FRIEDRICH RÜCKERT ŞAİR VE FİLOLOG BİR BAŞKA ORYANTALİST

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Muhammed Vural*

    19. yüzyılın ilk çeyreğinde akademik bir disiplin olarak şarkiyat, İngiltere’den sonra adım adım Batı Avrupa’da neşvünema bulmaya başlamıştır. Fransız oryantalist Silvestre de Sacy’nin (1758-1838) gayreti sayesinde Paris şehri, entelektüel seviyede Doğu’yla tanışmanın merkezi hâline gelmiştir. Çalışmalarından çok yetiştirdiği öğrencileriyle etkili olan De Sacy, çok sayıda Alman öğrencisi sayesinde Alman şarkiyat bilimlerinin kurulmasına büyük katkı sunmuştur. İngiliz ve Fransız şarkiyatı çok erken dönemden itibaren siyasi iktidarın sömürgeci hedeflerine uygun gelişirken Alman şarkiyatı, Almanların nispeten geç bir vakitte ulus kurup sömürgeci amaçlar gütmeye başlaması sebebiyle diğerlerinden farklı şekillenmiştir. Alman şarkiyatının erken dönemdeki Doğu telakkisi, Edward Said’in dile getirdiği gibi neredeyse bütünüyle hayalî ve romantiktir. Bunun en bariz izdüşümüne, eserleri en çok bestelenmiş Alman şairlerden olan Friedrich Rückert’in çalışmalarında rastlamaktayız.

    Rückert, bir yandan Napolyon’a karşı direniş sonucunda Alman milliyetçiliğinin doğduğu, diğer yandan Doğu kültürüne ilginin geniş halk kitlelerine yayılıp şarkiyatın ilahiyattan bağımsızlaştığı bir dönemde yaşamıştır. 16 Mayıs 1788’de Schweinfurt’ta dünyaya gelen Rückert, orada Gymnasium Gustavianum’a gitmiş ve 1805 Ekim’inde yüksek puanlarla mezun olmuştur. Hemen sonrasında Würzburg Üniversitesi’nin hukuk fakültesine yazılmıştır. Güz döneminde ağırlıklı olarak hukuk derslerine girmiş olsa da, yaz döneminde hukuktan sadece bir ders almış ve Romalı şair Horatius ve Grek mitolojisi hakkında derslere katılmıştır. 1807-1808 yılları arasında ilk şiirlerini yazmaya başlayan Rückert, daha sonraki ders dönemlerinde doğa felsefesi, mitoloji ve dile yoğunlaşmış, İbranicenin yanında Süryanice ve Farsça öğrenmeye başlamıştır. Mezun olduktan sonra 1810’da iki yıl civarında Jena şehrinde yaşamıştır. 1826 yılında Erlangen Üniversitesi’ne profesör olarak atanana kadar serbest bir yazar olarak geçimini sağlamış ve hiçbir kadrolu işe yanaşmamıştır. “Öğretmek değil, öğrenmek istiyorum!” diyen Rückert, Gymnasium Hanau’un ona teklif ettiği kadrodan işe başlamadan vazgeçmiştir. Jena’dan ayrıldıktan sonra anne babasının ve dayısının yanında kalmıştır. 1817’de bir yıllık İtalya gezisine çıkmış ve Roma’da uzun süre Alman sanatkârlar arasında vakit geçirmiştir. Dönüşte Viyana’ya uğrayıp J. Hammer-Purgstall’in desteğiyle Farsça ve Türkçesini ilerletmiş, Arapçaya ise giriş yapmıştır.

    Memleketine döndükten bir süre sonra 1820 yılında Coburg şehrine taşınan Rückert, orada ömür boyu evli kalacağı, kendinden dokuz yaş küçük Luise Wiethaus-Fischer ile tanışmış ve sonraki yıl evlenmiştir. Eşine duyduğu aşktan hareketle “Aşk Baharı” (Liebesfrühling) adlı şiir kitabını kaleme almıştır. Kayınbabasının evinde barınma imkânı olmasına rağmen, İtalya gezisi için aldığı yüklü borç ve dünyaya gelen çocuklarının ihtiyaçları sebebiyle maddi durumu gittikçe kötüleşmiştir. Bu sebeple Erlangen Üniversitesi’nde kadro bulmak için Ludwig adındaki veliahda ve hocası Hammer’in desteğine başvurmuştur. Nitekim Harîrî’nin Makāmât adlı eserinin tercümesi dışında bilimsel sayılabilecek bir yayının bulunmaması ve şair kimliğinin daha fazla öne çıkması, atanması için ciddi engeller oluşturmuştur. Erlangen’de felsefe bölümü Rückert’i isterken, ilahiyat bölümü profesör olmasına ilk başta karşı çıkmıştır. O dönemde şarkiyat henüz ilahiyatın bir yardımcı disiplini olarak görüldüğünden, Rückert’in Kitâb-ı Mukaddes’i tefsir edecek kadar teolojik bilgi birikime sahip olmamasını sorun etmişlerdir. Bu yüzden atanması, bu eksikliği kısa bir sürede telafi etmesi şartıyla gerçekleşmiştir.

    Rückert Erlangen Üniversitesi’ne atanmadan önce 1824 yılında hızlı bir şekilde Sanskritçe öğrenmiş ve beraberinde Arapça, Farsça, İbranice ve Süryanicesini geliştirmiştir. Hammer’in Hâfız divanı tercümesi ve Goethe’nin “Doğu-Batı Divanı” adlı eserinden esinlenerek 1822 yılında “Doğu Gülleri” (Östliche Rosen) başlıklı şiir kitabını yazmış, Goethe’nin beğenisini kazanmıştır. Erlangen döneminde ayrıca ilmî bir seviyede Amharca (Etiyopya dili), Aramice, Ermenice, Eski Kilise Slavcası, Fince, Gotça, Hindustânî, İtalyanca, Kannada dili, Tamilce, Pali, Prakrit, Rusça, Sâmirî dili ve Türkçe ile uğraşmıştır. 1835’te kısa bir sürede kaleme aldığı ve 3000’e yakın şiir ihtiva eden “Brahmin’in Hikmeti” (Die Weisheit des Brahmanen) kitabını yazmış ve bir Brahman kisvesiyle o güne dek Doğu’dan devşirdiği hikmeti okuyucuya sunmuştur. 1841 yılında Berlin’e gidene kadar en az 21 bilimsel yayına imza atmış ve Sanskritçe, Arapça ve Farsçadan çığır açıcı tercümeler yayınlamıştır. İçinde bulunduğu dönemin toplumsal şartları bu denli üretken olmasına yardımcı olmuştur. Birçok çağdaşı düşünür gibi toplumdan izole olup kendini özel hayatı ve yazılarına adamıştır. Berlin’e gitmek için Erlangen’den ayrılırken şehre şu şekilde veda etmiştir:

    “İstemiyorum hayata veda etmeyi
    Bu şehre ettiğim gibi,
    Gözü arkamda kalanın olmadığı yer,
    Kimsenin [beni] anmadığı.”

    Rückert, Berlin’e o kadar iyi şartlar altında davet edilmiştir ki bu durumun gizli tutulmasını yetkililer özellikle rica etmişlerdir. Anlaşma gereği sadece güz döneminde ders verecektir. Dahası, yüklü bir maaş ve emeklilik sözü verilmiştir. Berlin’deki ilmî ortam beklediğinden de iyi olmasına rağmen, bir türlü şehre uyum sağlayamamıştır. Yaz aylarını kayınbabasından miras kalan Neuses’teki köşklerinde geçirmiştir. Eşi onunla Berlin’de iki kış geçirdikten sonra artık ona refakat etmemiş, çocukları dönüşümlü şekilde babalarının yanında kalmışlardır. Berlin’deki durumundan hoşnutsuzluğunu ve keyifsizliğini “Berlin’de Bir Kış” (Ein Winter in Berlin) başlıklı şiir kitabında dile getirmiştir. 17 Mart 1848’te, devrim hareketi başlamadan bir gün önce, artık geri gelmemek üzere Neuses’teki köşküne dönmüştür. Çalışmalarını sürdürmek için köşke bir kilometrelik mesafede iki katlı ahşaptan bir ev yaptırmıştır. Ömrünün sonlarına doğru oğlunun eşi tarafından bakılan Rückert, 1866 yılında hayata gözlerini yummuştur.

    Evrensel Edebiyat Dili Olarak Almanca
    Kutsal Roma İmparatorluğunun yıkılmasıyla birlikte Alman düşünürler, nüfusun ortak bir kültür ve dil çerçevesinde millet hâline gelebilmesi yolunda farklı şekilde çaba sarf etmişlerdir. J. G. Herder tek millet olmak için Alman dilinin önemine vurgu yaparken J. G. Fichte, Alman milletinin Avrupa’daki Cermen asıllı diğer milletlerden daha üstün olduğunu savunmuştur. Ona göre bunun sebebi, sadece Almanların kendi dillerini inkıtaa uğratmadan muhafaza etmiş olmalarıdır. Rückert’in kendisi, erken dönemde yazdığı “Zırhlı Soneler” (Geharnischte Sonette) adlı şiir kitabıyla içlerinde bölünmüş olan Almanları savaşçı bir üslupla millet olmaya davet etmiş ve bu birliği sağlayacak unsurun Alman dili olduğunu vurgulamıştır. Almancayı muhafaza etmenin millet olarak kendilerini muhafaza etmek anlamına geldiğinin altını çizmiştir. Ona göre, savaşta ağır kayıplar verilse de yeniden dirilmeye imkân sağlayacak olan temel şey, Almancadır. Bağımsızlık mücadelesindeki kendine düşen payı kalemiyle yaptığını söyleyen Rückert, kalemini bir silaha ve yazdığı şiirleri bir orduya benzetmiştir. Dostu doktor ve devlet adamı Christian Stockmar’a 1813 yılında şunu yazmıştır: “Kendime çokça diyorum, şiir benim tek eylemim. Eğer şiiri üstümden silkeleyebilseydim – ki bir kadın ve on çocuktan ağır bir şeydir – hemen yarın Prusyalı gönüllü askerler arasında yerimi alabilirdim, fakat bundan bir şey çıkmayacaktır”.

    Almanların tek millet olması ve ulus kurabilmesi için anahtar olarak gördüğü Almanca, Rückert’e göre diğer bir özelliğe sahiptir. Onun nazarında Almanca, gelişmeye ve zenginleşmeye harikulade müsait olup dünyanın evrensel dili olmaya adaydır. Haçlı Seferleri zamanında Almancanın kendisini yabancı kültürün etkisine açtığını ve gelişme kabiliyetini ortaya koyduğunu düşünmektedir. Mitoloji uzmanı Georg Friedrich Creuzer (1771-1858) ve felsefeci Johann Jacob Wagner (1775-1841) gibi çağdaşı düşünürlerin etkisiyle Rückert, çeşitli mitolojik ve filolojik geleneklerin içinde ortak bir yapının mevcudiyetine inanmaktadır. Ona göre tüm dillerin özelliklerine sahip tek bir evrensel dil geliştirmek mümkündür. Doktora tezi kapsamında Almancanın bu tarzda evrensel bir dil olmaya elverişliliğini göstermeye çabalamış, bu bağlamda morfolojik ve fonetik yakınlığına sahip Almanca kelimelerin asli manayı büyük oranda muhafaza ettiğini ispatlamaya çalışmıştır. Rückert’in verdiği kelime örneklerinden biri “hareket etmek” anlamına gelen “(sich) regen” fillidir. Bu kök fiilden, nesneden bir hareket ortaya çıkması itibarıyla “rauchen” (tütmek, duman çıkarmak) fiili, öznenin duyumlama hareketinden ise “riechen” (koklamak) fiilinin türediğini ifade etmektedir. Aynı kökten ayrıca “krachen” (gürültü yapmak) ve “sprechen” (konuşmak) kelimelerinin meydana geldiğini söylemektedir. Bu tarz morfolojik ve fonetik bağlantılar, Rückert için dildeki farklı kelimelerin öz anlamlarının birlikteliğine ve dilin özündeki birliğe işaret etmektedir. Kelimelerin seci ve kafiyeler yoluyla harmoniler oluşturmasında ona göre tesadüfe mahal yoktur. Her uygunluk ve benzerlik, ister semantik, ister morfolojik veya fonetik olsun, dile ve dolayısıyla dünyaya dair bir şey ifade etmekte, belli bir bilgi vermektedir. Almancayı insanlığın evrensel dili hâline getirmek için öngördüğü yol, özellikle tercümeler ve edebî aktarımlardır. Bu yüzden mümkün olduğu kadar, yüksek edebiyata sahip olan her dilin edebî birikimini Almancaya katmak ve bu sayede Almancanın dünya edebiyatını kuşatan bir dil olabilmesi için gayret sarf etmiştir. Dünya edebiyatını Almancaya kazandırmak adına yaptığı tercümeler arasında Farsçadan Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Gülistân ile Bostân’ı, Firdevsî’nin Şâhnâme’si, Arapçadan Kur’ân-ı Kerîm, Harîrî’nin Maḳāmât’ı, İmruülkays’ın muallakası ile divanı, Ebû Temmâm’ın el-Ḥamâse’si ve Sanskritçeden en önemli Hint destanı Mahābhārata’da geçen Nala ve Damayanti’nin hikâyesi yer almaktadır.
    Türkçeye dair görüşlerine nadir rastlanan Rückert’in 1828’de P. Amédée Jaubert’in Éléments de la grammaire turke adlı Türkçe gramer kitabına yazdığı değerlendirmede birtakım fikirlerine şahit olmaktayız. Türkçenin sahip olduğu kelimelerin, köklerini yok edici nitelikte olduğunu ve bu sebeple etimolojik çalışmalar için pek elverişli olmadığını söyledikten sonra, yine de kendi ifadesiyle “felsefi gramer” için öğrenilmesini tavsiye etmektedir. Türkçenin kendine has cümle yapısı ve ifade tarzı hakkında şöyle der: “[…] temelden ön edatların, hatta bağlaçların bulunmaması, ve bunların yerini son-edatların veya hâl ekleriyle kiplerin alması [şaşırtıcıdır]. Bir dil ki kendisi ve, veya, eğer veya ki [dass] gibi bizim için vazgeçilmez soyutlamalara sahip olmayıp bu tip şeylere, kocaman cümleler kurabilmesiyle birlikte, sapasağlam özyapısında ihtiyaç duymuyor. Ancak bunların tümünü, Arapça ve Farsçadan ödünç bir lüks gibi yanında bulundurarak özüne dokunmayacak bir donatı şeklinde sahip olan ve bunları uygun şekilde kullanmasını bilen bir dil. Böyle bir dil, sadece bu hususiyetleri için dahi – ki ayrıca eşsiz kurallılığından doğan kolaylığı göz önünde bulundurulduğunda – ayrıca öğrenilmeye değerdir.”

    Filoloji İle Şiir Arasında – Arafta Bir Yaşam
    Rückert, gerek özel hayatında gerek kamusal hayatında birbirine zıt birtakım özellikleri bir arada tutma eğilimi göstermiştir. Aynı şekilde çalışmalarında da iki kimlik arasında kalmış, onları uzlaştırmayı amaçlamıştır:

    Zavallı ben, tek şahsiyette filolog ve şair,
    Tercümeden daha iyisi gelmez elimden…
    Filolojik hatayı, şiirsel serbesti hatırına affedersin.
    Şiirsel borcu filolojiye hediye edersin.

    Harîrî tercümesinin girişinde yazdığı bu dizeler – ki Rückert’e göre özünde tercüme edilemeyip ancak tekrardan inşa edilebilecek bir edebî eserdir – filoloji ve şiir arasında bir köprü kurma bilinci taşıdığını göstermektedir. Bu çabasının her iki cenahtan çeşitli eleştirilere maruz kalacağını bilmektedir. Hem filoloji hem de şiir konusunda özel kabiliyeti olması, onun her iki alanda layıkıyla kabul ve ilgi görmemesine yol açmıştır. Bu iki kimliği uzlaştırma çabası sebebiyle olsa gerek, tercüme ettiği eserlerin neredeyse hiçbirini aslına sadık kalarak aktarmamıştır. Örneğin Gustav Flügel’in 1834’te neşrettiği mushafı temel alarak tercüme ettiği Kur’an, gerçekte Rückert’in yorumu bir Kur’an’dır. Tercüme surelerin tamamını kapsamamaktadır. Kendisinin ifadesine göre “bağlamı bozan ve gereksiz” olduğunu düşündüğü şeyleri, sıkıcı gördüğü için aile ile miras hukukuna dair ayetleri tercüme etmemiştir. Diğer tercümelerinde de serbest davranmış ve farklı şekilde tasarrufta bulunmuştur. Bu müdahaleler keyfî olmaktan çok Rückert’in edebî olarak gerekli gördüğü şeylerdir. Nitekim bu sayede içeriğinden çok kaynak metnin edebî formunu muhafaza edebilmiş ve lezzetini eşsiz biçimde aktarabilmeyi başarmıştır.

    Rückert, tercümelerindeki ruha benzer şekilde derslerinde dil taliminden çok dili tattırmak ve hissettirmek üzerine odaklanmıştır. Berlin’de 1844 yılında verdiği Farsça ve sonraki yılki klasik Arap edebiyatına dair dersine katılan Paul de Lagarde, Rückert’in dili çocuğa öğretir gibi, kurallar sunarak değil, yaşayıp yaşatarak öğrettiğini söyler. Lagarde dışında Rückert’in Farsça dersine katılan Max Müller, Friedrich Dieterici ve Richard Gosche gibi isimler alanında yetkin şarkiyatçılar olmuştur. Dersine katılan öğrenciler Rückert’in nevi şahsına münhasır ders tarzını methetmişlerse de, Erlangen dönemi dâhil derslerine katılım her zaman düşük olmuştur. Bu sebeple dersleri kendi odasında yapmıştır.

    Kişisel Hayatı
    Rückert bir taraftan meşhur olduğu vakitlere babasının yetişememiş olmasından dolayı hayıflanmıştır. Diğer taraftan babasının zayıf otoritesi sebebiyle kendinde bazı eksikliklerin ve zaafların olduğunu belirtmektedir. Babası onun duygu ve düşünce dünyasına nüfuz edememekle birlikte onun araftaki yaşamına gerçek bir engel çıkarmadığı için, ona minnettardır:

    Kabirdeyken ona teşekkür etmeliyim,
    Ki şiirimi
    Hiçbir zaman anlamadı, yine de hiçbir zaman engeller
    koymadı onu yasaklamak için.

    Rückert, çocuk eğitiminde becerikli olmadığını söyler; ancak hassas ve düşünceli bir babadır. Çocuğunu cezalandıran babanın iki tane acı çektiğinden bahseder: biri, onları cezaya layık gördüğünde, daha büyüğü ise onların acı çekmesine şahit olduğunda. Başka bir yerde şunu demiştir: “Çocuklarından, onların senden öğrendiğinden daha fazlasını öğrenirsin. Onlar senden mazide kalmış bir dünyayı öğrenirler. Sen onlardan, oluşmakta olan bir dünyayı öğrenirsin”. Kendisiyle en çok sıkıntı çektiği çocuğunun (Marie Rückert) kendisine en çok benzeyen çocuğu olduğunu itiraf eder. Eşine karşı ömür boyu derin bir sevgi beslemiştir. Nitekim eşi ona sadık bir yol arkadaşı ve çocuklarına vefakâr bir anne olmaktan öte Rückert’in çalışmaları için gerekli altyapıyı sağlayıp ona destek olmuştur. Ev işi ve çocuk eğitimi yanında Rückert’in yayın evleriyle anlaşmalarını dahi yeri geldiğinde o yapmıştır. On çocuk sahibi olan Rückert, 1833/34 yıllarında iki evladını kaybetmiştir. Acısını dindirmek için 500’e yakın şiir içeren “Çocuk Ölümü Ağıtları” (Kindertodtenlieder) kitabını yazmıştır.

    Rückert tören ve resmî ortamlardan fazla haz almamaktadır. Bir keresinde ona ödül olarak verilen gümüş bir kupanın işe yaramazlığını dile getiren ufak bir şiir yazmıştır. Berlin’de katıldığı resmî bir yemekte Prusya kralı, Rückert’in yemek yiyişi ve kıyafetinden hareketle şair hakkında “köylü” ifadesini kullanmıştır. Eski alışkanlıklarını değiştirmeme konusunda ısrarlı biri olmuştur. Berlin’de umuma açık yaptığı ilk konuşmayı ön sıraların ötesine ulaşmayacak kadar düşük bir sesle okuyarak yapmıştır. Durumu ona ileten bir hayranına, o yaştan sonra bu alışkanlığını değiştirmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak söylemiştir. Bir yandan yaptığı çalışmaların hak ettiği derecede ilgi görmediği düşüncesiyle kendinden şüphe etmiş, diğer taraftan yüksek bir özgüvenle ortaya koyduğu eserlerin kalitesini savunmuştur. Hayatının birçok aşamasında bilinçli olarak birtakım sorumluluklardan ve ortamlardan kendine has bir tarzda bahaneler sunup sıyrılmayı başarmıştır. Genel olarak olayları uzak mesafeden takip etmeyi ve okuyucu kitlesine uzak kalmayı tercih etmiş olsa da ahir ömrüne kadar onunla fikir alışverişinde bulunan ilim adamları ve dostları olmuştur.

    Toplamda 44 dil öğrenmiş olan Rückert, yaşadığı her günü şiir hâline getirme gayretinde olmuştur. Bunun neticesinde, arkasında çok yüklü miktarda notlar, mektuplar ve taslak çalışmaları bırakmıştır. Döneminde geniş halk kitlelerine İslam kültür ve edebiyatını nazım hâlinde tanıtmakta büyük rol oynamıştır. Mahābhārata’dan yaptığı tercüme, Doğu’yla ilgili 19. yüzyılın en çok okunan kitaplarından biridir. En önemlisi, çevirdiği eserlerin zevkini ve hissiyatını Almancaya taşımayı becerebilmiştir. Sadece anlamı değil, anlamı muhafaza eden biçimi de aktarabilmiştir. Şahsında şair, ilim adamı, tercüman, milliyetçi ve yazar gibi farklı kimlikleri birleştirmesi, Rückert’in de Suzanne L. Marchand’ın ifadesiyle çağdaşları gibi romantizm ile tarihselcilik, ve siyasi emeller ile estetik kaygılar arasında kaldığını göstermektedir. Rückert’in peşinde olduğu Doğu, şiir ve edebiyata konu olduğu kadarıdır; kendisi bizzat Doğu’ya yolculuk edememiştir. Zıt özelliklere sahip kişiliği ve çok yönlü çalışmaları, onun belli bir kategori altında değerlendirilmesini mümkün kılmamaktadır. Klasik bir oryantalist olmadığı gibi salt bir romantik şair de değildir. Alman dilinin üstünlüğüne inanması ve milliyetçi olmasına rağmen klasik oryantalizme yöneltilebilecek sömürgeciliğe altyapı hazırlama ithamından oldukça uzaktır.

    *Doktora öğrencisi, Berlin Freie Üniversitesi.

    Yararlanılan Kaynaklar
    Der Weltpoet. Friedrich Rückert 1788-1866: Dichter, Orientalist, Zeitkritiker, ed. Rudolf Kreutner, Göttingen: Wallstein Verlag, 2016.
    Annemarie Schimmel (Hg. Rudolf Kreutner), Friedrich Rückert. Lebensbild und Einführung in sein Werk, Göttingen: Wallstein Verlag, 2015.
    Sine Demirkıvıran, Friedrich Rückerts Texte im Spannungsfeld von Philologie, Übersetzung und Dichtung (Am Beispiel der Koranübersetzung, der Übertragung der Ghaselen Rumis und der Gedichtsammlung Östeliche Rosen), Berlin: Logos, 2020.
    Suzanne L. Marchann, German Orientalism in the Age of Empire. Religion, Race, and Scholarship, New York: CUP, 2009.