İMGELER VE İMGELEM GÜCÜ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Marina McCoy*

    İmgelem (hayal) gücümüzün, hayatlarımıza farklı bakış açıları sunmak için günlük hayatta nasıl işlediğini düşünün. Herhangi bir günün akışı içinde, uzaklarda yaşayan bir akrabamı tekrar ziyaret edebileceğim zaman ne olacağını; şimdi toprağa ektiğim bir bitki çiçek açtığında çiçeklerin nasıl görüneceğini; dünya şu anki dünyamdan farklı bir siyasi düzene sahip olsa nasıl olacağını hayal edebilirim. Geçmişteki bir olayı, tıpkı daha önce gittiğim güzel bir yerin fotoğraflarına baktığımda hayal ettiğim gibi, sevgiyle hatırlayabilirim. Hayal gücümüz, gündelik yaşamlarımızın bilişsel ve duygusal manzaralarına şekil verir. Toplum için daha iyi bir siyasi gelecek umuyorsam, bunun mümkün olduğu bazı somut yolları hayal etme kapasitem, umut etme olanağımı şekillendirir; bu umut aynı zamanda değişimi hayata geçirmeye çalışmak için gereken enerjiyi de doğurabilir. Ayrıca, politik dünyanın nasıl dönüştürülebileceğine dair hayal gücüm gerçekliğe dayanmıyorsa, daha büyük zarara yol açacak şekillerde hareket edebilirim. Örneğin, siyasi bir ideal uğruna insanların gerçekten zarar görmesine yol açan ütopik siyasi düşüncenin yıkıcı örneklerini düşünün.

    Platon’un Devlet’i, antik dünyada belki de bu hayal gücü sorunuyla boğuşan en temel metinlerden biridir. Devlet, adalet konusunu, ruhta ve şehirdeki doğasını ele alır ve adaletin bu ikisinde nasıl göründüğüne dair çeşitli modeller sunar. Diğer taraftan diyaloğun yazarı olarak Platon, farklı ama ilgili bir soruyla da meşgul olur: İmgeler gerçeğe ne kadar uygundur? Gerçeği ortaya çıkaran ve aynı zamanda onu çarpıtabilen yolları hayal edebilir miyiz? İmgeleri üreten bizler, kendimizi nasıl anlamalıyız? Platon, imgelerin ikircikli işlevlerinin çok iyi farkındaydı. Diyalogdaki ideal şehir ve devleti gerçek bir öneri ve anti-liberal bir ütopyanın taslağı olarak gören ve bu nedenle Devlet’i tehlikeli bulan Karl Popper gibi filozoflar tarafından bir tür siyasi ütopyacılıkla suçlandı.

    Ancak Platon’un imgelerini okumanın farklı bir yolu var. Platon’un baş karakteri Sokrates bize sadece ruhun ve şehrin ideal imgelerini sunmakla kalmaz; ayrıca imgelerin doğasına ve bizi nasıl yanlış yönlendirebileceklerine ilişkin önemli eleştiriler de sunar. En temel felsefi problemlerden bazıları hakkında konuşmak için hayal gücüne ihtiyacımız var: Adil bir ruhun doğası nedir? Bir ruh neye benziyor? Gerçeklik nasıldır ve insan bu gerçekliğin neresindedir? Eğitimli olmak ne demek? Platon gibi eski Yunan yazarlarını okurken hayal gücünü de aktif kullanıyoruz. Kendimizi, etik, politik ve estetik gerçekliklerimizi anlamak için hayal gücü vazgeçilmezdir. Yine de, özellikle başkalarını varlığın doğası hakkında yanıltıyorlarsa, imgeler tehlikeli olabilir.

    Aristoteles Ruh Üzerine adlı çalışmasında insan düşüncesinin imgelere ihtiyacı olduğunu savunur. Aristoteles, ne zaman teori yapılsa, imgeler aracılığıyla yapıldığını söyler. Örneğin, bir üçgen hayal etmesi istendiğinde, kişi ikizkenar üçgen veya dik üçgen gibi belirli bir üçgeni hayal edecektir. Bir doktor hayal etmeye karar verirsem, erkek ya da kadın olacak şekilde belirli bir doktoru, belki de uzmanlığını gösteren belirli tıbbi giysiler giyen bir kişiyi hayal etmeyi seçeceğim. Hayal gücüm, doktorumla bir toplantıda olduğum zamanki gibi bir duyu algısıyla aynı değildir, ayrıca sanki tıbbın ne olduğuna dair soyut bir tanım yazmam isteniyormuş gibi tamamen teorik bir açıklama da değildir. Hayal gücü, bir fikri somut, özel ve bazı yönlerden daha erişilebilir kılar.

    Platon’un Devlet’inde imgeler en az iki yerde olumlu bir değere sahipmiş gibi görünür. İlk olarak, Sokrates, aksi takdirde tanımlanması zor olan gerçekliğin modellerini oluşturmak için imgeleri kullanır. Böyle tanımı zor bir gerçeklik, örneğin adil insan ruhudur. “Ruh” ile manevi bir gerçekliği değil, daha ziyade günlük eylemlerimizde bizi canlandıran tüm insani motivasyonların mekânını kasteder. Sezgisel olarak, “adil bir ruhun” nasıl görüneceğine dair genel bir fikrimiz olabilir. Belki de tanıdığımız, ilişkilerinde adil, dürüst ve açık olan belirli bir dürüst kişiyi düşünebiliriz. Devlet’teki karakterlerden biri olan Cephalus, adalet için tam da bu modeli önerir: Adil bir insan, doğruyu söyleyen ve bir başkasına olan borcunu geri veren kişidir. Oğlu Polemarchus’un farklı bir düşüncesi vardır: Adalet en iyi şekilde “arkadaşlarına yardım etmek ve düşmanlara zarar vermek” olarak tanımlanır. Bir iç savaşın zirveye çıkmasından kısa bir süre önce geçen bu diyaloğun dramatik bağlamında bu tanım anlamlıdır. Belki de Polemarchus, siyasi müttefiklerin kendi davasına yardım etmesini, adaletin en iyi örneği olarak hayal etmektedir. Her iki karakter için de “Adalet nedir?” sorusuna cevap vermenin yolu günlük hayattaki örneklerini hayal etmektir.
    Sokrates, bu iki tanımın yetersiz kaldığına ilişkin nedenler sunar. Bunun bir nedeni, adalet hakkında yeterince geniş bir vizyona sahip olmamalarıdır. Adalet, sadece adil bir ticaret veya kişinin kendi arkadaşlarına yardım etmesiyle ilgili olamaz. Ruhun bütününü ve işleyişini ilgilendirmelidir. Sokrates, bir ruhun işinin ne olduğu, yani işlevinin veya amacının ne olduğuyla ilgilenir. Ama adil bir ruhun kendisinin ne olduğunu, adil bir ruhun nasıl göründüğünü hayal etmek o kadar kolay değildir. Bir masayı, sandalyeyi, bitkiyi ya da ağacı inceler gibi ona bakamazken, ruhu tanımlamanın bir yolunu nasıl bulabiliriz? Ruh bu tür nesneler gibi değildir. Pencerenin kenarında meditasyon yaparken ruhumun nasıl göründüğünü kolayca hayal edemiyorum. Ruhumuzu öncelikle motivasyonlarımız aracılığıyla biliriz: Beni harekete geçiren nedir? Motivasyonların çeşitleri var mı? Bunlar hiç çatışırlar mı? Eğer öyleyse, bunlar benliğimin farklı yönlerine veya Platonik anlamda ruhuma ait olabilir. Belki de ileriye dönük daha iyi bir yol, ruhun bir imgesini yapmaktır.

    Sokrates bizden insan ruhunu bir şehir devletinin (polis) minyatürü gibi hayal etmemizi ister: Eğer adil bir şehir, özel olarak gelişmiş rasyonel kapasitelere sahip ve vatandaşlarına gerçekten ilgi gösteren liderler tarafından yönetilen bir şehirse, o zaman belki de adil ruh da kendi aklıyla yönetilen, ruhun diğer kısımlarını iyi yöneten bir şeydir. İdeal olarak adil bir şehir, şehri korumak için cesur askerlere ve temel ihtiyaçlarının karşılandığından emin olmak için yetenekli zanaatkârlara ihtiyaç duyuyorsa, o zaman belki de ruhun ateşli ve tutkulu yanını, iştahını, adil ruhta gerekli ancak sınırlı bir role sahip unsurlar olarak anlayabiliriz. Belki de ideal bir şehirde cesur askerlerin bulunması gerektiği gibi, adil bir ruhun da cesur olması gerekir. Sokrates, ruhlarımızı bir şehir gibi tasavvur ederek, ruhun bir modelini veya örneğini sunarak, tarif edilmesi zor bir gerçeklik olan insan ruhunun doğası hakkında somut bir şeyler söylebildiğini keşfeder.

    Yine de ruhun sadece bir şehrin minyatür modeli olmadığını akılda tutmak önemlidir. Örneğin şehirlerin, ele alınması gereken somut siyasi sorunları vardır; bunlar arasında, farklı ruhların, birlikte yaşamanın en iyi yolunun şekillenmesine katkıda bulunma yolları vardır. Kimisi adil kimisi haksız, kimisi para, namus gibi oldukça çeşitli kaygılarla motive olan farklı farklı ruhlar arasında yaşadığımızı hatırladığımızda, şehirdeki adalet meselesi tek bir ruhun nasıl düzenleneceği sorunundan daha geniştir. Adil bir ruhun imgesi yalnızca tek bir imgedir; insan yaşamının karmaşık gerçekliğinde adil bir şekilde nasıl yaşayacağımız hakkında bilmemiz gereken her şeyi bize söylemeyecektir.

    Diğer taraftan, hayal gücü sadece insan meselelerine bakmak için gerekli değildir. Devlet’te Platon’un karakteri Sokrates, bizzat dünyamızın daha yüksek bir gerçekliğin bir imgesi olduğunu iddia eder. Sokrates, bu yüksek gerçeklikleri tanımlamak için “formlar” kavramını üretir. Güzelliğin ya da adaletin kendisinin sahip olduğumuz herhangi bir imgeden daha yüksek bir gerçekliğe, daha yoğun bir gerçekliğe sahip olabileceğini öne sürer. Bir an için, güzel olan bir kişi veya nesnenin herhangi bir örneğini düşünün. Güzelliği hayal etmek için güzel bir gün doğumu, iyi karakterli güzel bir insan, bir sanat eseri veya güzel bir müzik parçası hayal edebilirim. Ancak, bu örneklerin hiçbiri güzelliğin kendisi değildir. Güzel bir tablo bile güzelliği oluşturan şeyin tamamını yakalayamaz. Ne de olsa, güzel insan yaşlanabilir ve ruhen olmasa da bedenen daha az güzel görünebilir. Resmin güzelliği, müziğin güzelliğinden hiçbir şey yansıtmaz. Müziğin güzelliği, güzel bir insan olmanın ne olduğunu yansıtmaz. Yine de tüm bu güzel şeyler güzelliğin kendisine katılır ve böylece güzellik tarafından canlandırılmak bize güzel olmanın ne olduğuna dair bir şeyler gösterir.

    Birlikte yaşadığımız yurttaşlar yanıltıcı, adil gibi görünen ama aslında adaletin yalnızca çarpıtılmış hâli olan imgelere sahip olabilirler. Devlet’te, Thrasymachus adlı bir karakter, adaletin, iktidardaki insanların avantajından başka bir şey olmadığına inanır. Bir demokraside kitleler kendi çıkarlarını ararlar ve bir monarşide hükümdar sadece kendi çıkarını aramaktadır. Ancak Thrasymachus, gerçek adalet diye bir şeyin olmadığını düşünür. Sokrates’in bakış açısına göre, bu tür bir adalet imgesi, yani adaletin sadece bir gücün diğerine karşı olarak görülmesi, etik bir yaşam arayışını terk etmeye yol açabilir. Ancak Thrasymachus’un sorunu basitçe yanlış bir modele sahip olması değildir. Kendi adalet imgesinin yalnızca bir imge olduğunu anlamamasıdır.

    Sokrates için, bazen yanlış yönlendirilmiş veya çarpıtılmış adalet imgelerine sahip olabileceğimizi anlamak bile, bu çarpıtmalara karşı bir şekilde korunmanın bir yoludur. Bir adalet modeli geliştirdiğimde, gerçeği basitçe açıklamakla kalmayıp bir model geliştirdiğimi anlamak önemlidir. Anlamaya çalıştığım gerçekliğe ilişkin kendi imgelerimin yalnızca kısmi ve bakışıma bağlı olabileceğini akılda tutmak, kendi imgelerimiz konusunda daha eleştirel olmamıza yardımcı olur. Filozof olmak sadece gerçeği aramak ve sevmek değil, aynı zamanda imge üreticileri olarak görüşümüzün kısmi olduğunu ve mükemmel olmadığını bilmektir.

    Devlet’te Sokrates, kendi döneminde tartışmalı olan üç politik öneri sunar. Adaletin talebinin, toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında kadın ve erkeğin eşitliği olduğunu öne sürer. Her ikisinin de eşit derecede rasyonel düşünce ve söylem yeteneğine sahip olması daha adil değil midir? Belki bugün Sokrates’in bu fikrini artık pek tartışmıyoruz, ama şu fikri eminim daha çok tartışılabilir: Sokrates ideal bir toplumda ailenin ortadan kaldırılması gerektiğini, böylece kimsenin kendi çocuğunu veya ebeveynini, erkek ya da kız kardeşini kayıramayacağını söyler. Platon’un yazılı diyaloğunda Sokrates’in görüşü gibi görünen böyle bir fikirden ne anlamalıyız?

    Bazı yorumcular Sokrates’in fikrini Platon’un kendi inançları olarak kabul etmemizi önerseler de, bence durum böyle değil, burada başka bir şey olmakta. Bu siyasi önerinin ciddi bir kamu politikası meselesi ya da bir tür ironik şaka olmadığını, bunun yerine kendi toplumumuzu farklı bir açıdan görmemizi sağlayan farklı türden bir toplumun bir imgesi olduğunu hayal etseydik ne olurdu? Platon’un yazılı eseri ütopik bir doküman ya da siyasi bir plan değil, dünyayı yeniden tasavvur edebilmemizin ve dolayısıyla kendimizi farklı tahayyül edebilmemizin bir yoludur. Belki de bu adalet imgesini okurken veya tartışırken, onun aynı zamanda sorunlu olduğunu da görürüz: Bu pasajı ilk kez okuyan öğrencilerimin çoğu, çocukların büyümek için daha geniş bir cemaate değil, kişisel bakıma ve aidiyet duygusuna ihtiyaçları olduğuna işaret ediyor. Ya da böyle bir politika uygulanacak olsaydı anneler yeni doğan bebeklerinden zorla ayrılmayı protesto edebilirlerdi. Bu fikre, bu türden başka birçok şekilde itiraz edebiliriz.

    Bununla birlikte, böyle bir dünyayı hayal etme eyleminin kendisi hâlâ felsefi ve hatta politik bir değere sahiptir. Belirli mesafeden bakarak aile hakkında neyin önemli olduğunu anlayabilmemiz ve aynı zamanda bu bağlamda ortaya çıkabilecek bazı siyasi sorunlardan kaçınabilmemiz, tam da bizimkinden çok farklı bir dünya hayal etmekle mümkündür. Platon’u okurken kendi sosyal düzenlemelerimize daha eleştirel bakabiliriz. Politik hayal gücünün değeri, kendimizi hâlihazırda içinde olduğumuz durumun dışında hayal etmekte yatar. Belki de kişinin ailesine özen göstermesi ve kişinin “kendi” yakın akraba ve arkadaş çevresini kayırması gerçekten de demokrasiye zarar verici olabilmektedir. Sokrates’in örneğini alıp şunu merak edebiliriz: Ailenin ortadan kaldırılmasının kötü olacağına karar versek bile, toplumumuzdaki diğer insanları da kendi kardeşlerimiz gibi görseydik nasıl olurdu? Sokrates’in önerisine felsefi olarak yanıt vereceksek, onu neden reddettiğimizin nedenlerini de vermemiz gerekir. Ailenin değeri nedir? Ailenin daha büyük ölçekte politikada nasıl bir rolü vardır? Bunlar konuşulacak ve tartışılacak sorulardır; uygulamak istemediğimiz bir idealin bile hayal edilmesi kendimiz hakkında bir tür içgörü kazanmamızı sağlayabilir. Kendimize bir anlığına üçüncü şahıs perspektifinden, hayal gücü merceğinden bakarak, kendimizi eskisinden daha iyi görebildiğimizi keşfedebiliriz.

    Platon, Aristoteles ve diğer Yunan düşünürler için hayal gücü hem açığa çıkarır hem de gizler. Bize gerçeği daha iyi gösterebilir ya da onu gizleyebilir. Ancak durumun böyle olduğunu anladığımızda, potansiyel olarak daha fazla özgürlüğe veya en azından daha fazla alçakgönüllülüğe sahip oluruz. Kusursuz bir şehri ya da kusursuz bir ruhu doğru bir şekilde tasavvur edebilsek de etmesek de, en azından kusurlu benliklerimizi daha net görebiliriz.

    *Prof. Dr., Boston College.