SADIK EL-MÜEYYED PAŞA VE AFRİKA İZLENİMLERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: İdris Bostan*

    II. Abdülhamid devri (1876-1909), müstemlekeci Avrupa devletlerinin Amerika kıtasından sonra artık gözlerini yaşlı Afrika kıtasına çevirdikleri ve etkin bir şekilde kıtanın maddi imkânlarını ele geçirme projeleri yaptıkları bir döneme tesadüf etmektedir. Bu devirde İngiltere, Fransa, İtalya ve Belçika’nın kendi güçleri nispetinde veya kendi aralarında yaptıkları ittifaklar oranında hisse kapmaya ve bu imkânlardan yararlanmaya çalıştıkları görülmektedir. Aslında Avrupa devletlerinin daha 15. yüzyılın sonlarından itibaren coğrafi keşifler adıyla başlattıkları ilk sömürgeleştirme faaliyetleri ile başta Portekiz olmak üzere sonraki yüzyıllarda Hollanda ve İngiltere’nin de bu kafileye katılmasıyla eski baharat ticaret yollarına yöneldikleri bilinmektedir. Avrupalı devletler bu süreçte, Batı ve Güney Afrika kıyılarını ilk andan itibaren ele geçirdikleri değerli madenleri ve esir ederek köleleştirdikleri insanlarıyla ülkelerinde ve Amerika’daki müstemlekelerinde plantasyonlarda kullanmaya başladılar. Hindistan ve Uzak Doğu’ya ulaştıklarında ise Doğu’nun mümbit ve gizemli topraklarına yerleşerek ticareti ellerine geçirme mücadelesine başladılar. Bir ülkenin bıraktığı yerden diğeri başlıyor ve bu durum yüzlerce yıl sürerek fiilen 20. yüzyılın ortalarına kadar devam ediyordu.

    Uzak Doğu ve Hint dünyasının sömürülmek için yetersiz kaldığını gördüklerinde ise kendilerine daha önce sahillerine girdikleri Afrika kıtasının içlerine doğru ilerlemeye ve yeni sömürge alanları oluşturmaya başladılar. Afrika kıtasının Kongo havzasını ve çevresini paylaşmak üzere Berlin’de toplanan konferansın da amacı buydu. “Nasıl paylaşılmalı?” görüşmeleri yapıldı. Afrika’da Müslümanların temsilcisi olarak ve toprakları bulunması hasebiyle Osmanlı İmparatorluğu da bu konferansta hazır bulunmuştu. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve benzeri devletlerin 1885’te aldıkları karara göre daha önce sözüm ona keşifler yapılarak sahiplenmeye çalışılan Afrika toprakları, fiilen işgal etme prensibine bağlanmış oldu. Avrupalı devletlerin bu yayılması aslında çok önceden başladığı için bununla da bitmedi ve Kuzey-Güney ile Doğu-Batı Afrika’nın gerekli görülen bütün coğrafyasına yayıldı. Sadece bölgelere göre bölüşenler değişiyordu ve aralarında ihtilaf çıktıkça da bunları çözüme bağlamak için bazen gizli bazen açıktan ikili antlaşmalar yapıyorlardı. Üstelik Afrika’nın ilk hedef edinilen coğrafyaları vaktiyle Müslümanların yaşadığı, ileri seviyede medeniyet kurdukları bölgelerden oluşuyordu. Eğer Osmanlılar 16. yüzyılın başlarından itibaren Kuzey Afrika’daki bölgelere ulaşmamış olsaydı başta Cezayir olmak üzere Tunus ve Libya da aynı sömürgeleştirilme sürecine dört yüz yıl önce maruz kalacaktı. Osmanlıları Orta ve Batı Akdeniz bölgelerine getiren sebep ise İspanya’nın baskısı altında sadece hürriyetlerini değil, inanç ve kimliklerini kaybetme tehdidine maruz kalan Endülüs Müslümanlarıydı. Onlara yardım edebilmek, hiç olmazsa Kuzey Afrika’daki Müslüman topraklarına taşıyabilmek için bölgede donanmalarıyla ve ordularıyla gelerek varlık gösterdiler.

    Şimdiye kadar Avrupa devletlerinin başta Amerika, Afrika ve Avustralya kıtaları olmak üzere Uzak Doğu coğrafyasını da içine alarak yüzyıllar süren sömürgeleştirme politikaları ve uygulamaları hakkında büyük bir kütüphane oluşturacak kadar yayın bulunmaktadır. Sonuçta sömüren ve sömürülen ülkelerin insanları bakımından şartlar hâlâ aynı durumdadır ve Afrika’nın çoğu kesiminde insani bir çözüm geliştirilmemiştir.

    II. Abdülhamid ve Afrika Politikaları
    19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde gözlerini Afrika’ya çeviren Avrupa devletleri yeni planlarla bu yaşlı kıtanın insanlarını ve imkânlarını hedeflerine yerleştirdi. Bu durum karşısında Osmanlılar fiilî olarak tedbir almak ve işgale uğrayan imparatorluğun uzak topraklarına asker göndermek imkânından mahrum bulunuyordu. Dönemin ünlü padişahı II. Abdülhamid, bölgedeki mahallî güç dengelerini dikkatli bir şekilde takip etmeye ve onlarla ilişkiler kurmaya başladı.

    II. Abdülhamid’in dünya siyaseti temelde en güçlü İslam devletinin yöneticisi bir Halife olarak tüm Müslümanların hamisi sıfatıyla yeryüzünde Müslümanların yaşadığı her coğrafya ile yakından ilgilenmek ve güçlü ilişkilere dayanan politikalar geliştirmeye dayanıyordu. Bu politika babası Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde hayata geçirilmeye başlamıştı. II. Abdülhamid, öncelikle Orta ve Güney Afrika olmak üzere Latin Amerika, Hindistan, Güneydoğu Asya, Çin ve Japonya gibi pek çok bölgeye misyonun özelliğine uygun isimlerden seçtiği görevliler gönderiyordu. Bu sayede ilgili bölgedeki Müslümanlar hakkında bilgi sahibi oluyor, Halife olarak kendi varlığını onlara duyuruyor ve bölgedeki idarecilerle ortak politikalar geliştirerek Avrupa sömürgeciliğine karşı bir direnç oluşumunu sağlamaya çalışıyordu.

    Azmzâde Sadık el-Müeyyed Paşa ve İki Afrika Seyahati
    Avrupa devletlerinin yayılmacılığına karşı II. Abdülhamid’in Kuzey ve Doğu Afrika’da bölgenin önemli temsilcileri ve yöneticileriyle iş birliği ve ittifaklar yapması ve bölge halkıyla diyalog kurması saltanatının ilk zamanlarına kadar gitmektedir. Bu maksatla gönderdiği temsilcileri arasında Şam eşrafından meşhur Azmzâde ailesine mensup olan yaveri Azmzâde Sadık el-Müeyyed önemli bir yer tutmaktadır. Sadık el-Müeyyed iki kere Kuzey Afrika’nın iç bölgelerinde, kuruluşundan sonra kısa zaman içinde ünü bütün İslam Dünyasına yayılan ve devrinin en önemli İslami hareketlerinden biri hâline gelen Senûsiliğin o zamanki temsilcisi Şeyh Muhammed el-Mehdi’ye, bir defa da Batılı devletlerin kendi etkileri altına almaya uğraştıkları Habeş imparatoru II. Menelik’e gönderildi.

    Sadık el Müeyyed, seyahat ettiği bu bölgeler ve görüştüğü önemli insanlarla ilgili görüşlerini döndükten sonra raporlar hâlinde yazarak II. Abdülhamid’e sundu. Daha sonra da bu raporlarını seyahatname olarak gazetelerde yayınladığı gibi aynı zamanda kitaplaştırdı. Bunlardan biri Afrika Sahrâ-yı Kebîri’nde Seyahat ve Şeyh Senûsi ile Mülakat, diğeri Habeş Seyahatnamesi idi. Bu eserler, dönemin uluslararası şartları ve Afrika’ya yönelik yoğun Avrupa sömürgecilik baskısı karşısında kendi dindaşları olan Osmanlı İmparatorluğu’nun seçkin bir bürokratının, padişah yaverinin Afrika’ya ve Afrika insanına bakışını ortaya koyan önemli metinler oldu.

    Sadık el-Müeyyed, Konya’dan Şam’a giderek burada pek çok devlet ve ilim adamı yetiştirmiş Azmzâdeler ailesine mensuptu. 1858’de Şam’da doğmuş, eğitilmek üzere İstanbul’a götürülmüş, nihayet 1883’te Harbiye Mektebi’nden mezun olmuştu. Bir süre Beşinci Orduda görev yaptıktan sonra II. Abdülhamid’in yaverleri arasına katıldı ve 1884-1908 arasında bu görevde kaldı. Afrika’nın yanı sıra Almanya, Kudüs, Suriye gibi bölgelere görevli olarak gönderildi. Ayrıca Hicaz Telgraf Hattı Müdürlüğü’nde bulundu. Arapça, Fransızca ve Almanca biliyordu. Görevlerindeki başarıları sebebiyle kendisine çeşitli nişan ve madalyalar verildi. Ancak Abdülhamid’in başyaverlerinden olduğu için İttihad-Terakki döneminde gözden düşen Sadık el-Müeyyed Paşa 1911’de İstanbul’da vefat etti.

    Afrika’da Senûsi Merkezine Seyahati
    Sadık el-Müeyyed, II. Abdülhamid’in hediyelerini dönemin önemli İslami hareketlerinden olan Senûsilerin lideri Şeyh Muhammed Mehdi es-Senûsi’ye götürmek üzere önce 1887’de Bingazi’ye bağlı Cağbub zaviyesine, ikinci seyahati ise 1895’te o sırada İstanbul’da bulunan Senûsi elçisi Abdülaziz Efendi ile birlikte iade-i ziyaret amacıyla Kufra’ya yaptı. Kufra, Bingazi sancağına bağlı, Senûsilerin merkeziydi. Sadık el-Müeyyed, Şeyh Muhammed Mehdi’yi ziyaret edip bir müddet misafir olarak Senûsi zaviyesinde kaldı ve padişaha götürmek üzere kendisine verilen hediyelerle İstanbul’a döndü. Dönüşte II. Abdülhamid’e sunduğu raporlarda Senûsi şeyhinin Padişaha bağlılığını bildirdiğini ve yol boyunca bölge halkının padişaha hayır dualar ettiğini belirtiyordu. O sıralarda Afrika’da kurtuluş hareketleri organize eden ve İslami bir diriliş amacıyla teşkilatlanan ve sömürgeci devletlere karşı savaşan Mehdi unvanı taşıyan üç lider olduğu dikkat çekmektedir. Biri Senûsi lideri Muhammed Mehdi (ö. 1902) Fransızlara, ikincisi Sudan mehdisi Muhammed Ahmed el-Mehdi (ö. 1885) İngilizlere, üçüncüsü Somali Mehdisi olarak bilinen Seyyid Muhammed b. Abdullah el-Mehdi (ö. 1920) İngiliz ve İtalyanlara karşı savaştılar.

    Sadık el-Müeyyed, 2 Ekim 1895’te İstanbul’dan başlayan ve iki aydan fazla süren Kufra’ya seyahatinde yaşadıklarını bütün tafsilatıyla Afrika Sahra-yı Kebîrinde Seyahat adlı eserinde anlatmıştır. Bu kitapta Muhammed Mehdî’nin Cağbub’da bulunduğu sırada gerçekleşen 1887’deki birinci ziyaretinden de bahsetmektedir. Eserde Bilâd-ı Sudan bölgesinden Vaday, Bornu, Sokoto ve benzeri yerler hakkında da bilgiler verdiği gibi o sırada Bagirmi ve Bornu’nun hâkimiyetini elinde tutan Râbih’i ve mücadelesini de anlatmaktadır. Seyahatname önce yazma olarak, sonra matbu hâliyle de padişaha takdim edilmiştir. Bugünkü Türkçe ile de yayınlanmıştır. Yazıldığı zamanda ve günümüzde Arapçada yapılmış iki tercümesi bulunmaktadır.

    Sadık el-Müeyyed’in Gözünden Büyük Sahra’da Toplum, Eğitim ve Hayat:
    Senûsilerin Osmanlılara Bağlılığı ve Avrupalılara Karşı Tavrı

    Sadık el-Müeyyed bu gezisi sırasında iki şeye dikkat etmiştir. Biri, Senûsilerin nasıl bir anlayışa sahip oldukları, özellikleri, davaları, Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları ve diğeri bölgede yaşayan halkın hayat tarzları ve dünyayı anlama şekilleridir. Onun için bu seyahati sırasında Senûsiler kadar Büyük Sahra’da yaşayan bedevilerin yaşamlarını gözlemleme ve onlarla iletişim kurma fırsatı bulmuştu. Burada yaşayan halkla iyi ilişkiler kurmasında kendisinin de Arap kökenli olmasının katkısı muhtemeldir ve bu görev için doğru bir seçim olduğu anlaşılmaktadır.

    Senûsi Şeyhi Mehdi’yi Kufra’da ziyaret ettiğinde o zamana kadar bu bölgeye hiçbir Osmanlı devlet memurunun gitmediğini, halkın daha önce hiç Osmanlı sancağı görmediğini ve yanında götürdüğü iki sancağın devamlı surette dalgalanmasından büyük sevinç duyduklarını anlatır. Halifenin temsilcisi olarak bulunduğu bu uzak coğrafyada göçebe topluluklarla karşılaştığında kimseye karşı bir yöneten ve yönetilen ayrımı yapmadığından bahsetmektedir. Halkla beraber yemek yemiş, birlikte ibadet etmiş, onlara asla küçümseyerek yaklaşmamıştır. Bu sebeple “Bedevi” diyerek kimseyi vahşi gösterme amacında olmadığını ve onların “güzel ahlaka malik ve zarif” kimseler olduklarını özellikle belirtir. Sadece Sahra’da yaşanan hayatı zor ve kendi alışkın olduğundan çok farklı bulduğunu yazmak ihtiyacı duymuştur. Buna karşılık bedevilerin medeni bir yaşam tarzından mahrum, yoksulluk ve imkânsızlıklar içinde yaşamalarına ve eğitimsiz olmalarına rağmen sahip oldukları insani değerleri önemsemiş, onları öne çıkartarak cesaret, cömertlik, saygı gibi özelliklerini, asalet ve zarafetlerini takdir etmeye özen göstermiştir.

    Diğer yandan buradaki Müslümanların dinî ve siyasi bütünlüğünün sağlanmasında Senûsi hareketinin önemini takdir etmiştir. Ona göre Senûsiler, bedevileri İslam’dan uzaklaştırmaya çalışan Avrupalıların tuzaklarından korumaktadır. Maddi ve manevi bakımdan cehaletten kurtulmaları için onları daha fazla İslam’a teşvik etmektedir. Sadık el-Müeyyed, daha önce çölde yaşayan bedevilerin Müslüman oldukları hâlde dinî bilgi ve ibadetlerden yoksun olduklarını, İslam’ın pratik hayatını pek bilmediklerini, Senûsilerin eğitimi sayesinde dindarlaştıklarını tespit etmiştir.

    Ceziretü’l-arab/Arap yarımadası ve Afrika’da yaşayan Müslümanları Avrupalıların tuzaklarından korumak konusunda Senûsilerin gayretlerinden de bahseder. Avrupalılar bu coğrafyadaki Müslüman ahaliyi cezbetmek ve kendilerine meyletmelerini sağlamak için medeni bir görüntü sergilediklerini, özellikle zayıf akideli kimseleri kandırmak için tuzak kurduklarını belirtmektedir. Senûsi şeyhinin maksadı ise kabileleri cehalet ve gafletten kurtararak maddi ve manevi menfaatlerini sağlayacak bir “tarik-i temeddün” yani medeniyet yoluna yöneltmekti. Nitekim Senûsiyye hareketinin kurucusu olan babası Seyyid Muhammed Senûsi’nin (ö. 1859) daha önce Hicaz bölgesinde kurduğu zaviyelerle müritlerini artırdıktan sonra Afrika’ya geçmesi bölge üzerinde siyasi emelleri olan Avrupalıların dikkatini çekiyordu. Çünkü Seyyid Muhammed Senûsî’nin, Hicaz’da iken Cezayirli hacılar ve Fransız işgalinden kurtulup gelen Afrikalılar üzerinde nüfuzu hızla artıyordu. Bu sebeple rahat hareket edebilmek için 1840’ta Mekke’den ayrılarak Kahire’ye gitmişti. Fransızlar, 1830’da Cezayir’i işgal ettiği için bölge üzerinde en güvenilir olan topluluk Senûsi hareketi idi.

    Sadık el-Müeyyedin tespitine göre Senûsilerin Osmanlı Devleti’ne bağlılık ve sevgileri en yüksek seviyede idi. Kendilerini ziyarete gelen bedevilere nasihat ederek “Emirü’l-mü’minîn” ve onun “devlet-i aliyyesine” sevgi ve itaat göstermenin şeri ve akli bir gereklilik olduğunu anlatıyorlardı. Diğer taraftan Senûsiler, Afrika’da nüfuz alanlarını genişletmeye çalışan Avrupalılardan özellikle uzak duruyorlardı. Hatta Şeyh Senûsi yanına hiçbir yabancı gidemiyor, Fransız ve İtalyanların konsolosları aracılığıyla sunmak istedikleri hediyeler Şeyh tarafından reddediliyordu. Sadık el-Müeyyed bazı Avrupalıların kitaplarında Senûsilik ve mensupları hakkında garaz ve iftira içeren, hiçbir şekilde gerçeği yansıtmayan suçlamalarda bulunduklarını belirtmektedir.

    Bedevilerin Çöl Hayatı
    Senûsiler etraflarındaki insanları dinî ve ahlaki manada eğittikleri gibi ekonomik bakımdan gelişmelerine de katkıda bulunuyordu. Senûsi zaviyeleri çölde tarım ve ticaret yapmakla ilgili imkânlar hazırlayarak Bedevilerin kendi kendilerine yetecek şekilde maişetlerini temin etmelerini sağlamaktaydı. Sadık el-Müeyyed çölde yarı vahşi bir hayat yaşayan bu halka tarım tekniklerini ve yeni ticaret yolları oluşturmayı öğreten Senûsilerin medenileştirme çabalarını takdir etmekte ve onları “çöl medeniyetçileri” olarak tanıtmaktadır.

    Sadık el-Müeyyed, Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat adlı eserinde çöl şartlarında bedevilerin yaşam tarzlarına dikkat etmiş, kendisine ilginç gelen yaşadığı bazı olayları da aktarmıştır. Mesela, ani bir kum fırtınasında bedevilerin nasıl davrandıklarını görmüş, hemen ihramlarıyla yüzlerini sarmalarını ve yere yatmalarını şaşırarak izlemiştir. Kendisinin ise çok zor anlar yaşadığını söylemektedir. Bedeviler saat kullanmadıkları için zaman anlayışlarının oldukça farklı olduğunu yaşayarak anlamıştır. Sadık el-Müeyyed için çok uzun olduğunu düşündüğü bir sürenin onlar için ne kadar kısa olduğunu fark etmiştir. Çölde seyahat ederken uzak mesafelerden bahsedildiği hâlde, çok yakın olduğunu söylemeleri bir başka örnektir.

    Çölde haberleşme iki kişi veya kafilenin karşılaşması hâlinde bir süre sohbet etmeleriyle sınırlıdır. Bu sırada birbirlerine kendileri, geldikleri ve gidecekleri yer, gördükleri ve duydukları yeni haberler hakkında ayrıntılı bilgiler veriyorlardı. Çölde sıkça uzak mesafeler kat edilmesi ihtiyacı oluştuğundan bedevilerin yürüme ve koşma yetenekleri de çokça gelişmiştir. Çok uzak noktalara bakmaya alışkın olduklarından keskin bir görme kabiliyetine sahiptirler. Kum üzerinde çok iyi iz sürdükleri için kumda yürüyen kişinin kimliğini hemen tespit edebilirler. Bu sebeple bölgede hırsızlık olayları çok nadir görülür.

    Bu bölgede Hristiyan ahali az olduğundan her yerde papaz bulunmuyor, düğün ve cenaze törenleri için yakın merkezlerden papaz çağrılıyordu. Bedeviler para harcama konusunda oldukça eli sıkıdır ve misafirleri olan Sadık el-Müeyyed’i de bu konuda korumaya çalışırlar. Bedevilerde ailenin anne, çocuklar ve köleler dâhil olmak üzere tüm üyelerinin elbiselerini dikme görevi evin reisi olan erkeklere aittir. İlkel kıyafetler giyiyor olmaları sayesinde “terziler” bu işi yaparken fazla zorlanmazlar.

    Sadık el-Müeyyed toprağın oldukça verimli olduğu bölgelerden bahseder. Akarsular olmadığı için yağış olmayan senelerde kıtlık yaşanmaktadır. Çöllerde kuyular açıldığı takdirde bu bölgede çok çeşitli tarım ürünlerinin yetişebileceğini belirtmektedir. İçme suyu ihtiyacı için ise var olan kuyu sularının kalitesinin düşük olduğunu kaydetmiştir: “Şehirlerde bu suyu içmek değil hayvanlarımıza bile içirmeyeceğimiz gibi onunla bulaşık yıkamaya da tenezzül etmeyiz.” demektedir. Yemek konusunda da ilgisini çeken hususlar vardır. Bedeviler eti çok az pişirerek neredeyse çiğ olarak yemektedir.

    Sadık el-Müeyyed’in Habeşistan/Etiyopya İzlenimleri
    Sadık el-Müeyyed’in II. Abdülhamid adına ikinci önemli elçilik görevi, Habeşistan’a oldu. Habeş hükümdarı II. Menelik’in diplomatik ilişkiler kurmak üzere İstanbul’a gönderdiği elçisine karşılık olarak Adisababa’ya gitti. 27 Nisan-28 Temmuz 1904 tarihleri arasında gerçekleşen bu seyahati sırasında gördüklerini daha sonra kaleme aldığı Habeş Seyahatnâmesi adlı eserinde anlattı. İlk defa İstanbul’da basılan eser, Rıhletü’l-Habeşe adıyla da Kahire’de Arapça yayınlandı.

    Sadık el-Müeyyed’in İstanbul’dan bindiği gemi, Marsilya’ya uğradıktan sonra Süveyş Kanalı üzerinden Cibuti’ye vardı. Burada Müslüman yerel halkın yoğun ilgisi ve sevgisiyle karşılaştı. Kaldığı otelin önünde toplanan halk “taraf-ı eşref-i hazret-i hilâfet-penahîden gönderilen heyeti” mümkün olduğu kadar çok görmek istiyordu. Somali topraklarından geçerek Harar’a kadar yoluna trenle devam eden ve yolculuğu sırasında konakladığı her yerde bir bayram havası içinde ilgiyle karşılanan Sadık el-Müeyyed, kendi şahsında Peygamber’in halifesi kabul ettikleri Osmanlı padişahına sevgi ve bağlılık gösterdiklerini yazmaktadır. Nihayet trenle ulaştıkları son nokta olan Derridava’da kaldığı otelin önünde Osmanlı heyetini Somalililerin büyük katılımlı harp oyunları gösterisiyle resmî bir tören yaparak karşılaması dikkat çeker. Hatta oradaki Avrupalılar bile ilk defa böyle bir cümbüş ve karşılama töreni gördüklerini Sadık el-Müeyyed’e söyler. Harar’da mahallî yönetimin organize ettiği vali, müftü ve imamların da katıldığı Müslüman ahalinin toplandığı çok büyük bir karşılama ve hoş geldin töreni düzenlenir. Bu törenlerin en görkemlisi ise İmparator II. Menelik’in bulunduğu Adisababa’ya ulaştığında gerçekleşir. Halk bu Türk paşasını görebilmek ve onunla konuşabilmek için âdeta birbiriyle yarışıyordu. Adisababa’nın Müslüman cemaati burada kendilerine bir cami yapılması yönündeki isteklerini dile getirdi. Yerli Müslümanların haricinde burada ikamet eden Arap ve Hintli Müslümanlar da bulunuyordu. Sadık el-Müeyyed Adisababa’da diğer devletlerin elçileriyle de görüşmeler yaptı.

    Sadık el-Müeyyed, burada sohbet ettiği halkın modern teknolojik aletlere mesafeyle yaklaşmasına dikkat etmiştir. Cibuti’den bindiği trenle giderken durdukları yerlerde bedevilerle yaptığı sohbetlerde treni ürkütücü, tehlikeli ve zararlı bulduklarını, çok amaçlı kullanabildikleri develeri ulaşım için trene tercih ettiklerini şaşkınlıkla öğrenir. Ayrıca çocukların fotoğrafını çekmek istediğinde ailelerinin onların ölmesinden korktuklarını görmüş ve vazgeçmiştir. Misafir kaldığı Ciddeli bir tüccarın evinde çalıştırılan gramofon aletini ilk defa gören yerli halkın şaşkınlık içinde kaldıklarını, içinde insan olduğunu veya Avrupalıların bu makinenin içine bir şeytan kapattıklarını düşündüklerini görmüştür.

    Buna karşılık yerli halkın hayvanlarına çok özen gösterdiklerini, yük taşıyan hayvanlar uzak bir yoldan geldiklerinde onları dinlendirmeden ve bolca otlatmadan tekrar yola çıkarmadıklarını, koyun-keçi gibi hayvanlar küçük oldukları için sütlerinin yavrularına ait olduğunu, o yüzden sütünden yararlanmayı ayıpladıklarını anlatır.

    Bu bölgedeki halkın da diğer bedevi kavimler gibi gururlarına çok düşkün olduğunu, Avrupalıların daha ileri ve büyük sanayi eserlerine sahip olduklarını görmelerine rağmen onların üstünlük taslamasına hoş bakmadıklarını, kendi gurur ve tavırlarını koruduklarını belirtmiştir.

    Avrupalılar ve Afrika
    Aslında Habeşistan’ın Müslüman halkı daha 16. yüzyılın başlarında Portekizlilerin bölgeyi işgal etmesine Osmanlıların yardımıyla direnmiş, Yemen’den gönderilen top ve tüfek kullanan Osmanlı askerleri ile birlikte sömürgecileri topraklarından uzaklaştırmıştı. Daha sonra 1554’te Özdemir Paşa komutasında Osmanlı askerleri buraya gelerek Müslümanlara sahip çıkmış, Habeş Eyaletinin kurulması ile birlikte bölgede Osmanlı yönetimi yerleşmişti. Bu sebeple bölgede Osmanlılar döneminden kalma hatıralar, tarihî eserler bulunuyordu.

    Sadık el-Müeyyed, Avrupalıların Afrika’ya özellikle Müslümanların yaşadığı bölgelere girmek için büyük çabalar gösterdiklerini yazar ve Fransızların Senegal sahilinde hâkimiyet kurmak için birkaç yüz seneden beri kan döktükleri ve altın paralar harcadıkları hâlde yine de tamamen başarılı olamadıklarını hatırlatır. Buna karşın Mısır memurlarından olan ve zamanında Sudan’da bulunan Zübeyr Paşa’ya mensup Râbih az bir meblağ sarf ederek Sudan’da büyük başarı elde etmiştir. Bunun sebebi Mısır’ın Halifenin toprakları arasında bulunmasıdır. Bölgenin Müslüman halkının Avrupalıların olanca nüfuz çabalarına rağmen Osmanlı Devleti’yle bağları olan kimselere teveccüh gösterdiğini ve daha az bir çabayla çok daha fazla etki yapılabildiğini tespit etmiştir. Hatta elinde II. Abdülhamid’in dolaşma izni olmayan Avrupalı kâşiflerin Müslüman topraklarına girmesine müsaade edilmediği bütün Avrupalı devletler tarafından biliniyordu.

    Habeş seyahatnamesinde ise Avrupalıların sömürgecilik faaliyetlerini bu bölgede yoğunlaştırdığı kaydedilmektedir. Somali Fransa Somalisi, İngiliz Somalisi ve İtalya Somalisi diye adlandırılacak şekilde paylaşılmıştır. Sömürgecilerin buralarda yapmak istedikleri değişikliklere yerel yönetimin direndiğine dair bilgiler mevcuttur. Bunun bir örneği tarım ürünlerinin iç bölgelerden limanlara ulaştırılması için Fransızlar tarafından yaptırılan demiryollarıyla ilgilidir. Bu proje çerçevesinde tren yolunun ulaştığı Derridava adlı yerleşim yerinin öneminin artacağı düşüncesiyle Fransızlar ve tren şirketi buranın adını Adis Harar olarak değiştirmek istemişse de imparator buna karşı çıkarak beldenin isminin korunmasını sağlamıştı.

    Osmanlı Afrika’sı ve Avrupalıların Afrika üzerindeki emelleri hakkında Osmanlıca pek çok eser kaleme alındığı gibi bölgeye giden veya Mısır, Trablusgarb, Tunus ve Cezayir gibi Osmanlı eyaletlerinde vaktiyle görev yapan ve istilaya uğradıktan sonra da görev mahallerini terk ederken buralar hakkında raporlar ve risaleler yazan devlet ricalinin varlığını dikkate almak ve onlardan Afrika’nın hangi şartlarda ve nasıl acımasızca işgale uğradığını öğrenmek gerekir. Bunlardan Mısır fevkalade komiseri olarak yaklaşık 23 yıl kesintisiz Kahire’de görev yapan ve yüzlerce mektup ve risale yazarak II. Abdülhamid’i Doğu, Orta ve Kuzey Afrika’da meydana gelen gelişmeler bakımından bilgilendiren, başta İngilizler olmak üzere Avrupalı devletlerin faaliyetlerini yakından takip eden 93 Harbi kahramanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın yazdıklarını mutlaka tetkik etmek ve yazılacak Osmanlı Afrika’sı Tarihi için kaynak olarak kullanmak önemli bir sorumluluktur.

    *Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Tarih.

    KAYNAKÇA
    Sâdık el-Müeyyed, Afrika Sahrâ-yı Kebîri’nde Seyahat, İstanbul 2015.
    Sâdık el-Müeyyed, Habeş Seyahatnamesi, haz. M. Baydemir, İstanbul 1999.
    İdris Bostan, “Orta Afrika’da Nüfuz Mücadelesi ve Osmanlı İmparatorluğu (1893-1895)”, Belleten, 210, Ankara 1990, s. 665-697+VIII.
    Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970
    Davut Dursun, “Afrika (Tarih)”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1988, I, 418-426.
    Cengiz Orhonlu, Habeş Eyaleti, İstanbul 1974.