ZAMANA YAZMAK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    İnsanın neden yazdığı sorusu insanın yazma serüveni kadar eskidir. Farklı dönemlerde, farklı kültürlerde verilen cevaplara bakıldığında, sebep ne olursa olsun hemen hemen aynı sonuca varılır: bir başkasına ulaşmak! Yazmak ikiz kardeşi anlatmakla birlikte insanın sosyal bir varlık olduğuna, bir ötekine ihtiyaç duyduğuna dalalettir artık. Yani, “Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız” diyen şairle “Cehennem başkalarıdır” diyen yazarın işaret ettiği iki uç arasında bir sarkaç gibi sallanır durur insan. Bu anlamda, yazmak hem kadim bir büyü hem de güçlü bir ecza olarak değerlendirilebilir. Büyüdür çünkü dikkatleri metinden yazara çevirerek hem okuru hem de yazarı etki altına alır. Eczadır çünkü yazara kendi anlamını bulmasına sebep olabilir. Her iki anlamında da edebiyatın merkezinde yer alan bir sorudur bu. Yalanı ve gerçeği, taklidi ve özgünü, klasiği ve popüleri kendi ölçeğinde eritir ve çoğu zaman geçici de olsa hepsini meşrulaştırır.

    Yazar, yaşadığımız dünyadaki en büyülü organizma olan dilin doğrudan mirasçısı olduğu için dilin sahip olduğu büyüden ziyadesiyle yararlanır. Kendini keşfettiği ya da kendini inandırdığı ölçüde yazma serüvenine bir yön verir. Yazmasa çıldıracak olan da, insanları bir nebze olsun eğlendirmek isteyen de, kendini bir metinde yeniden var etmek isteyen de hatta Allah’ın rızasını kazanmak istediğini söyleyen de bu sorunun sağladığı açık alanda ister gösterişli bir şekilde, isterse çekinerek ve utanarak olsun, bu şekilde varlık izhar eder. Bu soru insanın yazmaya başlamadan evvel karşılaştığı bir soru değildir. Bizatihi yazma serüveninde yoluna devam ederken karşısına çıkan ve ara ara kendisine yolunu kaybettirebilecek kadar derinleşen bir sorudur. O yüzden yazma eylemine olduğu kadar yazarın kimliğine de, olumlu yada olumsuz, doğrudan etki eder.

    İnsan aslında, fark etsin ya da etmesin, Zamana yazar. Bunu fark etmenin verdiği yaralı bilinçle fark etmenin verdiği uyuşturucu rahatlık belirler yazarın kaderini. Başta da ifade edildiği gibi, kalemi eline alan herkes önce fark edilmek için yazar. Kitaplarının yakılmasını vasiyet eden Kafka da buna dâhildir. Fark edilmek, bilinmek, anlaşılmak bu dünyaya gelen her insanın içinde var olan en evrensel ihtiyaçtır. Fakat fark edilmek isteği kimin tarafından ve ne için fark edilmek olarak okunduğunda bir anda her şey değişir. Yazarın ihtiyacı, istidadı ve istikametine göre birçok farklı cevap verilebilir buna. Fakat hepsini kapsayabilecek tek cevap vardır: O da Zaman!

    Anın içine hapsolan insan geçmişini özlediği gibi geleceği de arzular. Bu, kendisinin kendisinden ibaret olmadığını gösterdiği kadar, mukayyet kılındığı anın ötesine taşan bir varlığı ve hatta kendisinin ötesinde bir bilinmeyene olan merakı ve ilgisi olduğunu gösterir. Ağaç diken ümmi bir köylü de olsa bu böyledir. Fakat yazmanın diğer bütün eylemlerden bir farkı vardır. Yüzyıllar evvel dikilen bir ağacın söyledikleri sınırlıdır. Ama bin yıl öncesinde yazılan bir metin insanın en derin sırlarını bir kere daha açığa çıkarabilecek kudrete sahiptir. Bu kudret insanın kendi zamanına hapsolmuş mahpus bir varlık olmaktan öte bir şeylere sahip olduğunu gösterir. Bu onun genetik kodlarında vardır. Kolektif bilincin kendi bilincine açıldığı alanda vardır. Yani insan hangi sebeple olursa olsun, nihayetinde, Zamana yazar. Anın keyfini çıkarmak, geçmişin özlemini resmetmek ya da geleceğe dair arzusunu tatmin olmak için yazsa da bu en nihayetinde Zamanın ellerine teslim edilir.

    Zaman nedir? En basit tabiriyle geçmiş, şu an ve geleceğin bir bütün olarak tanımlandığı süreçtir. İnsanoğlunun dünyadaki hikâyesi boyunca ona eşlik eden, onun kaydını tutan, ona rehberlik eden büyük sessiz ortaktır. Yanılmaz görgü tanığıdır. İnsan Zamanın içinde akar. Zamanın içinde düşer, kaybolur. Zamanla var olur. Tarih insanın yeryüzündeki hikâyesinin zabit kâtibiyse, Zaman insanın kolektif bilincinin kayıtlı olduğu sandıktır.

    İşte edebiyat, bu muhteşem sandığın en komplike kaydıdır. Sır kâtibidir. Noteridir. Tarihin ya da benzer disiplinlerin yanına yaklaşamayacağı kadar geniş bir sırra vâkıftır. İnsanın gündelik hayatındaki basit alışkanlıklarından en derinlerindeki hakikatlere kadar hemen her anının, düşüncesinin, hissinin yanılmaz şahididir. Bütün bir insanlığı kaydeden Zamanın karmaşık ve kendine özgü dilinin en kudretli tercümanıdır. Tarih boyunca varoluşunun sorgulanmasına, diğer disiplinlerin yanında küçük görülmesine rağmen ondan daha yetkin ve tatmin edici bir tercüman olmamıştır. Gündelik idrakin sınırlılığı, pratik aklın faydacılığı karşısında kayıtsız kalması ya da kendi içine çekilmesi de bu yetkinliğin sağladığı özgüvenledir.

    Zamanın idraki ancak içsel bir maceranın neticesinde ortaya çıkar. Bu içsel macera da ancak edebiyatla mümkündür. Dışarıdaki dünyanın hızla akışının, büyüleyici renkliliğinin insanı baştan çıkarması hatta alıklaştırması normaldir. Edebiyat buna dair bir uyarıdır. Durup düşünmenin, belli bir mesafeye çekilip bakmanın ve insanın kendisiyle olan kopmaz bağının temsilcisidir. İnsanın bir şekilde kendine dönmesine, dışarıdaki dünyanın büyüleyici renklerinden gözünü alıp kendi içine bakabilmesine sebeptir.

    İnsanın kendi içine dönmesi, kendine dönmesi mutlak bir ihtiyaçtır. Çünkü, bilindiğinin aksine, insandan insana giden yol insanın derinliklerinden geçer, profesyonel ya da gündelik iletişimin uzlaşımsal mecrasından değil. Bu yüzden de “Edebiyat, insanın çevresiyle değil, evle alakalıdır.” derken Northrope Frye haklıdır. Çevre, içinde bir beşer olarak yaşadığın dünyadır. Ev o dünyanın hay huyundan uzaklaşıp Zamanın nimetlerine, kayıtlarına açılan kendiliğin gizlendiği mahzendir. Edebiyat insanın dünyada kendisini hakkıyla görebilmek için kendisine tutacağı en mahir aynadır. İnsan ancak o aynada gördüğü kadarıyla kendinin farkında olur ve aydınlanır. Marcel Proust’un ifadesiyle söylersek, “zamana dalmış bir deve dönüşmesi” ancak edebiyatla mümkündür. Ritüel yerine getirilir, insan kendine döner ve Zaman bir kere daha insanlık için dile gelir.

    Yazar yalnızca yaşadığı çağın değil Zamanın da sözcüsüdür. Kendisine biçilen ömür içerisinde kendi kabiliyeti ölçüsünde bir hikâye anlatır. Sağlığında, bu hikâyenin nimetinden de külfetinden de nasibi kadarıyla alır. Fakat son hükmü Zamana bırakmaktan başka çaresi yoktur. Zaman, bir vakitler hikâyesini anlatıp sahneden çekilmiş o yazarın anlattıklarını çağın sahnesinde yer alan insanlara aktarırken kendi mutlak ve muğlak kriterlerine tam sadakat gösterir. Yemek yerken besin değerlerini aklımıza getirmeyiz. Şifa niyetine bir ilaç ya da karışım aldığımızda profesyonel olarak nasıl bir dönüşüm geçirip bizde sıhhate neden olacağını düşünmeyiz. Vücudumuz bunları kendi âdeti üzere yerine getirir. Edebiyatla muhatap olurken de böyle bir süreç yaşarız. Yazarın anlattığı basit ya da karmaşık hikâyeyi keyifle takip ederken bilincimiz Zamana açılır ve gitmediğimiz yerlere, tanımadığımız insanlara, şahit olmadığımız olaylara ve kendimizde hiç fark etmediğimiz karanlık bölgelere hâkim oluruz. Balzac okurken Fransız toplumuna, Mark Twain okurken Amerikan toplumuna dair derinden bir duyuş kazanırız. Bu, bizzat bilginin ve o bilgiyle amel etmenin dolayımda olduğu bir yerde hatırlanacak şekilde zihnimizde saklanır ve o gün geldiğinde ortaya çıkar. Her zaman ortada görünmemesinden dolayı da genelde değersiz addedilir. İşte bu dönüşümün önünü açan kudret Zamandır. Yazar her ne kadar yaşadığı çağla mukayyet olsa da yazdığı metin Zamanın hükmü altındadır ve kendi istidadı ölçüsünde Zamanın ona çizdiği ömrü yaşar, ona biçtiği rolü oynar.

    Peki her yazar bunun farkında mıdır? Elbette hayır. Farklı sebeplerle yazıyor olabilir. Fakat yalnızca Zamanın farkında olanlar çağın yan etkisi olan körlükten kurtulabilir. Çünkü Zamanın kudretine teslim olan zihin, pek yanılmaz. Elbette edebiyat en temelde kalem gücü gerektirir. Kalemi güçlü olan bir yazar da, çoğu zaman yanlış bir şekilde yüceltilme kolaylığının aksine, düşük bir karaktere sahip olabilir. Alelade bir motivasyonla yazabilir. Edebiyat tarihi bunlara dair renkli örneklerle doludur. Büyük bir edebiyatçı olmak için iyi bir insan olma zorunluluğu yoktur. Büyük bir edebiyatçı olmak için büyük ideallere sahip olmak zorunluluğu yoktur. Hatta çoğu zaman bunun aksi söz konusudur. İyi insan olmayı umursayanların zamanın keskin yargıları karşısında kaybolup gittiği çok görülmüştür. Ama genelde büyük edebiyat Zamanın farkında olanların kalemlerinde tecelli etmektedir. Zamanın farkında olanı Zaman da fark eder. Zamanın, kötü de olsa, aşağılık da olsa insanı iyi anlatan bir yazara kayıtsız kaldığı görülmemiştir.

    Edebiyat insanın Zamana sunduğu en büyük hediyedir. Tersi de mümkündür. İnsan olarak içinde yaşadığımız dünyada hayata uyum sağlamak, doğaya uygun hareket etmek, kültürel kodlara göre kendimizi tutmak, beşerî bir yaşamı sürdürmekle yetinmeyiz. Bunu kaydetmek, anlatmak, yorumlamak ve hatta süslemek isteriz. Kendimizi önemsiyor olmamız düşünüldüğünün aksine her zaman kötü bir şey değildir. Bilakis kendimizdeki değerin bir dayatması bile olabilir. İnsan kendisinden fazla bir varlıktır ve kaderi kendisini bulmak, anlamak, idrak etmektir. Lakin insan ne doğayı, ne kültürü, ne de kendisini doğrudan anlar. Anlamak sıklıkla çetrefilli ve çoğu zaman insanın hayatı boyunca süren bir süreçtir. İşte edebiyat, bütün bir insanlık boyunca devam edegelen bu sürecin en büyük şahididir. Diğer disiplinlerin aksine hep durudur, gençtir ve çağın semptomlarından azadedir. Northrope Frye “Edebiyat evrilmez, ilerlemez ya da gelişmez.” diyordu. Bu da edebiyatın, içerik olarak çoğu zaman çağla mukayyet olsa da, bir fenomen olarak çağlar üstü bir şey olduğunu gösterir.

    Edebiyatın bu reddedilmez değerine rağmen edebiyatçının bunun sefasını sürdüğü söylenemez. Bugün memleketimizde edebiyatçılar eğer sıradan halkın değer skalasında yer alan ve edebiyatla hiçbir akrabalığı bulunmayan değerlerden (siyasi karizma, servet, çevre, kitleleri etkileyebilecek ölçüde bir şöhret) herhangi birine sahip değilse çoğu zaman fark edilmez bile. Kendi küçük okur-yazar dünyasında belli bir oranda görülebilecek bir ilgiyle yetinmek zorunda kalır. Böylesi bir ilginin bırakın büyük bir yazarı, hasbelkader yazar olmuş bir kalem fukarasını dahi tatmin etmeyeceği aşikârdır. Bu sebeple, bir doktorun tanındığı çevrede ya da bir sıhhi tesisatçının yaşadığı apartmanda göreceği saygıdan çok daha azına razı olmak zorundadır. Çoğu zaman kendisine dilekçe yazmak konusunda bile başvurulmaz. Edebiyatçılar hastalığı ya da belayı pek umursamayan toplumun unutulmuş şamanları gibidirler. Bu da Zamanın bir cilvesidir.
    Bir yazarın ya da edebî eserin hükmünü ancak Zaman verir. Zamanın sanatta tezahür ettiği alan kanondur. Zaman, özellikle de edebiyat söz konusu olduğunda, kanonda ete kemiğe bürünür. Çoğu zaman eserin ölümsüzlüğe kavuşması için yazarın ölmesi gerekir. Her kitap cevabı ancak siz öldükten sonra verilen bir ölümsüzlük başvurusudur. Tarih zamanın cilvelerine dair kayıtlarla doludur.

    Bugün dünyanın en iyi romanlarından biri olan Gustav Flaubert’in Madam Bovary’sinin, artık adı anılmayan Ernest Aimé Feydeau’nun popüler romanı Fanny’sine karşı hiç şansı yoktu. Yayınlandığı zamanda Madam Bovary bir edebiyat eseri olarak değil yalnızca kamu ahlakına yönelik bir tehdit olarak dikkat çekebilmişti. Neyse ki Fransız ahlakı sapasağlam ayaktadır da Madam Bovary’nin zehrinden emin olabilmiştir. Başka örnekler için çok uzağa gitmeye gerek yok. Türk edebiyatının tartışmasız en büyük romancısı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü neredeyse otuz yıl sonra gelecek ikinci baskıya kadar acı bir sessizliğe gömülür. Fakat aynı dönemlerde Suzan Sözen’in kitapları baskı üstüne baskı yapmaktadır. Dahası İngilizce, Almanca, Fransızca gibi dillere çevrilir ve filmlere uyarlanır. Tanpınar’ın Zamanın bu cilvesi karşısında yapabileceği bir şey yoktur.

    Cezanne gibi bir ressamın tanınmak için ömrünü heba etmesini herkes bilir. Yaşadığı dönemde sansasyonel başarılar kazanan, sergi üstüne sergi yapıp ödüllere boğulan Bouguereau’nun çağdaşıdır Cezanne. Bouguereau’nun önüne dünyaları seren zaman sağlığında Cezanne’ın yüzüne bakmamıştır. Zavallı Cezanne da talihin kendisine dönmesini boşuna beklemiş ve tanınmak için kendisini ölümüne hırpalamıştır.

    Ne talih ki Zaman vardır. Gregory Jusdanis’in dediği gibi “Bir zamanlar övülenler çoğunlukla unutulmuşlardır”. Lakin Zamanın en şımarık ama en hilebaz yüzü olan an çoğu zaman büyüleyici bir siren gibi yazarı yutar. Geçmişin ve geleceğin belirsizliğinden korkan yazarın ana sığınması normaldir. Diğer taraftan anın büyüsüne kapılıp bilinmek, tanınmak istemenin ötesinde hayatını yaşamak isteyen bir yazarın da aklını kolayca çeler. Popülerlik keyif veren bir zehir gibidir, yazarı ağır ağır öldürür ve hiç vakit kaybetmeden çoğunlukla unutulanlar mezarlığına gömülür.

    Zamanın cilveleri bitmez. Uzun bir süre yüzüne bakmadığı birini bir anda bir daha hiç ölmemecesine yeniden hayata döndürür. Ressam Johannes Vermeer’in hikâyesi buna iyi bir örnektir. Vermeer, bilinçli olarak ihmal edilmiş sanatçıları keşfetmeye çalışan Le Brun tarafından, 1792 yılında keşfedilmiştir. Sonrasında ölümsüzlüğe kavuşur. Bu anlamda yaşadığı çağda ilgi görmeyen her yazar Zamanın karşısında çaresizce Le Brun’unu bekleyen Vermeer’dir.

    İstisna da olsa bunun aksi durumlar da söz konusudur edebiyat tarihinde. Mesela zengin ve gerçekten iyi bir babanın oğlu olarak rahat ve huzurlu bir edebiyat kariyeri yapan Stefan Zweig’ı hatırlayalım. Çağının en büyük isimleriyle hemhâl olan, geçmişin en değerli külliyatının emrinde olduğu, kendisini anlayan, iltifat eden hayranlarıyla bolca vakit geçirebilen büyük bir yazardır Stefan Zweig. Hayatının son dönemindeki trajediyi saymazsak marifetinin fazlasıyla iltifat gördüğünü söyleyebiliriz. Yine benzer bir örnek olarak Shakespeare’i zikredebiliriz. Hayattaki tek amacı iyi bir para biriktirip emekliliğinde rahat etmek olan Shakespeare’in bütün oyunları her düzeyde takdir görmüş ve bir yazar olarak talep ettiğinden çok daha fazla manevi haz yaşamıştır. Hem de ölmeden.

    Bir de sağlığında, tabiri caizse, parmağının ucuyla edebiyata bulaşan, edebiyatı pek de hayatının merkezine koymayan isimler vardır. Edmund Spenser bunlardan en dikkat çekici olanıdır. İyi bir saray bürokratı, siyaset adamıdır. Başarılı bir hayatı olmasının da getirdiği rahatlıkla hiçbir zaman büyük bir İngiliz yazar olmak istememiş, aklından bile geçirmemiştir. Ama yazdığı Fairy Queen şiiriyle talihi değişmiştir. Zaman onun için hükmünü vermiştir. Döneminin güçlü bir saray adamı olarak dahi olsa bir daha hiç anılmayacakken Zamanın iltifatıyla İngiliz edebiyatının zirvesine yerleşmiştir. Shakespeare dâhil birçok şairin hayranlığına mazhar olan büyük bir şair olarak tarihe geçmiştir.

    Mezkûr örneklerin üzerine tekrar düşünüldüğünde şunu söylemek elzemdir sanırım: Yazmak, biraz da, ormandaki kaderine doğru yürüyen Hansel gibi ardına taşlar bırakmaktır. Zamanın cilvesine razı olmak, kudretine teslim olmaktır. Zaten yüzyıllardır edebiyatın semalarında asılı duran veciz bir söz vardır: Ölmeden ölümsüzlüğe kavuşamazsınız. Zamana yazmak en çok bu ölümsüzlüğe talip olmaktır.

    Herkes bir gün ölecektir. Bazıları ömrü boyunca ölümden kaçmaya çalışırken, bazıları isteksizce teslim olur. Bazıları hemen kavuşayım derdindeyken, bazıları düğün gününü bekler gibi sabırla beklemeye koyulur. Zamana yazmak da böyledir. Evet, herkes önünde sonunda Zamana yazar. Fakat bunun idrakine vararak yazanla, bunu önemsemeden yazan arasında ciddi bir fark olacağı açıktır. Edebiyatı bir meslek olarak görenler, kartvizit olarak görenler, gerçekten kendi açılımını yapacak bir fırsat olarak görenler, terapi olarak görenler ya da mecbur kalanlar arasında hâliyle fark olacaktır. Metne odaklanan yazarın, okura kur yapan yazarın, kelimeleri pazarlayan yazarın, yazdıklarını pazarlık unsuru olarak gören yazarın, edebiyatın kendisine sevdalanan yazarın ya da ancak edebiyat yoluyla bir açıklığa ulaşacağını düşünen yazarın farklı olacağı aşikârdır.

    Zaman hükmünü vermekte acele etmez ve her şeyin hakkını vermekte müthiş bir ustalığa sahiptir. Gregory Jusdanis’in aktardığına göre sadece 18. yüzyılda 5000 opera ve 14.000 senfoni bestelenmiş. Bunlardan çok çok az bir kısmı günümüz repertuvarında yer bulabilmiş. Geri kalanlar bir iki kere sergilendikten sonra zamanın anahtarı yalnızca kendinde saklı deposuna kaldırılmıştır. Bugün yayınlanan roman, hikâye, şiir kitaplarının çoğunun akıbetinin de böyle olacağı açık. Kaldı ki her geçen sene nicelik anlamında gittikçe daha da artan bir sayıyla karşılaşıyoruz. Her gün yeni bir kitap, edebiyat dergisi, yayıneviyle karşılaşıyoruz. Hepsinin de iddiası pek bir yerinde. İlk kitaplar, yeni bir meydan savaşına hazırlanırken yolunu kaybeden dergiler ve amblemleri kendilerinden daha uzun ömürlü yayınevleri aslında basit bir şeyi anlatır bize! Galiba Zamanı fazlasıyla ihmal ettik ve artık neden yazdığımızı bilmiyoruz. Bunu Zaman da hiç çekinmeden yüzümüze vuruyor elbette ama hükmünü vermek için sabırla vaktinin gelmesini bekliyor.

    Northrope Frye, bir yerde, “Edebiyat için en yaygın ve en önemli olanı Tanrıdır.” diyordu. Frye’ın söylediklerinden yola çıkarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Tanrıyı ciddiye aldığınız ölçüde edebiyatı da ciddiye alırsınız. Buradaki Tanrı ifadesinin yerine zamanı koyduğumuzda hiçbir şey değişmez. Evet, edebiyat için en yaygın ve en önemli olanı Zamandır. Zamanı ciddiye aldığınız ölçüde edebiyatı da ciddiye alırsınız.

    Edebiyata yoğunlaşmak aslında bir sızıya, ağrıyan bir yere yoğunlaşmak gibidir. Çoğu zaman sizi acıyla baş başa bırakır. Size başka bir şeyle ilgilenme imkânı tanımaz. Acının içindeki keyfi, kaynağı gösterir. Diğer yandan bütün varlığınızın orada olduğu vehmine kapılırsınız. Orada kendinize ait bir krallık bulursunuz ve oranın büyüleyici atmosferinden kurtulup gerçek hayata dönmeniz gerektiğini kabul etmek istemezsiniz. Oysa Zaman sizi beklemektedir. Çünkü her metin, doğuştan getirilen dehayı bir tarafa bırakırsak, ancak bir tecrübe, istidat ve istikametle olgunlaşabilir. Sizse yazdığınız her metinde krallığınızın daha da genişlediğini düşünmeye başlayan bir hastaya dönmüşsünüzdür bile. İşte size bu hastalığı bulaştıran şey varlığınızın edebiyatla birlikte mümkün olduğuna inandıran vehimdir. Edebiyat okuruna olduğu gibi yazarına da şifa vermez. Ama büyüleyip zehirlediği çoktur. Edebiyat size bir hastalığı tüm çıplaklığıyla gösterip buna yönelik bir yolculuğa çıkmanızı salık verir. Gündelik hayatınızda edebiyata ayırdığınız vakit bittiğinde acının size kazandırdıklarıyla baş başa kalırsınız. Artık Zamanın sadece sizin için değil herkes için hükmünü verdiği gerçekliktesinizdir ve aslında çok daha kuvvetlenmiş bir şekilde o gerçekliği yaşamaya devam edersiniz. Edebiyat sizi selametle kendi gerçekliğinize kavuşturduktan sonra edeplice geri çekilir, çekilmelidir. Çünkü hiçbir acı bir ömür sürmez.

    Her yazar yaşadığı müddetçe kendi çağına mahkûmdur. O çağın nimetleri ve külfetlerinden oluşan bir dilin içerisinden konuşur. Zamanın onu kurtarabilmesi için ölmesi gerekir. Elbette ölmeden evvel de olması. Olmanın birçok yolu vardır. Bir tanesi de Zamanın farkında olmaktır. Daha doğrusu bilinçli bir şekilde Zamana yazmak. Oysa çağ, insanı hiç ölmeyecekmiş gibi bir yanılgıyla büyüleyip bu gerçeklikten uzaklaştırır. İnsan çağının aydınlığında kör olur. İnsanın kendisini hormonlu bir yüceltmeye ya da kârlı bir körleşmeye açtığı yerde hep çağdaşları vardır. Çağdaşlarıyla yaptığı örtük ya da açık ittifakların bu körlüğü pekiştirdiği açıktır. Çünkü çoğu zaman çağdaş olmak Zamana karşı bir ittifak kurmaktır. Geçmişe burun kıvırmak, geleceğin sahibi olduğunu zannetmek ve anın haz veren uykusuzluğunda gözü açık rüyalar görmektir. Bu hastalıklardan emin olmak ve bunların farkında olmak ancak iyi bir edebiyatla mümkündür. Ancak iyi bir edebiyat bir yazarı çağın demir parmaklıklarından kurtarabilir. O da çağdaşın değil Zamanın böğründe gizlenir.

    İyi edebiyat bir nitelik meselesidir. Nitelik, yazmaktan ziyade okumakla mümkündür. Ralph Fox “Bugün her zamankinden daha çok roman okunuyor, fakat dert tam da okunmaz olanın okunuyor olmasıdır.” derken neyin okunmaması gerektiğini işaret eder. Okunmaz olanın okunmasına hizmet edenlerin, bunu dert etmeyenlerin nitelik hakkında söyleyecekleri reklam ve slogandan öteye gitmez. Reklam ve sloganla edebiyat gemisinde mesaide bulunanların da nitelikle ilgili dertleri olmaz. Yazarlıklarını da edebiyattan ziyade niceliği nitelikmiş gibi göstermeye hasrederler.

    Niceliği nitelik gibi pazarlamaya çalışanların çağın kör yalvaçları olduğu açıktır. Zamana dair bir algıları, idrakleri olması pek mümkün değildir. Ağzından emperyalizm, kapitalizm, liberalizm laflarını düşürmeyen, mahareti ölçüsünde tasarladığı bu evrensel kıyafetleri sevmediği şahıs, kurum ya da uluslara giydirip gemisini yürütmeye çalışan bir yazar/şair düşünün. Yeni yayınevleri, yeni dergiler ve yeni kitaplar hakkında ne düşündüğünü sorun. Bu nicelik kasırgasına itiraz etmeyecek hatta teşvik edecektir. Oysa, çok uzun zamandır, yeni yayınevi, yeni dergi ve yeni kitapların basılması edebiyata değil sektöre hizmet etmektedir. Sektör de bütün ruhunu, âdetini yazarımızın yukarıda sövdüğünü söylediğimiz ideolojilerden devşirmiştir. “İşin tuhaf tarafı, kötü kitap bombardımanının arkasında okur kitlesindeki artış değil, yayıncıların gittikçe büyüyen okur kitlesine hizmet götürme tarzları yatıyor. Okur artık beğendiği kitabı almıyor, aksine dev yayıncılar kendisine neyi layık görürlerse onu sevmek zorunda kalıyor.” derken Ralph Fox bunu kasteder. Artık edebiyatın epeydir boş tahtında tek başına oturan nicelik niteliğin bütün yoksul şövalyelerini emrine amade kılmıştır. Zaman bunun farkındadır.

    Bugün artık yazarlık paralı askerlik ya da mevsim işçiliği gibi bir meslektir. Yayınevlerinin tamamıyla piyasaya hükmettiği bir savaş meydanında, yazar, stratejik değerini yok saymış, kendi kendini hadım etmiş etkisiz bir piyondur. İşte Zamana yazmak tam da bu durumda çok daha mutlak bir tercih olarak ortaya çıkar. Edebiyatın ve niteliğin hakkını savunmanın yeri insanın iç kalesidir. Bizzat metnin kendisidir. Zamanın farkında olmak isteyen yazar buraya çekilmek zorundadır. Bunun kolay olmadığı açıktır.

    John Sutherland’ın dediği gibi “Büyük edebiyat, bir şeyleri asla kolaylaştırmaz; zor sorulara kolay yanıtlar vermez. Bizi basit olmayan bir sürü şeyin beklediğini görmemize imkân tanır”. Ve elbette asıl olanın, gerçek olanın ve hatta güzel olanın zorlukta olduğunu söyler. Yazmak zorunda değiliz. Ama eğer böylesi bir edebiyattan bahsetmeye devam edeceksek Zamana yazmak zorundayız.