyen Gelibolulu Ali’yi nişancı yapamamış ve kederinden ölmesine sebep olmuştur. Lakin bu yazarların metinleri ya da biyografileriyle muhatap olan her bir insan teki için kendi biyolojisi ve tarihi bağlamında birçok hastalığı ya da tehlikeyi evvelden fark etme imkânı sağladığı muhakkaktır. Bu farkındalığın kaydının olmaması bürokratik bir tercihtir. Çünkü edebiyat tarihi resmî kayıtlarını okurlar üzerinden değil yazarlar üzerinden takip eder. Diğer yandan edebiyatın şifa olduğuna dair kesin/batıl inanç bu gerçekle yüzleşmekten imtina eder. Bu satırların yazarını da dâhil ederek söyleyebiliriz ki edebiyatın şifa olduğunu söyleyen kim olursa olsun, en azından kayıtlara geçen isimler üzerinden gidersek, yazarlık tarafındadır. Hâliyle bu durum yukarıda zikrettiğimiz imtiyazın devreye girmesine sebep olur. Söz konusu imtiyazın görme bozukluğuna sebep olabileceği ihtimalini göz ardı etmezsek ortada okurun aleyhine bir durum ortaya çıkar. Yani okurun hakkını yazarın cömertliği belirleyecektir. Yazarlar da daha çok kendileriyle uğraştıkları için okuru çoğu zaman göz ardı ederler. Hiçbir yazar, bir hekim motivasyonuyla yazmaz. Ama bu onun fahri hekimlik unvanını kazanmasına da engel olamaz. Çoğu zaman kendisine pek faydası olmasa da bu hak bakidir.

    Susan Sontag Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş adlı kitabında “Modern bilinç açısından sanatçı örnek bir çilekeş olmuştur. Sanatçılar arasında da yazar, sözcüklerin ustası çektiği acıyı en iyi ifade edebilecek kişi gözüyle baktığımız insandır.” derken bu gerçeği işaret eder. Fakat burada yine şeytanın avukatlığını yapmama müsaade edilirse şunu da söylemek isterim. Sontag’ın bu harika tespiti aslında bir performansın itirafıdır. Yazar oyunu perde arkasında oynayan oyuncudur. Alelade bir acıyı kelimelerin büyüsü sayesinde güçlü bir trajediye dönüştürme kabiliyetine sahip olan her yazar, Zweig’in ya da Kafka’nın yaşadığı sonu yaşamaz. Trajediden önceki son çıkışa saparak geri hayata döner ve tabiri caizse edebiyatın profesyonel hekimi olarak hayatına devam edebilir. Sanatçının çilekeşliği Sontag’ın işaret ettiği Hristiyan mistisizmi ya da tasavvuf dâhil mistisizme paralel bütün öğretilerin gerçek azizleriyle bir tutma ameliyesi biraz fazla cömert bir teşbihten öteye gidemez.

    Evet, Sontag’ın dediği gibi nasıl bir acı olursa olsun, aslında dünya yüzündeki her bir insan teki gibi yazar da “bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür.” Lakin bu onu mutlak anlamda imtiyazlı kılmaz. İmtiyaz ancak onu reddettiğinde meşrudur. O da yalnızca yazarın değil, okurun da hak edebileceği bir lütuf olabilir. Hatta daha ötesinde, edebiyatın sınırlarının çok uzağında alelade bir hayatı yaşayan sıradan bir ölümlü için dahi bu mümkündür. Bu imkânın varlığı edebiyatın sınırlarının nereye kadar uzandığını göstermek açısından mühimdir. Hayat söz konusu olduğunda, bütün görkemine ve tarihine rağmen, edebiyatın yalnızca bir tür olarak değil, bir şifa vesilesi olarak da ne kadar mahdut olduğunu zikredebiliriz sanırım.

    Bugün Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle paramparça olmuş bir hayatı yaşıyor olmamız, bir zamanlar var olan bütünlüğü reddetmeyi gerektirmez. Aynı şekilde bu paramparça hayatın unsurlarından birini, söz konusu paramparçalığın en belirgin semptomlarından biri olsa da, yüceltiyor olmamız da o bütünlüğün çok uzağına düşmemizden dolayıdır. Hâliyle bütün bir hayatın değerli değersiz parçaları üzerine yoğunlaşmak, o parçayı ayrıca tahlil masasına yatırmak artık geride kalan bir bütünlüğün özlemini, ağırlığı o parçaya yükleme gayretinden başka bir şey değildir. Tıptan, felsefeye, tarihten, iktisada hatta teknik bir fıkıh ya da kültürel bir unsur olarak dine kadar bütün parçalar aynı talihsizliğin kurbanıdır. Yaşadığı çağın dalgalı denizine düşen insanın tutunacağı dal ya da yılan olarak telakki edilebilir. Her iki anlamı da havidir bu. Sahih bir kurtulma ya da arayış ümidiyle tutunulan dal da olabilir bir hıncın ya da hırsın da yüklenmesiyle nihayetinde tutunanın kendisini de zehirleyecek yılan da olabilir. Bugünün parçalanmış hayatında tek başına edebiyat üzerine düşünmek ve ona birtakım aidiyetler ya da eksikliklerin sebep olduğu şaşılıkla bakmak da aynı şeydir. İnsan kaybettiği bütünlüğü, yıkılmış bir binanın enkazında aradığı geçmişi arar gibi arar. Edebiyatın şifası ancak bu kadarıyla mümkündür.

    Edebiyatın şifası üzerine düşünürken şifanın yalnızca edebiyatta olduğu zannına kapılmak bizzat edebiyatın içerisinde rüşeym hâlde bulunan zehrin açığa çıkmasıdır. Edebiyat, din, felsefe ve hatta oyun kadar şifadır, olabilir. Yine de edebiyatın rolünü tahfif etmiş gibi olmayalım. Edebiyat işaret eder. Çoğu zaman karanlığa ve hastalığa meyyal insana o karanlığın ve hastalığın aslında ne olduğunu gösterebilecek derecede kısa bir süre ışık tutar ve aydınlatır ama hiçbir zaman karanlığı yok edemez. Aynı şekilde hastalığı, derdi, haklı öfkeyi hafiflettiği zamanlar olabilir ama topyekûn onu reddedecek iksir bırakın edebiyatı bizatihi dinin ya da tıbbın kendisinde dahi yoktur.

    Edebiyatın işaret ettiği bir diğer şey de şifanın geniş anlamları ihtiva edebileceği ihtimalidir. Zweig ya da Kafka örneğini farklı bir okumaya tabi tutarsak her ikisi için de bir şifanın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Zweig Nazi zulmünün sebep olduğu vatansızlığın kederinden, Kafka ise otoriter bir babanın zulmü altında kaybolup giden özgürlüğün acısından edebiyata sığınarak kurtulmak istemişlerdir. Aynı şekilde Gelibolulu Ali’nin uğradığını düşündüğü haksızlığın ağırlığından yazarak kurtulmaya çalışması gibi. Burada farklı bir okumayla mezkûr isimlerin karşı karşıya kaldıkları kaderle yüzleşmek ihtimali ortaya çıkar. Her ne kadar bunu nihayete kavuşturmada başarılı olamasalar da edebiyatın işaret ettiği yere bakabilmiş ve kendi acısını kucaklamak, kendi kaderiyle yüzleşmek tecrübesini yaşayabilmişlerdir. Asıl sorun ise, hiçbir acının küçümsenmemesi gerektiğine inanan biri olduğumu şerh düşerek söylüyorum, bu tecrübeyi kemale dönüştürememişlerdir. İbnülemin Mahmud Kemal’in Gelibolulu Ali’nin durumunu izah için kullandığı o harikulade ifadeye başvurmama müsaade ederseniz, mezkûr isimlerin ilmi kemallerini aşmıştır. Yani şifa olacak terkibin kıvamı ve dozunda bir aşırılık söz konusudur. Bazen de bunun bir performans olduğu şüphesi apaçık tebellür edebilir elbette.

    Bu satırların yazarına göre Tanpınar, Türkiye’nin en büyük romancısı olmasının ötesinde, dünya çapında ilk romancısıdır. Ölümünden çok sonra basılan günlüklerinden bildiğimiz kadarıyla sükût suikastına uğradığını ifade eder Tanpınar. Bu sükût suikastı nasıl izah edilir? Kendisi edebî mahfillerce yok mu sayılmıştır? Eserlerini basacak yayıncı mı bulamamıştır? Yoksa eserlerinde gördüğü Tanpınar’ı okurların, edebî mahfillerin görmediğinden mi şikâyet etmektedir? Yeterince okunmadığını düşünmektedir ya da? Ya da kendi döneminde içi boş edebiyatın en meşhur temsilcisi Suzan Sözen’i dert ederek mi söylemiştir bunu? Bugün bile hâlâ tam olarak yerini bulamamış bir türde (roman) Türk modernleşmesinin ilk yıllarında boy gösterdiği için zaten pek fazla karşılığı olmayacağı açık bir derinlikle yazdığı için mi şikâyet etmiştir? Hülasası Tanpınar’ın kastettiği suikast nasıl bir suikasttır ve ne şekilde mağdur etmiştir kendisini? Sükût suikastının manası nedir, büyükelçilik, milletvekilliği ve üniversite hocalığı yapmış birinin sadece bugünün değil o günün Türkiye’sinde de fazlasıyla değerli mesleklerle iştigal etmiş birinin sükût suikastına uğraması hangi mecrada hangi tenhada mümkün olabilmiştir? Tanpınar Mozart’a kıyasla mı yoksa Stefan Zweig’e kıyasla mı kendi durumunu değerlendirmiştir? Yazdıklarındaki görkemli ustalık ve derinliği bildiğimize göre burada basit bir alınganlık, değerimi anlamadılar küskünlüğü yoktur. Edebiyat tarihinin şehadetinde biliyoruz ki döneminde epey itibar ve övgü görmüştür. O hâlde bu serzeniş, hadi daha açık söyleyelim bu söylenme, Tanpınar’ın şahsında, bu kavramı dillendirip duran bütün bir entelijansiyanın kendine dair körlüğü tatminsizliği olarak okunamaz mı mesela? Bir şifa ihtimalini barındıran edebiyatın yanlış bir terkiple zehre döndüğü anlardan biri olarak ya da bunun bizatihi Tanpınar’ın kendi kendisine sergilediği bir performans olamaz mı? Bütün bunlara çok farklı cevaplar verilebilir elbette. Lakin bu satırların yazarının aklında tek bir cevap vardır. Tanpınar ve onun şahsında böylesi alınganlıkları estetik bir yakınmaya ve hatta sorunsala dönüştürebilmiş kalemlerin ilimleri, meziyetleri kemallerini aşmış olduğunu söyleyebiliriz.

    Harikulade bir ustalığı ve derinliği olan Tanpınar’ın yalnızca bir romancı olarak değil, akademisyen ve entelektüel olarak da fark edeceği; fark etmesini beklediğimiz husus şudur: Kendi çağında yazmak çağlar boyunca sınırlı bir kitleye hitap eden bir eylemdir. Yazarlık yalnızca kısmi bir kitleye ulaşılabileceği ön kabulünü dayatır. Günümüz yazarlarından Şule Gürbüz’ün, yine Sabah Ülkesi’nde verdiği bir röportajda serdettiği “Bu yazdıklarımı belki üç beş kişi anlayabilir.” ifadesini hatırlayalım. Gürbüz’ün buradaki tercihi, samimi bir itiraf olarak değil bir performans olarak dahi değerlendirilse, huysuz bir yazar kaprisinden ziyade bir rıza hâlinin işaret edildiği aşikârdır. Her ne kadar iddiamın arkasında isem de burada Tanpınar’ı değil onun sükût suikastı derken kuşandığı havayı hedef aldığımı şerh düşmüş olayım. Gürbüz’ün aksine, Tanpınar’da bu rızanın neşvünema bulamadığı meselesi ve onun izahı bu yazının amacı değildir. Lakin Tanpınar’ın sükût suikastı ibaresinin gerçekte değil kurguda güzel olduğunu ve bunun da edebiyatın şifa olanağını ortadan kaldıran ya da gölgeleyen bir tehlikeyi barındırdığını söylemek icap eder. Mezkûr ifade yalnızca yazarın gerçekliğinde belli belirsiz izdüşümleri olabilecek bir estetik yakınma olarak telakki edilebilir. Çünkü şifa gerçekliğin alanında meydana gelen bir yaranın şifasıdır. Şifanın kurgusu olmaz. Tanpınar da, en azından günlüklerinde çizdiği profile bakıp revize ederek söylersek, okurlarından çok daha az faydalandığı bir şifanın mucididir.

    Evet, içindeki romantizmi ve çileci baştan çıkarıcılığı bir tarafa bırakırsak Ahmet Sarı’nın “Yazıyı kendine yük edinen yalnızdır.” ifadesi önemli bir hakikati işaret eder. Lakin uzun zaman bir havas eylemi olarak hayatını devam ettiren, modern dönemde ise yüksek oranda eğitimli kesimlerin uhdesinde olan yazmak eylemi tabiatı itibariyle yalnızlığı vazeden bir eylemdir. Bunu şikâyet vesilesi kılmak “Okullar olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim.” demek kadar komiktir. Yazar dediğiniz zaten yatırımını bu yalnızlığa yapmış kişidir.

    Artık edebiyatın şifa olmasının belli şartlar dâhilinde mümkün olduğunu ve bu şifanın da yazardan çok okura yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Dil yalan söylemek için vardır diyen modern filozof “Kelimelerin büyüsünden Allah’a sığınırım.”, “Kelimeleri büyü olarak kullanmayın.” diyen ahir zaman peygamberinin işaret ettiği hakikati başka bir çağda başka bir zaviyeden tekrar ediyordur sadece. Fakat softaların işaret ettiği gibi bu tamamıyla dilden kaçışı vazeden, bilakis dilin içerisinde yürürken dikkatli olmayı salık verir. Edebiyatın hem yazar, hem de okur için şifa olması imkânı ortaya çıkacaksa bu yazarların bu farkındalığı içselleştirmesiyle mümkün olacaktır. Ki çoğu zaman aksinin daha estetik ve daha dikkat çekici olduğunu kabul etmemize rağmen… Kendi yarattığı bir hekim karakteri olan Bianchon için ölüm döşeğindeyken “Beni ancak Bianchon kurtarabilir.” diyen Balzac’ın bu hikâyesi her daim büyüleyicidir elbette. Ama şifa ciddi bir iştir ve çoğu zaman acı olur.
    Sontag’la bitirelim.

    “Ciddiyetin göstergesi acı çekme değildi; tersine, ciddiyet insanın acı çekme cezasından kaçınma ya da acıyı aşma yetisiyle, huzura ve dengeye erme becerisiyle ölçülürdü. Bunun tersine, bizim [Hristiyanlıktan] devraldığımız duyarlık, ruhaniyeti ve ciddiyeti duygusal çalkantı, acı çekme ve tutkuyla özdeşleştirir.”

    İbnülemin’in bahsettiği kemal muhtemelen Sontag’ın bahsettiği ciddiyetti. Edebiyattan bir şifa olarak söz etmek beraberinde bir ciddiyeti ya da kemali de göz önünde bulundurmayı gerektirir.