AFRİKA’NIN MÜZİKLİ HİKÂYESİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Yalçın Çetinkaya

    Bir insanın ellerini bağlayabilir, onu tutsak edebilir, hayatını karartabilirsiniz. Bütün bunlara rağmen o insanın söyleyeceği bir sözü, mırıldanacağı bir ezgisi varsa, tutsakken de bu sözü söyler ve ezgisini mırıldanır. Hatta öyle ki, tutsakken söylediği sözler, mırıldandığı ezgiler daha etkili olurlar. Nelson Mandela, en güzel ve en etkileyici sözlerini tutsak olduğu dönemlerde söylemiştir. Tutsakken söylenen sözler ve mırıldanan ezgiler daha içtendir ve bu sebepten ötürü de etkileyicidir.

    Afrika deyince aklıma hep, 1894 ile 1976 yılları arasında yaşamış olan Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın şu sözü gelir: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde de topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Biz de öyle yaptık. Fakat gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde ise bizim topraklarımız vardı”. Jomo Kenyatta, Afrika’nın ve Afrikalının hikâyesini böyle özetlemektedir. Gerçi Afrikalının gözünü açıp açmadığı da ayrı bir tartışma konusudur! Ama emperyalist Batı’nın Afrika’yı sömürüp yoksullaştırdıktan sonra ona nasıl baktığı ve nasıl gördüğü de önemlidir. Yıllar önce İstanbul merkezli yayın yapan bir radyo programında dinlediklerim beni hiç şaşırtmamıştı, çünkü Batılı sömürgeci ve işgalcilerin düşünceleri zaten böyleydi! Radyoda anlatıldığına göre olay şuydu: Amerika’da nükleer atıklar ciddi bir problem teşkil etmekteydi ve bu atıkların nereye boşaltılacağı tartışılıyordu. Bu atıkların kendi ülkelerine boşaltılması söz konusu değildi ve bu Amerika’da ciddi anlamda çevre kirliliğine yol açacaktı. Hatta aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı ülkelere boşaltılması bile gündeme geldi. Önerilerden biri ve en ciddiye alınanı ise, atıkların Afrika’ya boşaltılması fikri idi. Öneriyi getiren şahsiyet, Amerika’nın en önemli üniversitelerinden birinin rektörü idi ve “Neden Afrika?” sorusunu şu şekilde cevaplandırmıştı: “Çünkü Afrika’nın geniş toprakları var… ve orada yaşayanlar zaten insan değil!”.

    Afrika kıtası ve Afrikalılar, ilk olarak on yedinci yüzyılın ortalarında Portekizlilerin önce Fas’a ve ardından Güney Afrika’ya inmesinden sonra başlayan sömürge hareketleriyle birlikte neredeyse son iki yüz yıldır kıta köle tüccarlarının akınına maruz kaldı. Doğup büyüdükleri topraklarda insanca yaşama halkları ellerinden alındı… İnsanca yaşama haklarından önce, toprakları ellerinden alındı ve katliama uğradılar. İki yüz yıldır Afrika’da yaşanan bu trajediye rağmen, bir insanın “en insani, tabii ve fıtri” ifadelerinden biri olan müzik, Afrika topraklarının yerel renklerini, nağmelerini, acılarını, hüzünlerini, coşkularını ifade etmeye devam etti ve ediyor.

    Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Batılı emperyalist ülkelerin, onlarca yıldır işgal ve talan ettikleri, âdeta kanını emdikleri, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürdükleri Afrika’nın, ilk dönemlerde bu zengin müzik kültürü ile pek fazla ilgilendikleri söylenemez. Çünkü Afrika’nın satılabilir ve para kazandırabilir başka değerlerine yöneldiler ve bu zenginliği fark edemediler. Muhtemelen sömürgeci anlayış, Afrikalıların müziğini kendi müzikleri ile kıyas ederek değersiz buldu ve önemsemedi, bu müziğin bir pazarı ve piyasa değeri yoktu ve sömürgeciler için hızla paraya dönüşebilen şeyler önem ve öncelik arz etmekteydi. Hâlbuki Afrika kıtasının müzikleri, özellikle vatanından koparılıp köle pazarında Amerika’ya satılan Afrikalılar, Amerikan Blues müziğinin hatta cazın köklerini oluşturdular. “Gospel” adı verilen müzik türünün, Afrikalıların dinî ritüellerine kadar uzanan köklü bir geçmişi vardır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan, hatta 1960’lı yıllardan, yani müziğin metalaştığı ve ciddi bir pazar hâline geldiği dönemlerden sonra bu zenginliği fark ederek, onu da pazarın önemli bir “ticari malı” hâline getirdiler. Batılı müzik ve yapım şirketleri, pek çok Afrikalı müzisyeni keşfetti, onların farklı ses ve melodisini dünyaya sunarak büyük paralar kazandılar. Ancak bunu da bir tek şartla yaptılar: ülkelerinde yaptıkları müziklerindeki protest dili kullanmamaları şartıyla! Bazı Afrikalı müzisyenler dünyaya açılmak arzusuyla ve bu şarta uyarak sadece müzik yapıp biraz para kazandılar, şöhret oldular. Dünyaya açılmayan, yerel ölçekte müzik yapan müzisyenler protest dili kullanmaya devam ettiler, ancak kendi ülkelerinde bile protest müzisyenlerin özgürlükleri ellerinden alındı, müziklerine müdahale edildi ve birçoğu da hapse atıldı ki Güney Afrika bu konuda önemli bir örnek teşkil etmektedir.

    Batılılar, Afrikalıların eline sadece İncil’i vermekle kalmadılar, enstrümanlarını da verdiler. Batılıların ellerine tutuşturdukları bu “kendileri için yeni” enstrümanları kendi yerel müzik kültürleri içinde uygulamaya kalktıklarında otantik Afrika müziğinin sesini duymak mümkün olmadı, yeni bir tarz ortaya çıktı ve bu tarz sömürgeleştirilmiş Afrika’nın dünyaya açılan müziği olarak kabul edildi. Ali İbrahim Farka Toure, bu tarz müziğin öncülerinden biridir.

    Aslında Afrikalı müzisyen için önemli olan, insan sesinin bütün tabiiliği ile duyurulabilmesidir. Dolayısıyla, insan sesi enstrümandan daha önemlidir. Enstrüman, adı üzerinde, sadece bir “enstrüman”dır… yani insan sesini destekleyici ama asla insan sesinin önüne geçmeyen bir “alet”. Afrika müziğinde esas olan enstrüman değil insan sesidir ve tıpkı Anadolu ozanının yaptığı gibi Afrikalı müzisyen, gündelik hayatı, acıları, hüzünleri, sevinçleri, hayatın bütün ayrıntılarını büyük bir içtenlikle müzik diliyle ifade eder. Afrika müziğinin merkezinde insan sesi olmakla birlikte, bu enstrümanın tamamen önemsiz olduğu anlamına gelmez. Afrika geneline baktığımızda, hemen hemen bütün Afrika ülkelerinin müzik kültürlerinde enstrümanların “idyofon, yani kendinden tınlayan çalgılar”, “Afrika müzik geleneğinin önemli çalgılarından biri olan Enanga olmak üzere telli çalgılar”, “hayvan boynuzundan yapılan Kafo, metal borudan yapılan Kakaki ve aşırı gürültülü Vuvuzela gibi nefesli çalgılar” ve “gövdeleri deriden mamul, elle ya da tokmak türü aletlerle çalınan vurmalı çalgılar” olmak üzere dört ana sınıfa ayrıldığını görmekteyiz. Kadim Afrika müzik kültüründe kullanılan enstrümanların neredeyse tamamının, tabiatın sunduğu imkânlardan istifade edilerek yapıldığını ve bu bakımdan insan kullanımına uygun olduklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, tabiatın sunduğu imkânlar geniş ve insan üretkenliğinin hizmetinde olunca enstrüman çeşitliliği ve zenginliği de artıyor demektir. Nitekim, kıta Afrika’sında muazzam bir enstrüman çeşitliliği söz konusudur.

    Müziğin insan hayatı için taşıdığı önem ve değer tartışılmaz. Bu Afrika insanı için de, Asyalı, Avrupalı, Amerikalı ve Anadolulu için de böyledir. Afrika kıtasının her köşesinde müzik ve ritim, insan hayatında çağlar boyunca önemli bir yere sahiptir. Müziği dinî inanç ve ritüellerinde kullanmışlardır, duygu ve düşüncelerinin ifadelerinde kullanmışlardır, gelenek ve göreneklerinde kullanmışlardır. Şimdi de Afrika’da müzik aynı şekilde kullanılmaya devam etmektedir. Ancak Batılı işgalciler Afrika topraklarını işgal edip kan dökmeye başlayınca, Afrikalı müzisyenler müziği, işgalcileri eleştirmek, protesto etmek amacıyla da kullanmışlardır. Batı tarafından ezilmiş, sömürülmüş Afrika’nın müzisyen çocukları, bu eleştiri ve protestolarını bazen açık bir muhalif dil kullanarak, bazen de müziğin güzelliğine sarıp sarmalayarak ifade ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Bazı müzisyenler, ki özellikle Mali, Senegal, Cezayir ve Tunus gibi Fransız sömürge ülkelerinde, yerel melodilerini Fransızcayla harmanlayarak böylece uluslararası piyasaya çıkıp kendi pazarlarını oluşturabiliyorlar. Mory Cante, Ali İbrahim Farka Toure, Salif Keita ve Toumani Diabate gibi Malili, Baaba Maal, İsmael Lo gibi Senegalli, Eyub Ogada gibi Kenyalı, punk Raşid Taha ve Rai müziğin önemli temsilcisi Cheb Halid veya kendi tarzları ile Berberî müzisyenler Idir ve Huriye Aişi, Rai tarzı müziğin her şey demek olmadığını anlatmaya çalışan aynı zamanda Müslüman bir şair kadın Suad Massi gibi Cezayirli müzisyenler buna örnek teşkil etmektedir. Ancak Fransa’nın “özgürlükçü ve demokrat” sömürge yöntemi sayesinde yerel diller ve Arapça yasaklanıp Fransızca zorunlu hâle getirilmiş olsa bile bu müzisyenlerden bazıları en azından kılık kıyafetleri ile (uluslararası büyük sahnelerde de bu kıyafetleri giyerek), yerel dilleri ve ezgileri kullanmak suretiyle bir protest tarz sergiliyorlar. Mesela Güney Afrika’da müzisyenlerin ırkçı ve ayrılıkçı beyazlara karşı söylemleri de dikkat çekicidir. Tam bir misyoner işgal ve talanı sayesinde Hristiyanlaştırılan Güney Afrika’nın Siyahi müzisyen gençleri, Mandela öncülüğünde ırkçı Beyazlara karşı verdikleri mücadelede müziği bir protest dil olarak kullandılar. Bu müzik dilini de genellikle reggae, caz gibi türlerle kullandıklarını söyleyebiliriz. Bunlardan bir tanesi de, şimdi hayatta olmayan Lucky Dube adlı reggae ve mbaqanga sanatçısıdır ve şarkılarını Afrikanca, Zuluca ve İngilizce seslendirmiştir. Afrikanca Güney Afrika Cumhuriyeti’nin on bir resmî dilinden birisidir ve Güney Afrika’da daha çok Afrikalıların konuştuğu, Hint-Avrupa dil ailesinden Hollandacadan türemiş “Sömürge Hollandacası” da denilen dildir.

    Müzik bu amaçla sadece Güney Afrika’da değil, Afrika’nın başka ülkelerinde de kullanılmış ve önemli müzisyenler yetişmiştir. Kenya’da Eyub Ogada ve Sudan’da Hamza Ed-Din’i de anmadan geçmemek gerekir. Sadece bu müzisyenler değil ama, Somali’den Namibya’ya, Nijer’e, Fas’a, Etiyopya’ya, Nijerya’ya kadar bütün Afrika’da çok zengin bir müzik kültürünün varlığı ve müzisyenlerin yetiştiği bilinmektedir. Afrika yerlilerinin tamtamlarından ibaret olduğu zannedilen kıta Afrika’sının müziklerinin blues’un köklerini oluşturduğu düşüncesi yanlış değildir. İnsanlık tarihinin en acımasız ticaretlerinden biri olan köle ticareti neticesinde Amerika’ya satılan Afrikalıların, blues’un ortaya çıkmasında en büyük paya sahip oldukları bir gerçektir. Bu müziğin pazarlaması her ne kadar tüccar Beyazların kurduğu Amerikalı yapım şirketleri tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, blues’un sahibi Amerikalı köle zencilerdir. Dolayısıyla blues’un hikâyesi Afrika topraklarına kadar uzanır ve her Afrikalı müzisyende blues ve blues’dan doğan caz’a, rag time’a karşı fıtri bir yatkınlık vardır. Mesela Malili müzisyen Ali İbrahim Farka Toure tam bir blues gitaristidir. Mali denince akla ilk gelen müzisyen çoğunlukla Ali İbrahim Farka Toure olur. Sadece Mali için değil bütün Afrika kıtası için önemli bir sanatçıdır. Öyle ki dünyanın en ünlü rock dergisi Rolling Stone onu dünyanın en iyi yüz gitaristi arasında göstermiştir. Ali İbrahim Farka Toure bir Afrika bluescusudur. Martin Scorcese Ali İbrahim Farka Toure için “Blues’un dna’sında o vardır.” demişti. Bana kalırsa sadece Ali İbrahim Farka Toure’de değil, bütün Afrikalı müzisyenlerde! Çünkü blues’un anavatanı Afrika’dır.

    Senegalli müzisyen Baaba Maal’den özellikle söz etmek istiyorum. Senegal müziğinin dünya çapındaki önemli temsilcilerinden ve aynı zamanda bir akustik gitar ve perküsyon icracısı olan Baaba Maal aslen bir balıkçı. Baaba Maal, şarkılarının çoğunu Pulaar dilinde seslendiriyor. Geleneksel İrlanda ve Batı Afrika müziklerinin bir karışımı demek olmasına rağmen, modern dünyanın müziklerinin bir karışımı olarak da ifade edebileceğimiz; içinde blues, caz, rock, pop, reggae gibi modern müziklerin hepsini barındıran türde müzikler yapan ve 1995 yılında Simon Emmerson ve Beyaz ve siyahi birkaç müzisyen tarafından kurulan “Afro Celt Sound System” adlı müzik grubuna ilham veren ve öncü olan sanatçı, “Hunger” ve “Still” adlı şarkıları ile “Black Hawk Down” adlı sinema filminin soundtracklerine katkıda bulunmuş. Bunlar bir yana, Baaba Maal’in “Yoni” adlı bir şarkısı var ki, Afrika’daki açlığı protesto etmek ve bu açlığın azaltılması için çağrıda bulunmak amacıyla yapılmış. Bu şarkıdan başka, o çok güzel sesiyle icra ettiği “Call to prayer”, “Rasoul/Resul”, “Yele” ve “Dunya selam” adlı şarkılarını da mutlaka dinlemek gerekiyor. Hele Kenyalı Eyub Ogada ve Sudanlı Hamza Ed-Din de önemli birer sanatçı. Özellikle Sudanlı sanatçının “Semai Husaini” adlı parçası dikkatimi çekti.

    Ancak, Afrika müziklerinin ve müzisyenlerinin “Afro-Celt Sound System” adlı topluluğun da katkısıyla kendilerini neden daha ziyade caz, blues, reggae, rock, pop gibi modern Batılı müzik türleri ile ifade ettikleri de önemli ve aslında titizlikle incelenmesi gereken bir durum. Buna aceleyle verilecek en kestirme cevap, Batılı emperyalistlerin kendi müzik kültürlerini işgal ve talan edip sömürdükleri Afrika’ya dayatmaları olacaktır. Nihayetinde müzik, müthiş paraların döndüğü büyük ve ciddi bir pazar. Bu pazarı da Batılı emperyalist güçler yönetiyor. Beyazların etkisiyle ortaya çıkan “Afro Celt Sound System”, bir müzik topluluğu olmanın ötesinde müzik üzerinden bir kültürel dönüşümü ve Beyazların Afrika’nın yerel müziklerine sızarak onları dönüştürmesi gibi bir anlam taşıyor. Arada direnen ve yerliliğini korumaya çalışanlar olsa da, Afrika’nın renk olarak değil ama zihniyet olarak “Beyazlaştırılmaya çalışılan” Siyah çocuklarının “Beyaz” müzikleri de diyebiliriz.

    Dil zenginliği demek müzik zenginliği demek
    Müziği besleyen ana unsurlardan biri olan dil zenginliği açısından inceleyecek olursak, ilginç bir netice ile karşılaşırız. Afrika, dil zenginliği ve karmaşıklığı bakımından da dikkat çekici bir kıtadır. Binden fazla dil ve lehçenin konuşulduğu Afrika’da dil zenginliğinin ve çeşitliliğinin müziğe de yansıdığını düşünebiliriz. Çünkü bir dil ve lehçe, kendini müzik üzerinden ifade edebilir. Ancak bu dillerin kesin sayısını belirlemek neredeyse imkânsızdır ve tasnifini yapmak da neredeyse mümkün değildir. Afrika dilleri üzerine çalışan dil bilimciler, Afrika’da konuşulan dilleri “yerel ve Afrika’ya ait diller” ve “sonradan Afrika’ya gelen ve yerleşip kökleşen diller” olmak üzere iki ana başlık altında incelemektedirler. Afrika kıtasının özellikle kuzey, doğu, güney ve kuzeydoğu bölgelerinde, Afrika dışından gelen dillerin daha etkili olduğu dikkat çekmektedir. Köklü Afrika dillerinin varlığının ardından, İslamiyet’in fetihlerle birlikte Afrika kıtasında varlığını ortaya koyması ve yayılması ile birlikte Arapça da Afrika’da konuşulan dillerden biri hâline gelmiştir. İstilacı ve sömürgecilerin dillerini zorla kabul ettirmelerine rağmen Arapça bugün kıtanın büyük bir bölümünde, özellikle Kuzey Afrika’da ve Sahra’da yaygın ve hâkim dil konumundadır. Mısır, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Somali ve Cibuti’nin resmî dillerinin Arapça olduğunu belirtmeliyim. Bu dil zenginlik ve çeşitliliğinin müzik üzerindeki etkisinden tekrar söz etmek gerekecek. Dil ve lehçe, kendi ritmi ve ahengini müziklere yansıtır. Her müziğin bir dili olduğu gibi, her dilin de bir müziği vardır. Afrika müziklerinin önemli bir kısmını dinleme ve inceleme imkânı elde ettiğim için, bu yansımayı fark ettiğimi belirtmek isterim. Dolayısıyla, Afrika’nın dil ve lehçe zenginliğine bakarak, zengin ve çeşitli bir müzik varlığına sahip olduğunu söylememiz bizi yanlış bir neticeye götürmeyecektir.

    Afrika kıtasının oldukça zengin bir müzik kültürü olduğunu ve bu zenginliğin birkaç bin yıl öncesine uzandığını ifade etmeliyim. Öyle ki, Müslümanların Afrika’daki ilk mescitlerini kurdukları ve aynı zamanda Afrika’nın bütün kültür rüzgârlarının hissedildiği Tunus’un Kayrevan şehri, Halife Harun Reşid sarayında yetişmiş olan, birkaç yıl önce vefat eden ünlü Flamenko gitaristi Paco de Lucia’nın adına bir albüm ve kitapçık hazırladığı ve “Ziryab” adıyla bilinen Ebu’l-Hasen Ali b. Nâfî’nin sanatının zirvesine çıktığı bir şehirdir. Ziryab, Ud’un geliştiricisi ve Flamenko müziğin de kurucusu kabul edilmektedir. Kendi yetiştiği kültür ortamının yanı sıra Afrika müzik kültürünün bütün zenginliğinin yansıdığı Kayrevan’da yaklaşık iki yıl yaşamış olması, Ziryab için önemli bir tecrübe olmuştur. Endülüs’e vardığında Ziryab’ın müzik dağarında Afrika müzikleri de bulunmaktaydı.

    Fransa, İngiltere’den sonra dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğu olarak Afrika’nın Batısı üzerinde 1830’lu yıllardan beri hâkimiyet kurmuş ve Afrika’nın bu bölgelerini tam anlamıyla istila edip, kanlarını emmiştir desek herhâlde yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ana amacı Afrika’nın gerçek sahiplerini birbirinden koparmak ve hatta birbirine kırdırmaktı Fransa’nın ve bunu da başardı. Arapçayı yasaklayıp Fransızcayı zorunlu hâle getirerek halkın İslamiyet’le olan bağlarını epey zayıflattı. Ayrıca misyonerler aracılığı ile Hristiyanlığı yaymaya çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Yani Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın söylediği söz tam anlamıyla gerçeği yansıtıyor artık: Avrupalılar Afrika’yı tam bir sömürge ve katliam kıtası hâline getirdiler ve Afrikalının elindeki her şeyi aldılar, şimdi Afrikalının elinde İncil ve içi boşaltılmış, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri talan edilmiş bir kıta var.

    Mali de, özellikle orta ve batı Afrika’nın pek çok ülkesi gibi, bir Fransız sömürgesi. Mali, uranyum, altın ve gaz-petrol bakımından dünyanın en zengin rezervlerine sahip ve bu zenginliği ile Fransa’nın iştahını kabartıyor, sömürgeci Fransa’nın gözü doymuş değil. Avrupa’nın ve Avrupa Birliği’nin kaynakları kurumaya başlayınca Fransa tekrar sömürgelerine yöneliyor ve Mali ile birlikte sömürdüğü bütün Afrika ülkelerinin kökünü kurutuyor. Malili Müslümanlar, aslında epeydir sömürgecilere karşı mücadele ediyorlar ve bu mücadelelerini İslamiyet’in sağladığı motivasyon ile gerçekleştiriyorlar. Fransa, yakın bir geçmişte tekrar Mali’ye, üstelik uluslararası desteği de alarak girdi ve ayrılıkçı Müslüman direnişçilere karşı ülkeyi koruma bahanesiyle iki-üç bin askerini ülkeye yığdı. Bu bahaneyle girince, Batı için meşru kabul edilen bir bahaneye de sarılmış oldu. Bunu üstelik bir sosyalist cumhurbaşkanı döneminde gerçekleştirdi.

    Mali, Fransa tarafından yeniden talan ediliyor. Bu talan sürerken Mali’nin yerel müzisyenleri şarkılarını söylemeye devam ediyor. Üstelik çoğu şarkılarını ana dil olan Bambara dilinde söylüyorlar. Bu, bir anlamda Fransızcayı zorunlu hâle getiren Fransa’ya karşı bir müzisyen yöntemiyle direniş biçimi. Mory Kante, Toumani Diabate, Salif Keita, Ali Farka Toure, Oumou Sangare ve Rokia Traore başta olmak üzere birkaç Malili müzisyen, Mali ezgilerini dünyaya tanıtmak için çaba sarf ediyorlar. Bunlardan Mory Kante, Salif Keita, Toumani Diabate ve Ali Farka Toure ülke sınırlarını çoktan aşmış durumdalar. Kora, Toumani Diabate sayesinde Mali sınırlarını aşan bir yerel enstrüman hâline geldi neredeyse. Yine Toumani Diabate’nin “Kaira” adlı albümü epey ilgi gördü. Özellikle bu albümdeki “Jarabi” (Ya Rabbi olarak yazılmış ve okunmuş) adlı parça çok hoş. 1987 yılında “Yeke Yeke” adlı parçasıyla Mory Kante dünya müzik listelerinde üst sıralarda dolaştı. Ali Farka Toure tam bir blues/caz gitar virtüözü olarak tanınıyor. Bundan birkaç yıl önce Salif Keita, “Folon” adlı çok içli şarkısıyla müthiş bir çıkış yaptı. Gitar ve Mali duygusallığı Salif Keita’nın elinde çok güzel bir uyum sergiledi. “Folon” adlı şarkının sözleri de ilginç ve kendi ülkesindeki değişimi de bir ölçüde anlatıyor: “Geçmişte kimse sana sormadı / Geçmişte kimse bana da sormadı / Geçmişte böyle yürürdü işler / Aç kalmış insanlar, geçmişte ne olursa olsun / Hakkında konuşamazdın bile / Bugün insanlar yer almayı istiyor / Bugün insanlar artık (neyin ne olduğunu) bilmek istiyor”. Bugün insanlar Salif Keita’nın Folon adlı şarkısında söylediği gibi, Fransa’nın Mali ve diğer Afrika ülkelerini hangi hakla talan ettiğini bilmek istiyor.
    Öyle anlaşılıyor ki sömürülen Afrika ülkelerinde müzik, Afrika halkının uyanışında önemli bir rol üstlenecek.