SALGIN VE İNSANLIK: DÖNÜŞEN RİSK VE SONLANDIRIL(A) MAYAN KIRILGANLIK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Yunus Kaya

    Sabah Ülkesi için 2019 yılında kaleme aldığım yazıda1 insan yaşamında son yüzyıllarda yaşanan değişimleri bazı temel göstergeler üzerinden ele almaya çalışmıştım. Bahsi geçen yazıda insan nüfusundaki artış, şehirli yaşamın hâkim yaşam biçimi hâline gelmesi, ekonomik dönüşüm ve sanayileşme, eski ve yeni uluslararası işbölümü ve ülkeler ve toplumlar arasındaki artan temas ve bağlar gibi olgular üzerinden değişimin niceliğini incelemiştim. Yazının yayımlanmasından kısa bir süre sonra başlayan ve hâlen devam eden Covid-19 salgını, yazıda bahsedilen dönüşümleri hareket noktası olarak alan bir değerlendirme yapmayı zaruri kılmaktadır.

    İnsanlığın son yüzyıllarda yaşadığı ve yukarıda kısaca değindiğim bu dönüşümleri doğrusal bir tarih algısı içinde ilerleme ve gelişme olarak görme eğilimi oldukça kuvvetlidir. Bu bakış açısı sayısız düşünür ve fikir insanı tarafından eleştiriye maruz kalmış olsa da doğrusal ilerleme algısının izlerini hemen her mecrada görmek mümkündür.

    Doğrusal ilerleme algısının en önemli alternatifi insanlık tarihini döngüsel olarak algılayan bakış açısıdır. İbn Haldûn’dan Hegel’e kadar uzanan bir yelpazede farklı düşünürler iniş çıkışlı ve her yeni dönem ve yeni biçimin kendi sonunu hazırlayacak ögeleri taşıdığı bir insanlık serüveni resmetmişlerdir. Döngüsel tarih algısının modern sosyoloji içindeki en önemli temsilcilerinden biri olan Sorokin (1942) en önemlilerini kıtlık, salgın, savaş ve devrimler olarak tanımladığı felaketlerin insanın serüveninin belirleyici bir bileşeni olduğunu savunmuştur. Sorokin ve benzer düşünceye sahip olanlara göre bu felaketler birer yol kazası değil yolu ve menzili belirleme potansiyeline sahip dönüşüm noktalarıdır.
    Sorokin’in de işaret ettiği gibi insanlık tarihi yıkım, savaş, hastalık ve kıtlık gibi krizlerin tetiklediği kırılma anları ile doludur. Yirminci yüzyıla kısaca göz attığımızda iki dünya savaşı veya Büyük Buhran gibi kırılma noktaları hemen kendini göstermektedir. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrası kısa süreli ekonomik krizler ve bölgesel çatışmalar dışında hayati bir kriz yaşamayan ve Soğuk Savaşı korkulan nükleer yıkımı yaşamadan kapatan insanlık 1990’lardan itibaren yeni bir iyimserlik sürecine girmiştir. Fukuyama’nın Marx’a gönderme ile tarihin sonu olarak kutsadığı bu dönemi tanımlayan olgu, internet ve dijitalleşme gibi yeniliklerin de etkisi ile toplumlar ve ülkeler arası yüksek ekonomik siyasi, kültürel ve demografik bir bağlantılılık ve bağımlılıktır. Küreselleşme olarak adlandırdığımız bu süreç, kimileri tarafından reddedilse de birçoklarına göre yepyeni bir insani durum ortaya çıkarmıştır.

    Şu an tecrübe ettiğimiz Covid-19 salgını içinden geçtiğimiz bu güncel dönemin en ciddi krizi ve kırılma noktası olmaya adaydır. Burada kırılmadan kasıt salgının açtığı kısa vadeli ekonomik hasar veya can kayıpları değildir. Salgının en önemli etkisi hem modern toplumun hem de tecrübe ettiğimiz güncel dönemin kırılganlıklarını ve çelişkilerini ortaya koyması olacaktır.

    Salgının etkilerini incelemeye geçmeden önce iki önemli kavramı vurgulamakta fayda vardır. Bunlar kırılganlık ve risk kavramlarıdır. Kırılganlık zarar görebilirlik olarak da tanımlanabilir. Dayanıklılık kavramı ile de doğrudan ilintili olan kırılganlık, bir tehlike veya olumsuz etki ile yüzleşildiğinde zarardan korunma ve onunla baş etme potansiyelini tarif eder. Bu potansiyel azaldıkça kırılganlık da artmaktadır. Risk içinde bulunduğunuz durum veya tercihlerinizin sizi bedensel veya diğer zararlara uğratma olasılığıdır. Riski doğal ve suni olarak ikiye ayırmak mümkündür. Doğal risk insanlık olarak yeryüzünde var olmamız sonucu ortaya çıkar. Suni risk ise kendi tasarruflarımız sonucu ortaya çıkardığımız risktir.

    Salgın hastalıklar bağlamında bu iki olguyu ele aldığımızda, insanlığın tarih boyunca bir yandan kırılganlık ve riski azaltmaya çalışırken diğer yandan da yeni kırılganlıklar ve riskler ortaya çıkardığını görmekteyiz. Mesela, insanların genelde küçük nüfuslu göçebe topluluklarda yaşadığı tarih öncesi dönemlerde salgın hastalık riski görece çok düşüktür. Yüksek coğrafi hareketlilik ve düşük nüfus, tabiat ile daha uyumlu yaşamı mümkün kılmış ve bu riski düşürmüştür. Hatta salgın hastalık olgusunun M.Ö. 10000 yılına kadar görülmediği düşünülmektedir (Cockerham, 2016).

    Tarım toplumu ve yerleşik hayata geçişle birlikte ise belirli bir coğrafyaya bağlı yaşam belirmiş ve nüfus yoğunlukları oluşmaya başlamıştır. Bu da sel, kuraklık, kıtlık ve salgın gibi felaketlerin ortaya çıkması için gerekli zemini oluşturmuştur. İhtiyaç fazlası üretim ile artan ticaret birbirinden uzakta yaşayan toplumlar arasında düzenli etkileşimi doğurmuştur. Devam eden göç, savaş ve fetihlerin de katkısı ile küreselleşme olarak adlandırdığımız ve birbirinden uzak diyarları birbirine bağlayan sürecin ilk temelleri atılmıştır. Salgın hastalıklar üzerine tarihsel bir değerlendirme yapan McNeill’e (1976) göre bir Avrasya ortak salgın hastalık havuzu M.Ö. 500’den başlayarak oluşmuştur. Çin’den başlayarak ticaret yollarını takiben Orta Asya üzerinden Karadeniz kıyısına ulaşan ve sonra da Venedik ticaret gemileri ile Avrupa’ya taşınan 1347/50 Veba salgını buna iyi bir örnektir.
    Takip eden tarihsel süreçte insan yaşamında ve risk rejiminde yaşanan en önemli değişimlerden biri ise içinde coğrafi keşifler, sömürgecilik, endüstrileşme ve pozitif bilimlerin yükselişini taşıyan modern toplum yapısının ortaya çıkışı olmuştur. Modern toplumun önemli özelliklerinden biri kendi kaderini ve fiziksel çevresini yani doğayı kontrol altına almasıdır. Doğa bilimleri ve mühendislik alanında yaşanan gelişmeler doğanın boyunduruk altına alınması ve evcilleştirilmesi olarak da görülen durumu ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte tıp alanında yaşanan gelişmelerle salgın hastalıklardan kızamık ve tifüs kontrol altına alınmış, mühendislik projeleri ile nehirler ve su kaynakları kontrol edilerek taşkınlar engellenmiş ve yeni alanlar tarıma açılmış, gübre ve ilaç kullanımı ve makineleşme ile tarımda üretim artmış ve insan ömrü uzamıştır.

    Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda ise modernleşmenin bir yandan eski riskleri ortadan kaldırırken bir yandan yeni riskleri ortaya çıkardığını görüyoruz. Örneğin, modernitenin en önemli dayanaklarından biri olan endüstrileşme ve endüstri toplumunun ortaya çıkışı ile şehirleşme hızlanmıştır. Oluşmaya başlayan devasa şehirlerde ciddi hijyen ve çevre kirliliği tehlikesi belirmiştir. Yüksek nüfus yoğunluğu ise salgın hastalıklar ve depremler gibi afetler için yüksek bir risk ortaya çıkarmıştır.

    Modern toplum ile ortaya çıkan bir diğer olgu ise insan kaynaklı yani suni riskin artışıdır. Çevre kirliliği, küresel ısınma, aşırı antibiyotik kullanımı sebebiyle ortaya çıkan süper-bakteriler, kimyasal ve biyolojik saldırılar ile Çernobil ve Fukushima gibi nükleer felaketler endüstrileşme ve bilim alanında yaşanan gelişmeler sonucu ortaya çıkan yeni risklerdir. Modernitenin ortaya çıkardığı risk rejimine dikkat çeken Beck (1992), modern toplumları “risk toplumu” şeklinde tanımlamaktadır.

    Modern toplumu ortaya çıkaran bahsettiğimiz teknolojik yenilikler dünyanın entegrasyonunu da hızlandırmıştır. Bunun da yine risk rejimi açısından önemli etkileri olmuştur. Avrupa’dan Güney ve Kuzey Amerika’ya taşınan virüs ve bakterilerin buralarda yaşayan yerli halk üzerinde ölümcül etkileri olmuştur (Diamond, 1997). Bunun yanı sıra bu bölgelerden frengi gibi daha önce görülmeyen hastalıklar Avrupa’ya taşınmıştır. Buna işaret eden McNeill (1976) 1700’lerden itibaren küresel bir salgın hastalık havuzunun oluştuğunu belirtmektedir.

    Son yıllarda dünyada artan karşılıklı bağlantılılık ve bağımlılık yeni bir risk rejimini de beraberinde getirmiştir. Küreselleşme sürecini risk kavramı çerçevesinde açıklayan Beck (2007), küreselleşmeyi eski dönemlerde yerel veya ulusal nitelikte olan riskin küresel bir mahiyet kazanması olarak tanımlar. Beck’e göre savaş, terörizm, ekonomik kriz, salgın hastalık veya çevresel kirlenme gibi sorunların etkisi yerel olmaktan çıkıp küresel hâle gelmiştir.

    Bu duruma dikkat çeken Cockerham’a (2016) göre insanlık 3 epidemiyolojik evreden geçmiştir. Bunlardan ilki ilk salgın hastalıkların ortaya çıktığı M.Ö. 10000’den modern toplumların ortaya çıkmasına kadar olan evre, ikincisi modern toplumlarda salgın hastalıkların ortadan kalkması ile kronik sağlık sorunlarının temel ölüm sebebi hâline geldiği evredir. Sonuncusu ise son yıllarda karşı karşıya kaldığımız ve ortadan kalktığı düşünülen salgınların yeniden baş gösterdiği ve yeni salgın hastalıkların ortaya çıktığı güncel evredir. Cockerham (2016)’a göre artan küresel entegrasyon, küresel ısınma ve devasa metropollerin ortaya çıkışı bu süreçteki en önemli etkenlerdir.

    Covid-19 salgınının gelişimine baktığımızda sınırlar arası mal, sermaye ve insan akışları bağlamında istikrarlı ve hızlı biçimde artmış olan yatırımcı, profesyonel, işçi, turist ve göçmen akışlarının önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Mesela, İtalya’da salgının merkezi olan Lombardiya bölgesi ve Milano kenti tekstil ve moda sektörlerinde faaliyet gösteren binlerce Wuhan kaynaklı Çinli yatırımcı ile göçmene ve çok sayıda ortak yatırıma ev sahipliği yapıyordu. Almanya’daki ilk Covid-19 vakaları da Wuhan bölgesinde fabrikası olan bir Alman firmasının Çinli bir çalışanının Almanya’ya yaptığı iş ziyareti sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine küresel turizm endüstrisi içinde önemli yer tutan cruise gemilerinin salgının en başında virüsün yayılmasında oynadığı rol dikkat çekicidir. Bunun yanı sıra, günümüzde artan bağlantılılığın afetlerin etki etme hızını artırdığını da görüyoruz. Orta Asya veya Çin’de başladığı varsayılan 1347/50 Veba salgınının Asya’dan bilinen dünyanın geri kalanına yayılması yıllar sürmüştür. Covid-19 salgını ise tüm dünyaya haftalar içinde yayılmıştır.

    Riski küresel hâle getiren modern toplum risk ile mücadele için gerekli olan küresel yönetim ve işbirliği mekanizmalarını ise ortaya çıkaramamıştır. Bu noktaya işaret eden sosyolog Gereffi (2006), küreselleşmenin ciddi bir yönetim açığına sebep olduğunu savunmuştur. Yönetim olgusunun farklı boyutlarını ele alan Gereffi (2006), üç yönetim biçimi tanımlamıştır. Bunlar, mülkiyet hakları ve serbest rekabet gibi piyasanın işleyişini sağlayan kolaylaştırıcı (facilitative) yönetim, işçi hakları ve çevresel düzenlemeler gibi piyasa faaliyetlerinin sınırlarını çizen düzenleyici (regulatory) yönetim ve son olarak sosyal harcamalar, emeklilik ve sağlık hizmetleri gibi insanları piyasanın olası yetersizliklerine ve olumsuz etkilerine karşı koruyan paylaşımcı (redistributive) yönetim biçimidir. Küresel seviyede yönetim ve işbirliği zemini sağlama görevini üstlenmiş görünen uluslararası örgütler bugüne kadar genellikle kolaylaştırıcı yönetim rolünü oynamışlardır. Düzenleyici ve paylaşımcı yönetim konusunda ise ciddi bir açık söz konusudur.

    Salgın bağlamında kırılganlık olgusuna bakıldığında ise salgının toplumlara ve toplum içinde bireylere eşit bir biçimde etki etmediğini görüyoruz. Afet olgusu üzerine kafa yoran sosyal bilimcilerin vurguladıkları en önemli noktalardan biri de budur. Afetler her topluma ve toplum içinde herkese eşit şekilde etki etmemektedir. Bu farklılık bir ölçüde doğal sebepler ve şans gibi faktörlere bağlı olsa da asıl belirleyici olan fakirlik ve eşitsizlik gibi etkenlerdir. Doğa bilimleri ve mühendislik kaynaklı analizlere bakıldığında salgın veya deprem gibi bir afetin oluşumu ile yıkıcı gücünün doğal ve teknik parametreler üzerinden anlaşılabileceği fikrinin hâkim olduğunu görüyoruz. Buna göre depremlerde fay hatlarının yapısı ve derinliği ile depremin Richter ölçeğine göre şiddeti, kasırgalarda deniz suyu sıcaklığı ve rüzgâr hızı, sellerde metrekareye düşen yağış miktarı ve salgınlarda R0 değeri ve morbidite oranı gibi parametreler üzerinden bir afetin ortaya çıkışının ve yıkıcı etkisinin yeterli bir tarifi yapılabilir. Sosyal bilimlere göre ise bu etkenler önemli olmakla birlikte bir doğa olayını afet hâline getiren ve etkilerini belirleyen temel faktör insan davranışı, yaşam biçimleri ve genel olarak toplumsal yapıdır. Afetlerin yıkıcı etkisini ortaya çıkaran temel husus ise toplumların ve sosyal grupların yapıları, baş etme biçimleri ve kapasiteleri ile ilgilidir. Belirleyici olan en başta belirtiğimiz kırılganlıktır.

    Covid-19 salgını boyunca test yapma kapasitesinden hastaların bakımına ve aşılamaya kadar her süreçte eşitsizliklerin belirleyici olduğu aşikârdır. Küresel ekonominin ortadan kaldıramadığı hatta sebep olduğu toplumlar arası ve toplum içi eşitsizlikler kendini salgın sürecinde net bir biçimde ortaya koymuştur. Salgının ortaya çıkardığı ekonomik sorunlar ve iş kayıplarından en çok zarar görenler hâlihazırda ekonomik olarak dezavantajlı olan ve kırılganlığı yüksek kitleler olmuştur. Özellikle düşük gelirli ülkelerde zaten zor durumda olan devlet yapılarının gerekli destekleri hatta temel sağlık hizmetlerini sağlayamadığı hepimizin malumudur.

    Salgına karşı en önemli silah ve bilimin zaferi olarak sunulan aşılama sürecinde de aşının öncelikle zengin ülkelerde uygulandığını ve düşük gelirli ülkelerde aşılama rakamlarının hâlen oldukça düşük olduğunu görmekteyiz. Aşının erişilebilir olduğu ülkelerde karşımıza çıkan aşı olma konusundaki gönülsüzlük ve kafa karışıklığı ise sadece popülist aktörlere veya cehalete atfedilemeyecek ciddi bir güven sorununa işaret etmektedir. Dünya kamuoyunun önemli bir kısmı hâkim ulusal ve küresel aktörleri meşru otoriteler olarak görmek yerine gizli ve kötü niyetli bir gündeme sahip olduklarına inanabilmektedir. Ortaya çıkmasına zemin hazırladığı sorunları çözemeyen ve toplumsal yığınların güven ve inancını kaybetmiş yapıların ne kadar daha ayakta kalabileceği muammadır.

    Toparlamak gerekirse modern toplum bir yandan farklı riskleri ortadan kaldırırken diğer yandan yeni riskler ortaya çıkarmaktadır. Modern toplumla birlikte istikrarlı bir biçimde artan ve Soğuk Savaş sonrası dönemde hızlanan küresel entegrasyon ise risk rejimini dönüştürmüş ve riski yerel olmaktan çıkararak küresel hâle getirmiştir. Kendi ortaya çıkardığı risk ile etkin mücadeleyi sağlayacak mekanizmaları oluşturamayan ve kırılganlıkları ortadan kaldıramayan küresel sistem bu hususlarda çözüm üretemezse ciddi bir kriz ve kırılma ile karşı karşıya kalmaya mahkûmdur. Sorokin (1942, s. 120-121) “Felaketler sosyokültürel değişimin en kuvvetli ve radikal aktörlerinden biridir. Olağanüstü durum sona erdiğinde çoğu toplum hızlı bir biçimde ayağa kalksa da hiçbir zaman felaket öncesi gibi değillerdir. İster iyi yönde ister kötü yönde olsun felaketler toplumsal organizasyonun ve onun kurumlarının kuşkusuz en büyük dağıtıcıları ve dönüştürücüleridir.” demektedir. Yaşadığımız salgının bir döngünün sonu ve yeni bir döngünün başlangıcı olup olmayacağını hep birlikte göreceğiz.

    *Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi.

    1 https://www.sabahulkesi.com/2019/05/03/degisimin-niceligi-cesitli-parametrelerle-duenya-ve-insanligin-serueveni/

    Kaynakça
    Beck, U. (1992). Risk society: towards a new modernity. Sage.
    Beck, U. (2007). World at risk. Polity Press.
    Cockerham, W. C. (2016). Medical sociology. Routledge.
    Diamond, J. (1997). Guns, germs, and steel: The fates of human societies. W. W. Norton.
    Gereffi, G. (2006). The new offshoring of jobs and global development. International Institute for Labour Studies.
    McNeill, W. H. (1976). Plagues and Peoples. Anchor.
    Sorokin, P. A. (1942). Man and society in calamity; the effects of war, revolution, famine, pestilence upon human mind, behavior, social organization and cultural life. Dutton.