HUY VE KARAKTER BİYOLOJİK Mİ METAFİZİK Mİ? KADİM GELENEKTE MİZAÇ-BEDEN İLİŞKİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ahmet Özdinç

    Sıhhat u Maraz adlı eserinden tıbbi bilgiye hâkim olduğunu bildiğimiz 16. yüzyıl Türk şairlerinden Fuzûlî’nin değişimine işaret ettiği ve genel olarak insan tabiatı, karakteri, ya da huyu olarak ifade edilebilecek mizacın; biyolojik ve kalıtsal etkiyle mi yoksa sonraki deneyimlerden mi oluştuğu veya değiştiği sorusu erken dönemden bugüne filozof ve hekimlerin tartışma konuları arasında yerini korumuştur. Biyolojik tarafı tutanların; bedensel karışımlara (ahlât), biyolojik, fizyolojik ve genetik yapıya dayandırdıkları argümanlarına karşı deneyim tarafında olanlar; insan hayatının temelde benzer doğal yapılar içinde başladığını, sonraki süreçte ise iklimin, coğrafyanın, beslenmenin ve sosyal deneyimlerin asıl şekillendiriciler olarak rol aldıklarını savunmuşlardır. Elbette iki tarafın ortasından geçen ve ikisini harmanlayan görüş daha makul görünse de 2020 Nobel kimya ödülüne layık görülen, birçok hastalığa yakalanmaktan alıkoyacak ve huy/karakter değişimine de imkân tanıyacak şekilde insanın genetik yapısına müdahil olunabileceğini işaret eden çalışmanın varlığı biyoloji taraftarlarının iddiaları için tekrar umut olmuştur.

    Tarih boyunca hayatın temel unsurunu açıklama çabası hep süregelmiştir. Antik Yunan filozofu Tales (M.Ö. 625-545) hayatın temel unsurunun su olduğunu, Miletli Anaksimenes (M.Ö.585-525) hava olduğunu, Efesli Heraklitos (M.Ö. 535-475) ateş olduğunu iddia etmiştir. Sayıları nesnelerin özü olarak gören Pisagor (M.Ö. 570-500) ise doğanın 4 temel elemanı olarak su, toprak, hava ve ateşi görmüştür. Bunların dört fiziksel özelliği olarak da; sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık bulunur. Dört ana yön, dört mevsim ve dört ürünle (insan, hayvan, bitki, maden) aslında Pisagor 4’ü yeryüzünün sembolü olarak kabul etmektedir.

    Kendisinden önceki fikirlerden etkilenen ve Tabiat Üzerine adlı eserini sunan Sicilyalı Empedokles (M.Ö. 492-432) evrenin ikişer özellik taşıyan birbirine zıt 4 temel unsurdan meydana geldiğini iddia etmiştir; su (soğuk ve yaş), toprak (soğuk ve kuru), hava (sıcak ve yaş), ateş (sıcak ve kuru). Unsurlar arasındaki zıtlıklar sahip oldukları özellikler nedeniyle oluşmaktadır. Empedokles bu unsurların çeşitli oranlardaki birleşimiyle farklı oluşumların meydana geldiğini savunmuştur. Aristoteles ise buna ilave olarak dört unsurun birbirine dönüşebileceği fikrini dile getirmiştir.

    Hipokrat (M.Ö. 460-370) Empedokles’in dört unsur teorisini insan bedenine uyarlamıştır. Hıltlar Teorisi / Humoral Patoloji adı verilen bu yaklaşıma göre canlılık bedenin sıvı kısımlarını oluşturan su, katı kısımlarını oluşturan toprak, solumayı sağlayan hava ve ruhu oluşturan ateşten meydana gelir. İnsan da evrenin bir parçası olması hasebiyle bu dört unsurun özelliklerinden meydana gelmiş dört temel sıvıya sahiptir. Bu sıvılar (hıltlar); kan, balgam, safra ve kara safradır. Özellikleri bakımından ise kan, sıcak ve yaş (hava); balgam, soğuk ve yaş (su); safra, sıcak ve kuru (ateş); kara safra, soğuk ve kurudur (toprak).

    Hıltların oluşum mekanizması ise şöyledir: Vücudun hazmettirici ve besleyici kuvvetleri alınan gıdaları et, kemik ve kana dönüştürür. Gıdalar çiğneme sırasında ağzın iç ısısıyla kısmen pişer (hazmolur). Sonrasında mideye inen gıdalar midenin ısısıyla kaynar, pişer ve keymûs’a dönüşür. Mide keymûsu karaciğere, geri kalanını da atılmak üzere idrar ve dışkı olarak bağırsaklara gönderir. Keymûs karaciğerde kan hâline dönüşünceye kadar pişer. Pişme sırasında keymûsun üstünde oluşan köpükten safra, dibe çöken atıktan kara safra oluşur. Karaciğer ısısının tam pişiremediği kısımlar da balgama dönüşür. Sonra bu sıvılar damarlara akar ve orada pişmeye devam ederek et ve kemik oluşur.

    İnsanın organlarında sıvılar (hıltlar) farklı şekillerde bulunur. Fakat bunlar bir denge içindedir. Bu denge, mevsimler ile değişebilmektedir. İlkbaharda kan, yazın safra, sonbaharda kara safra, kışın balgamda artış olur. Bu durum, o mevsimde yenen yiyeceklerle de ilgilidir.

    Kan daha çok et ve yumurta gibi gıdalardan meydana gelir. Bu gıdanın ise fazlalığı vücutta ağırlaşma, uyku, ağızda acılık, burun kanaması, ciltte kaşınma, kızarıklık ve sivilcelere yol açar. Balgam; balık, yoğurt ve ham meyvelerden oluşur. Fazlalığında uyku, hazımsızlık ve vücut soğuması gelişir. Safra tatlı yemeklerden oluşur. Fazlalığında susama, iştahsızlık, yüz sararması ve ağızda acılık meydana gelir. Kara safra sarımsaktan ve kuru gıdalardan meydana gelir. Fazlalığında korkulu rüyalar, karamsarlık, iştahsızlık ve zayıflama görülür.

    Kişinin sağlığı, vücuttaki bu sıvıların dengesine bağlıdır. Eğer sıvılar denge hâlinde ise kişi sağlıklı, değilse hastalıklı sayılır. Sıvıların dengesi herkeste aynı şekilde olmayıp kişinin mizacına göre değişkenlik göstermektedir. Bu değişkenlik de vücuttaki sıvıların oranı ile ilişkilidir. Kanın fazla olması demevî (sempatik/sıcakkanlı) mizaca, kara safranın fazla olması sevdavî mizaca (melankolik/karamsar), safranın fazla olması safravî mizaca (öfkeli, tezcanlı), balgamın fazla olması balgamî mizaca (sakin/tembel) yol açar. Kimi sıvılar da birbirine dönüşme kapasitesine sahiptir. Balgam kana, kan safraya dönüşebilir.

    Hastalıkların teşhisi vücuttaki hangi sıvının arttığını tespit etmekle mümkün olur. Buna karşı hangi organ hastalandıysa ona karşıt özellikler taşıyan gıda ve ilaçlarla tedavi mümkündür. Bu gıda ve ilaçların kuvvetli, zayıf, yaş, kuru, serinletici, ısıtıcı, bağırsakları boşaltıcı ve kabz ettirici özellikleri vardır. Her ilaç bu özelliklere göre tasnif olunur.

    İnsan vücudu hastalık oluşumunu sağlayan denge bozukluğunu kendi kendine düzeltme yetisine kısmen sahiptir. Sıvılar pişirilip eksik olan tamamlanmaya, fazla olan eritilerek azaltılmaya çalışılır. Hastalığa neden olan sıvı ya bir anda yahut yavaş yavaş vücuttan atılır, böylece denge yeniden tesis olunur ve hastalık def edilir.

    İnsanın mizaç ve karakteri yaşadığı iklim ile de ilişkilendirilmiştir. Bölgesel olarak mizaç farklılıklarını gözlemlemek mümkündür. Mevsimlerin mizaçları değiştirme gücü onların taşıdıkları dört temel özellik sebebiyledir. İlkbahar sıcak ve yaş özelliğe sahip olduğundan kanı, kış soğuk ve yaş özelliğe sahip olduğundan balgamı, yaz sıcak ve kuru özelliğe sahip olduğundan safrayı, sonbahar soğuk ve kuru özelliğe sahip olduğundan kara safra yani sevdayı arttırır. Bununla ilişkili olarak ilkbahar başlangıcında kan aldırmak tavsiye edilirken sonbahar aylarının ikinci on beş günü kan aldırmak için uygun olduğu ve vücudu temizlediği söylenir. Soğukkanlı kişiler balgama, sıcakkanlı kişiler safraya daha yatkındır. Mevsim soğuksa balgama, sıcaksa safraya yatkınlık artar. Soğuk hastalıklar balgamdan sıcak hastalıklar safradan kaynaklanır.

    Mizaç birkaç şeyin birbirine katıştırılması, bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak anlamındaki Arapça m-z-c fiilinden türemiş bir isimdir. Sözlüklerde mizaca; huy, karakter, yapı anlamları verilmiştir. Çok sayıda düşünür mizaca ilişkin teori geliştirmiş olsa da biz Antik Yunan hekimi Galen (129-216) ve İslam dönemi ünlü hekim ve filozofu Ebu Bekir er-Râzî (865-925) üzerinden bu konuyu ele alacağız.

    Empedokles’in “dört unsur” ve Hippokrat’ın “Ahlât-ı Erbaa” teorilerinden etkilenen Galen; mizacı ilk planda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık olmak üzere dört niteliğin karışımı olarak tanımlar. İnsan bedeni dört temel sıvıyı farklı oranlarda baskın hâlde barındırdığından insan mizacı da dört temel tipe indirgenebilir. Bunlar soğukkanlı (phlegmatic), sıcakkanlı (sanguine), asabi (choleric) ve melankolik mizaçlardır. Galen’e göre dört niteliğin karışımı her türlü cismin genel cevherini yani insanın mizacını oluşturur. Mizaç onun kuvvelerini, kuvveler fiil ve infiallerini, fiil ve infialler de insanın huylarını/ahlakını belirler. Bunun yanında nefsin cevheri ile bedenin cevheri farklı şeyler değildir. Buna dayanak olarak Galen nefsi bedenden bağımsız olarak görmenin mümkün olmadığını söyler. Özetle nefs bedendeki karışımın ortaya çıkardığı bir mizaçtır.

    Galen, insanlar arasında oluşan huy ve karakter farklılığını mizaç teorisiyle ilişkilendirir. Bireysel durumları birbirinden farklı olan insanlar bedenlerinde bulunan sıvıların oranları derecesinde mizaç farklılıklarına sahip olurlar. Bunun yanında sıvılarda bir düzensizlik oluşması hâlinde nefsin kuvvelerinde dolayısıyla huylarda bir değişiklik olur. Örneğin beyinde sarı safra artarsa sıcaklık da artar, bu da beyinde bulunan akli nefsin kuvveleri arasında düzensizliğe yol açar. Tam tersi bir durumda balgamın artması, beynin soğumasına o da akli nefsin hafıza ve akletme kuvvelerinde hastalığa neden olur. Galen’e göre yalnızca beyin değil, kalp ve karaciğer için de aynı mekanizma söz konusudur. Nefis ve mizaç ile ilişkili hastalıkların tedavisinde de bu sıvıların azaltımı ya da artırımı ile dengeyi sağlamak mümkündür.

    Platon gibi Galen de beyin, kalp ve karaciğeri nefsin üç temel organı olarak görür. Nefsi yöneten kısım yani akli ruhun yeri beyindir. Galen, canlı anatomisi üzerinde yaptığı araştırmalarına dayanarak sinirlerin toplandığı yerin yani beynin yönetim merkezi olduğunu söyler. Kalp ise canlılığın merkezidir ve sol kulakçığında ürettiği sıcak kanı atardamarlar sayesinde tüm vücuda dağıtır. Bu kan insandaki öfke gücünün kaynağıdır. Galen akli gücü beyinde, öfke gücünü karaciğerde konumlandırdıktan sonra şehevi gücün merkezini karaciğere atfeder. Karaciğer aynı zamanda beslenme ve büyüme fonksiyonlarının yeri ve kanın kaynağıdır. Tüm bunlar nefsin beden tarafından kontrol edildiğinin kanıtı olarak sunulmuştur. Bedenin mizacı ile nefsin kuvveleri arasında doğrudan ilişki olduğunu vurgulayan Galen’in teorisini özetleyecek cümle şöyle olmalıdır: Bedenin mizacı (sıvıların oranı) nefsin eğilimleri, nefsin eğilimleri de insanın huyları üzerinde etkilidir. Elbette bu teori ahlak tartışmalarında çokça eleştirilmiştir.

    Ebu Bekir er-Râzî mizaç teorisine Galen’in aksine beden ile nefsi ayırarak başlar. Râzî; ateş, toprak, hava ve suyu yani dört unsuru basit cisimler olarak görmekte iken bunlardan birleşerek meydana gelen âlem ve diğer cisimleri ise bileşik varlıklar olarak görür. Cismani varlıkları oluşturan temel yapıları ise dört basit tabiat olarak sayar; sıcaklık (harâret), soğukluk (burûdet), yaşlık (rutubet) ve kuruluk (yebûset). Bu dört basit tabiat farklı oranlarda bir araya gelişinde dört unsur, insanda da karışımlar (ahlât) meydana gelir. Kan, balgam, sarı safra ve kara safradan oluşan karışımlar yine farklı oranlarda bir araya gelerek birbirinden farklı bileşikler oluşturur ve bunlar bir sonuç olarak mizacı doğurur. Temelde Râzî’ye göre mutedil ve mutedil olmayan şeklinde iki mizaç vardır. Tüm unsurların dengeli bir biçimde olduğu mizaç mutedil olurken, bileşiminde eksiklik ya da fazlalık bulunan mizaç mutedil değildir. Mutedil olmayan mizaçlar ya basit tabiatlardan (sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık) ya da bileşik tabiatlardan (sıcak-kuru, sıcak-yaş, soğuk-kuru, soğuk-yaş) oluşmaktadır.

    Râzî bedendeki karışımların nefse dönük yapacağı değişimleri şu şekilde sıralar: Balgam; zayıflık, tembellik, ağırlık, unutma, sabitlik, karşılık vermede yavaşlık, az hareket, hilm ve yumuşaklığa neden olur. Sarı safra; hiddet, istikrarsızlık, kızgınlık, incelik, zekâ, yiğitlik, atılganlık, uyanıklık, hızlı cevap verme, çok konuşma ve çok hareket etmeye neden olur. Kara safra; susma, düşünme, hüzün, ağır olma, sabitlik ve son hakkında düşünmeye neden olur. Kan; cinsel isteğin fazla olması, duygusallık, incelik ve yumuşaklığa neden olur. Diğer yandan bedenin mizacı; renk, çehre, görünüş, dokunma ve bedenin filleri ile bilinebilir. Vücudun beyaz, mat ve kireç renginde oluşu soğuk mizaca; kırmızı, kızıl, sarı olması ise sıcak mizaca işarettir. Denge hâlinde olan mutedil mizaca sahip beden kırmızı ile karışık beyaz renktedir. Zayıf ya da şişman değildir. Dokunulduğunda soğuk, sıcak ya da yumuşak değildir. Doğal ve nefsani fiillerinde denge üzerindedir. Ne uykusuz ne aşırı uykuludur. Damarları çok ince değildir fakat çok görünür de değildir. Yani mutedil mizaç zıt niteliklerin tam ortasındadır.

    Tıbbın alt alanları olan anatomi, fizyoloji, mikrobiyoloji ve patolojinin henüz gelişmediği bir çağda sağlık ve hastalığın oluşumunu açıklamaya çalışan ve dengenin önemine vurgu yapan Hippokrates’in geliştirdiği fonksiyonel bir yaklaşım olan Humoral Patoloji / Ahlât-ı Erbaa Teorisi Doğu ve Batı tıbbında iki bin yılı aşkın süre kabul edilmiştir. Ahlât-ı Erbaa üzerinden kurgulanan mizaç teorileri de insanı anlama yolunda döneminde önemli katkılar sunduğu iddia edilebilir. Mizaç olarak huy ve karakteri salt biyolojik bünyeyle ilişkilendiren görüşler, insanın iradesi ve ahlakı tarafında önemli tartışmaların kapısını aralamıştır.

    2020 Nobel ödüllü, canlı organizmalara ait genomların değiştirilebilmesini sağlayan bir genetik mühendisliği tekniği olan CRISPR gen düzenleme yöntemi, Ahlât-ı Erbaa’yı baştan kurmayı mı teklif ediyor yoksa kurulu dengeyi bozacak insanlığın son çılgınlığı mı olacak? Kadim dünyadan beri insan müdahalesi dengeyi sağlamaya yönelikti; şimdi insan dengeyi kurmaya mı kalkışıyor?

    Kaynaklar
    Bayat, Ali Haydar; “Tıp tarihi”, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği, İstanbul, 2010.
    Erdemir, Ayşegül Demirhan. “Ahlât-ı Erbaa,” Diyanet İslam Ansiklopedisi.
    Tiryaki, Kübra Bilgin; “Ebu Bekir er-Râzî Düşüncesinde Mizaç Teorisi”, İslam Düşüncesinde Mizaç Teorileri, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara, 2016, s. 57-78
    Kuşlu, Harun – Aydın, Metin; “Galen Düşüncesinde Mizacın Ahlâka Tesiri”, İslam Düşüncesinde Mizaç Teorileri, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara, 2016, s.9-30
    Karlığa, Bekir. “Pythagorasçı Felsefenin Türk-İslâm Felsefesine Yansıması.” Felsefe Arkivi 22-23, 1981, s.245-261
    Eliaçık, Muhittin. “Fuzûlî’nin Sıhhat u Maraz’ında Ahlât-ı Erbaanın İşlenişi ve Bir Tıp Eseri Terceme-i Hulâsa-i Tıb İle Mukayesesi.” Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi 1.27, 2010, s.131-147