AFRİKA’DA TASAVVUF VE TARİKATLAR -TOPLU BİR BAKIŞ-

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ahmet Murat Özel

    Afrika’da varlık gösteren tarikatlar, Afrikalı Müslüman toplulukların ihtidalarına ve eğitimlerine olduğu kadar, onların tarih içinde üstlendikleri sosyal ve siyasi rollerine de derinden etki etmişlerdir. Bunu, tasavvuf-toplum ilişkisi bağlamında söylenegelen klişelerden biri gibi değerlendirmemek gerekir. Afrikalı sufiler, Müslüman coğrafyanın başka yerlerinde görünmeyen biçimde, devlet kurmuşlar, toplumsal ve ekonomik kökten dönüşümlere öncülük etmişler; sömürgecilikle sert karşılaşma eşiklerinde direnişçi hareketlere rehberlik yapmışlar ve bazıları modern dönemdeki öze dönüşçü-aktivist İslami hareketlere yüksek oranda duyarlılık ve ilgi göstermişlerdir. Gerek Afrika’nın ihtida için sunduğu uçsuz bucaksız fırsatlar, gerek göçebe ve dağınık kabilelerin yerleşik ve barışık topluluklara dönüşmelerindeki sancılı süreçler ve gerekse Afrika’nın sömürgecilik karşısındaki kırılgan tabiatı, Afrikalı sufileri aktivizme ve inisiyatif almaya yöneltmiştir.

    Tarikatların Afrika’daki varlığını ele alırken, Afrika’yı üç ana bölge olarak ele almamız mümkündür: Kıdemi ve kaynaklık etmekteki önceliği sebebiyle Kuzey Afrika; Kuzey’in etkisindeki Batı Afrika; Kuzey’le olduğu kadar Orta Doğu ve Arabistan yarımadasıyla da ilişkili olan Doğu Afrika.

    Kuzey Afrika, Orta Doğu’yla daha yakın ilişkileri olan ve böylece Orta Doğu’nun da bir parçası sayılabilen Mısır ile geniş anlamıyla Mağrib’den (el-Mağribü’l-kebîr’in içine aldığı Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve Moritanya) oluşur. Bu hatta tasavvufun bölgedeki yolculuğu açısından Mısır kilit bir rol oynar. Mısır, tıpkı bir çok bakımdan Mağrib’le Orta Doğu’yu buluşturduğu gibi tasavvuf ve tarikatlar bakımından da bu türden bir kavşağı oluşturur (Söz gelimi İskenderiye’de bulunan Maliki mezhebine mensup olan hiç de azımsanmayacak bir nüfus, zaman içinde âlimlerden, denizcilerden, tüccarlardan ya da kanun kaçaklarından oluşan Mağrib ve Endülüslü seyyahlardan oluşmuştu). Üstelik bu rolünü, sadece beklendiği gibi tarikatlaşmanın erken tarihinde değil, erken modern dönemin Ahmed et-Ticânî (ö. 1230/1815) gibi bazı önemli şahsiyetlerinde de oynar.

    Tasavvufun 3./9. ve 4./10. yüzyıllardaki teşekkül dönemine Kuzey Afrika etkin bir aktör olarak katılmış değildi. Bu dönemde Basra, Kûfe ve Medine gibi, dinî ilimlerin ve fırkaların serpildiği bölgelerdeki erken tasavvufi oluşumların kendisine dökülerek olgunlaştığı havuz, tasavvufun başkenti hâline gelen Bağdat’tı. Bağdat’ı izleme iddiasında olan bir bölge varsa bu yine de Kuzey Afrika değil, Horasan bölgesiydi. Bunun sebebi, ilk asırlardaki İslam medeniyetinin Orta Doğulu tipinin baskın durumda olması ve Kuzey Afrikalı yapıların, bu Orta Doğulu örneğin, Ira Lapidus’un deyişiyle, taşralı görünümleri biçiminde olmasıdır.

    6./12. yüzyıla damgasını vuran büyük ve küresel ilk tarikatlar olan Kâdiriye, Rifâiye, Sühreverdiye ya da Yeseviye gibi tarikatlar öncelikli olarak Bağdat ve ikincil olarak da Horasan bölgesinde ortaya çıkmıştı. Bu yüzyılda Kuzey Afrika kökenli olarak anılan tek tarikat olan Medyeniye’nin de (ki Medyeniye, anılan diğer tarikatlar gibi küresel bir etkiye ancak bir asır sonra ve o da bazı şubeleri yoluyla erişmişti) Kâdiriyye ile bağlantısı kurulmakta, kaynaklar tarikatın müessisi olan Şuayb Ebû Medyen’in (ö. 594/1198), Abdülkâdir-i Geylânî’den (ö. 561/1165-66) hırka giydiğini aktarmaktadır. Dolayısıyla Kuzey Afrika’nın Bağdat’a tasavvufun teşekkül dönemindeki bağımlılığının, ilk küresel tarikatların ortaya çıktığı dönemde de sürdüğü görülür. Bağdat’ın tarikatların ortaya çıkışına sahne oluşundan bir asır sonraya, yani 7./13. yüzyıla gelindiğinde Kuzey Afrika’da, her üçü de Mısır’da olmak üzere, küresel ölçekte etkiye sahip olan Şâzeliye, Desûkiye, Bedeviye tarikatları sahneye çıkmıştır. Bu tarikatların her birinin şöyle ya da böyle Rifâiye ile bağlantısı kurulmaktadır. Başka bir kabule göre de, Desûkiye ve Bedeviye, Şâzeliye’nin birer şubesi olarak sayılsa bile, Şâzeliye’nin pirinin gençlik yıllarında Rifâiye’nin içinde bulunduğu dikkate alınırsa, yine bu tarikatların Rifâiye ile ilişkisi kurulmuş olur. Ama bu tarikatların Rifâiye ile bağlantısına dikkat çekmek, onları Rifâiye’nin birer alt şubesi olarak kabul etmeyi gerektirmez. Çünkü her biri müstakil adap, erkân ve evratlar düzenleyerek, kendi şahsiyetlerini sergileyen büyük tarikatlar arasına girmişlerdir.

    Bizzat Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (ö. 656/1258) kendi hayatı, o dönemdeki bölgeler arası tasavvufi alış verişe dair ipuçlarıyla doludur. Aslen Mağrib bölgesinden, bugünkü Fas’ın kuzeyinde yer alan Gumâra bölgesindendir. Manevi bir rehber arayışı onu doğuya götürmüş, Irak’ta Rifâî muhitinde yer almış ama sonra manevi bir uyarıyla tekrar memleketine dönmüştür. Faslı büyük sufi İbn Meşîş’in (ö. 625/1228[?]) müridi ve halifesi olmuştur. İbn Meşîş onun önce Tunus’a, sonra da Mısır’a gitmesine işaret etmiştir. Böylece Şâzeliye tarikatı önce Tunus’ta, ardından ve daha güçlü olarak Mısır’da neşet etmiştir. Şâzelî’nin kendi hayatında gördüğümüz, doğuyla batı arasında güçlü ilişkiler kurma tavrını aslında tarikatın sonraki tarihinde de görmekteyiz. Şâzeliye, Orta Doğu’dan Mağrib bölgesine kadar bütün bu bölgede hâlen karşımıza çıkmaktadır.

    Şâzeliyye, İskenderiye’de teşekkül etmiştir. Silsiledeki ilk üç şeyhi burada yaşamışlardır. Bu şeyhlerden Yâkût el-Arşî el-Habeşî (ö. 732/1332), Habeşistanlı bir köle olarak geldiği bu şehirde, Mursiyeli (Endülüs) olan şeyhi Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin (ö. 685/1287) hem damadı, hem halifelerinden biri olmuştur. Yâkût el-Arşî’nin Habeşistanlı köklerinin, tarikatın Afrika içlerine yayılmasında etkili olduğuna işaret edilmektedir. Silsiledeki önemli isimlerden biri olan İbn Atâullah el-İskenderî’nin (ö. 709/1309) Kahire’ye yerleşmesi, tarikatın Kahire şehir hayatına nüfuz etmesine yol açmıştır. Birkaç nesil içinde tarikatın batıya, Mağrib bölgesine ulaştığını görüyoruz.

    Şâzeliyye, ilim çevrelerinde kabul görmüştü. Kendi coğrafyalarını aşan etkilere sahip Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (ö. 97361565), Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493-94), Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (ö. 870/1465), İbn Acîbe (ö. 1224/1809) gibi bir çok etkili âlim ve kanaat önderi Şâzeliyye içinde yetişmişti. Ama Şâzeliyye’yi sadece ilmî elitlerin tarikatı olarak görmek yanıltıcı olur. Tarikat, şehirliler arasında olduğu gibi ümmi berberi kabileler arasında da yayılmıştı. Yüz civarındaki alt şubesinin yarattığı çeşitlilik, muhtelif sosyo-kültürel çevrelere uyum sağlayacak esnekliği ona kazandırmıştı.

    7./13. yüzyılda Mısır’da ortaya çıkan tarikatlardan bir diğeri de Desûkiyye’dir. Tarikatın müessisi olan İbrahim ed-Desûkî (ö. 676/1277) Mısır’ın güneyinde yaşadı. Tarikat bu sebeple Mısır’da olduğu kadar Sudan’da ve Doğu Afrika’da da yayılmıştır. İbrahim ed-Desûkî’nin babası bir Rifâî şeyhiydi ve o da babasından Rifâî hırkası giymişti. Ama sadece Rifâiyye’de değil, Şâzeliyye’de de süluk etmişti. Dolayısıyla, yine Mısır’da ortaya çıkmış olan Bedeviye’yi de dâhil edersek, Mısır kökenli bu üç tarikatın birbirleriyle iç içe geçmiş bir tarihe sahip olduklarını görürüz. Hâlen Sudan’da etkili olan Desûkiyye (şimdilerde daha ziyade Burhâniye olarak bilinmektedir), Amerika’dan Avustralya’ya kadar yayılmış küresel nitelikte bir tarikattır. Bedeviye ise, Ahmed el-Bedevî’ye (ö. 675/1276) nispet edilen bir başka Mısır tarikatıdır. Bedeviye, teknik anlamıyla bir tarikat olarak, diğer iki tarikat kadar yayılmamış olmakla birlikte, Mısır kültüründe ve folklorunda derin izler bırakmıştır.

    Kuzey Afrika, sadece kendisinde teşekkül eden bu tarikatlara değil, doğudan gelen Kâdiriyye, Halvetiyye gibi tarikatlara da ev sahipliği yapmıştır. Kâdiriyye, daha Abdülkâdir-i Geylânî’nin vefatından iki nesil sonra önce Endülüs’e, ardından da Mağrib bölgesine ulaşmıştı. Kâdiriyye hem müstakil olarak, hem de Şâzeliyye ile girdiği etkileşimlerle günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Mesela günümüzde Fas’ta, eğitimli çevrelerde de etkisi görülen yaygın bir tarikat olan Butşîşiyye, Şâzelî-Kâdirî bir silsileye sahiptir.

    Kuzey Afrika’da temsil edilmeyen tarikatlar da vardı ve bunlar genelleyerek söylersek Horasan kökenli olanlardı. Bunlardan Halvetiyye belki bir istisnaydı. Halvetiyye de, Rahmâniyye gibi bazı önemli kolları aracılığıyla günümüzde de tesirleri gözlemlenen bir tarikattır. Halvetiyye, 18. yüzyılın sonlarında, ileride devletleşecek olan Osman b. Fûdî’nin (ö. 1232/1817) hayatında da karşımıza çıkar. Şeyh Osman’ın, şeyhlerinden Cibrîl b. Ömer eliyle intisap ettiği tarikatlardan biri Halvetiyye’ydi. Halvetiyye’nin bir diğer etkisini, erken modern dönemin en etkili oluşumlarından biri olan Ticâniyye’de görebiliriz. Ahmed et-Ticânî, Mısır’da Halvetî tarikatından mezun kılınmıştı. Halvetiyye dışında Yeseviyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye gibi tarikatlara, Horasan ve Maveraünnehir’deki güçlü etkilerine rağmen bu bölgelerde rastlanmıyordu. Bugün de durum çok değişmiş değildir.

    Batı Afrika ile Mağrib bölgesinin güneyinde yer alan ve ilmî ve kültürel olarak Mağrib’in etkisinde kalan kesimi kastediyoruz. Mali, Nijer, Nijerya, Gambiya, Senegal ve Gana’yı içine alan bu bölge, İslamlaşma sürecinde Mağribli akıncıların ve davetçilerin çalışmalarının önemli bir hedefiydi. Aslında bu bölgenin İslamlaşması Endonezya’nınkine benzemektedir. Bölgede İslam asıl olarak fetihlerle değil, tüccarlar, âlimler ve sufilerce yayılmıştı. Bölgenin fıkhi mezhep tercihi Mâlikîlikti. Bu da ilim ve eğitim bakımından bölgenin, Mâlikîliğin doğal coğrafyası olan Mağrib’in tesirinde kalmasını sağlıyordu. Batı Afrikalı ilim öğrencilerinin eğitim için tercihleri çoğunlukla Mağrib bölgesindeki gözde ilim merkezleriydi. Bu eğitim esnasında, beklendiği gibi çoğunlukla tasavvufi tanışıklıklar da kurulmuş oluyordu. Bölgeye ilmî ve tasavvufi birikim sadece bölge öğrencilerinin seyahatleri yoluyla gelmiyordu. Aynı zamanda efsanevi Mali sultanı Mansa Musa (ö. 737/1337) ve onun Malili haleflerinin örneğinde olduğu gibi ya da Kano sultanı Muhammed Rumfa (ö. 904/1499) örneğindeki gibi bazı yöneticiler Mısır, Tunus ve Fas gibi önemli ilim merkezlerinden âlimleri kendi başkentlerine getirtiyorlar, onlara medreseler açıyorlar ve bazı kitapların yazımını sipariş ediyorlardı. Timbuktulu Ahmed Bâbâ’nın (ö. 1036/1627) meşhur eseri Neylü’l-İbtihâc, bölgedeki üst düzey İslami ilimler eğitimine olduğu kadar, bölgenin önemli İslam merkezleriyle olan ilişkilerine de ışık tutan bir kaynaktır.

    Batı Afrika, nispeten homojen bir toplumsal yapı sergilemektedir. 16. yüzyılın sonlarında büyük Songay İmparatorluğu’nun yıkılışından itibaren, Sahra toplulukları, savaşçı elit bir sınıfla, onlara tabi halklar şeklinde örgütlenmişti. Halk kesimi dindar sülaleler, zanaatkârlar ve kölelerden oluşuyordu. Dindar sülalelerin, ilim geleneğine olduğu kadar tasavvuf geleneğine de dâhil oldukları görülür. Künte ailesi böyle bir ailedir. Ailenin kökleri, Velâte’de (Moritanya) bir Kâdirî zaviyesi kuran Sidi Ahmed el-Bekkâ’ya (ö. 909/1504) kadar gitmektedir. Kâdirî tarikatı Batı Afrika’ya el-Bekkâ ile ve Orta Sahra bölgesine Muhammed b. Abdülkerim el-Megîlî ile girmiştir. 15. ve 16. yüzyıldaki haleflerinden ve Künte ailesinden Ömer eş-Şeyh el-Küntî ile en meşhur Küntîlerden olan Muhtar el-Küntî (ö. 1225/1811) dağınık Künte topluluklarını birleştirirken, öte yandan geniş bir bölgede Kâdiriyye’nin yayılmasını sağladı. Ona nispetle anılan ve Kâdiriyye’nin bir kolu olan Muhtâriyye’nin, kuzeyden güneye olan tasavvufi hareketliliği ters yönde gerçekleştiren biçimde, sadece Sahra bölgesinde değil, Miknas, Fez, Rabat ve Merakeş gibi Mağrib’in önemli şehirlerinde zaviyeler açtıkları görülür.

    Batı Afrika’da sufiler, kabileler ve diller arasında parçalanmış olan bölgede çoğu kez birleştirici bir rol üstlenmişlerdi. Gerek İslam dünyasının diğer bölgeleriyle Doğu Afrika’yı ve gerekse siyasi olarak parçalanmış olan iç unsurları birbirine yaklaştırabildiler. Çoğu kez önemli sufilerin aynı zamanda önemli âlimler olmaları, onları yerel idareciler ve halk nezdinde muteber kıldı. Hatta bu durum bazı sufileri siyasi önderler hâline getirdi. Nijerya’da Osman b. Fûdî’nin ya da Senegal’de Ahmedü Bamba’nın (ö. 1927) üstlendikleri rol tasavvufi yol göstericilikle sınırlı kalmadı. İlki, bir devletin ortaya çıkışını hazırlayan ihyacı bir toplumsal program uyguladı ve nihayetinde Sokoto Halifeliği adlı bir devlet kurdu. İkincisi ise, sömürgecilik yorgunu bir topluma ekonomik bağımsızlığı elde etme ilhamı veren bir toplumsal programa sahipti. Onun temellerini attığı ve Senegal’in başkent Dakar’dan sonraki ikinci büyük şehri olan Tuba şehri, bugün dünyada bir tarikat eliyle inşa edilmiş en büyük şehirdir.

    Her iki ismin de Kâdiriyye ile bağlantılı oldukları görülür. Osman b. Fûdî, hayatında nail olduğu önemli üç keşif hadisesinden birinde, Hz. Peygamber’in kendisine Abdülkâdir-i Geylânî’yi takip etmesini söylemesi üzerine, daha önceden Halvetiyye, Şâzeliyye gibi başka tarikatlarla da irtibatlar kurmuş olmasına karşın, bütünüyle Kâdiriyye’yi izlemeye başlar. Osman b. Fûdî’nin öncülük ettiği ıslahat hareketi 1774-1803 arasındaki hazırlık evresi, 1803-1810 arasındaki siyasi mücadele evresi, 1810-1817 arasında Sokoto Halifeliği olarak devletleşme evresi şeklinde üç evrede ele alınabilir. Halifelik, 1903’te İngilizlerin işgaline kadar ayakta kaldı. Bugün de saygın bir hareket olarak anılmakta ve Sokoto bölgesinde Şeyh Osman’ın mirası en azından kültürel ve ilmî olarak yaşatılmaktadır.

    Hem Osman b. Fûdî’nin ve hem de Ahmedü Bamba’nın tasavvufi hareketlerinin tek ortak noktası Kâdiriyye değildi. Sünnete bağlılık ve bidatlerle mücadele, ilme ve eğitime verilen önem de her iki hareketi birbirine yaklaştırır. Senegalli olan Bamba, Kâdiriyye ile Moritanya’da tanışmıştı. Ama Şâzeliyye’den de eklediği bazı unsurlarla, bugün Mürîdiyye olarak anılan müstakil bir tarikat teşekkül etti. Fransız sömürge yönetimi tarafından idamla yargılanan, Gabon ve Moritanya’daki sürgünleri toplam on bir seneyi bulan Bamba, 1927’de vefat ettiğinde müritlerinin sayısı dört yüz bini bulmuştu. Mürîdiyye, Senegal’de iki önemli sosyal etki oluşturdu: Geniş arazilerin tarıma kazandırılması ve eğitime verilen önem. Bamba, “dara” adı verilen kolektif çiftlikler kurdu ve Senegal’deki ziraat için çok önemli olan fıstık üretimini teşvik etti. Mürîdiyye bağlıları bugün de hâlâ ziraata büyük önem verirler ve güçlü eğitim kurumlarına sahiptirler. Mürîdiyye’de müritler gelirlerinin bir kısmını Tuba’daki yarı otonom olan yönetime verirler. Böylece cemaat kendi ekonomisini oluşturur ve yönetir. Tuba’da yapımı otuz iki sene süren bir cami ve yanında yüz altmış bin kitaplık bir kütüphane bulunmaktadır. Yine dinî ilimlerde yüksek seviyede eğitim veren Ezher isimli bir de okul yer alır. (Bamba’nın Tuba köyüne benzer biçimde, bir şeyh tarafından kurulan başka önemli bir köy de, Ticâniyye’nin Batı Afrika’daki en önemli isimlerinden Abdullah Niyas’ın (ö. 1922) Senegambia’da kurduğu Taiba’dır.)

    Batı Afrika’da Kâdirî tarikatının başat tarikat olmasını sarsan gelişme Ticâniyye’nin bölgeye girişiyle olmuştur. Ahmed et-Ticânî, farklı tarikatlara intisap etmiş, bunlardan bazılarından mezun olmuş bir sufiyken, bir keşif esnasında Hz. Peygamber’in kendisine müstakil tarikatını kurması yönündeki emrinden sonra Ticâniyye’yi tesis etmişti. Yaşadığı bazı siyasi sorunlar sebebiyle Cezayir’den Fas’a taşınması, orada Sultan Mulay Süleyman’ın desteğini almasıyla tarikat güçlü bir yeni evreye geçmiş oldu. Ticâniyye, Fas merkezli olmakla birlikte, çok hızlı bir şekilde Batı Afrika’da yayıldı. Kâdirîyye’nin güçlü olduğu bütün bu bölgede, bazen başka tarikatlarla etkileşime girerek, bazen de müstakil bir tarikat olarak yayıldı. Hâlen bölgenin en yaygın tarikatlarının başında yer almaktadır. Ahmed et-Ticânî ile çağdaş olan ve yine tasavvufu belli bir silsileden değil de, doğrudan Hz. Peygamber’den aldığını söylemesiyle onunla benzeşen Faslı âlim ve sufi Ahmed b. İdris’e (ö. 1253/1837) nispet edilen İdrisiyye, Fas’ta olmasa da, şubelerinden olan Senûsiyye yoluyla Kuzey Afrika’da ve Mirgâniyye yoluyla Doğu Afrika’da etkili olmuştu. Ahmed et-Ticânî ve Ahmed b. İdris, özellikle tarikatlarının tesisinde Hz. Peygamber’in ruhaniyetinin etkisinden ve tasavvuf tarihini paranteze alarak geleneksel silsile anlayışını kısmen önemsizleştiren yaklaşımları dolayısıyla bir arada ele alınmaktadır. Ama bu listeye Osman b. Fûdî de eklenebilir. Çağdaş olan bu üç sufinin her biri birer keşif hadisesiyle Hz. Peygamber tarafından doğrudan irşat edildikleri gibi, ilme ve sünnete yaptıkları hususi vurgu, siyasi ilgileri, ıslahçı ve öze dönüşçü karakterleri sebebiyle de benzeşmektedir.

    Aslında çeşitli vesilelerle Doğu Afrika’daki genel duruma değinmiş ve Burhâniye ile Şâzeliyye’nin bu bölgede derin tesirleri olduğuna işaret etmiş olduk. Ama modern döneme ait bir hadise olarak, bu bölgede, Şâzeliyye’nin Lübnan ve Filistin bölgesinde teşekkül eden Yeşrûtiyye kolunun, 20. yüzyılın başındaki yayılışına işaret edebiliriz. Tanzanya ve Komor adalarında zaviyeler açan Yeşrûtiyye, bu bölgede hâlen etkinliğini sürdürmektedir. Doğu Afrika’da irili ufaklı birçok tarikat etkin olmakla birlikte, bölgenin Yemen dinî geleneğiyle olan sıkı irtibatı sebebiyle, genellikle Yemen kökenli şeriflerin temsil ettiği ve bugün dünya çapında vaizler ve davetçiler kadrosuyla Uzak Doğu’dan Kanada’ya kadar etkili olan Ba’leviyye tarikatının da bölgede etkili olduğu söylenebilir.

    Doğu Afrika’da modern dönemde ortaya çıkan ve etkili olan tarikatlardan biri de, İdrisiyye bağlamında adı geçen Mirgâniyye’dir. Ahmed b. İdris’in halifelerinden olan Muhammed Osman el-Mirgânî’ye (ö. 1268/1852) nispet edilen tarikat Hatmiyye olarak da bilinir. Sudan, Eritre, Somali gibi bölgelerde yaygınlaşan tarikat, 20. yüzyılın ortalarından itibaren, Sudan siyasi hayatında da etkili olmuş ve şeyhlerinden bazıları siyasi parti kuruculuğu da yapmıştır.

    Afrika’da hâlâ değinmediğimiz bazı tarikatlar ve Güney Afrika gibi bazı bölgeler (Güney Afrika, sömürge döneminde, gerek Uzak Doğu ve gerekse Hindistan kökenli bazı şeyhlere ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan Şeyh Yusuf gibi bazılarının türbeleri, Güney Afrika Müslümanlarınca hâlen ziyaret edilmektedir. Hâlihazırda Abdülkadir Sufi (Ian Dallas) ve İbrahim Schuitema ve başka bazı çağdaş isimlerce Şâzeliyye de burada temsil edilmektedir.) kalsa da, ana hatlarıyla ve kalın çizgilerle bir Afrika tasavvufu resmi çıkarmış sayılırız. Bu tasavvuf, hemen fark edileceği gibi Sünni bir tasavvuftur ve çoğunlukla ilmî çevrelerle irtibatlıdır. Sahra bölgesinde ilmin temsili çoğu kez sufi Sünni âlimler eliyle gerçekleşmiştir. Bedeviyye’nin Mısır’da bazı Şii eğilimlerle kaynaşması, tarikat düzeyinde olmaktan ziyade folklorik düzeydedir.

    Afrika’daki tasavvufun başka bir niteliği, Orta Doğu’yla her anlamdaki yakınlığı sebebiyle, Kalenderîliğin yer bulabildiği Mısır’ı dışta tutarsak, Horasan, Orta Asya ve Anadolu’da karşımıza çıkan Kalenderî unsurlara rastlanmamasıdır. Mağrib bölgesinde neşet eden ve kendisini Kalenderî olarak niteleyen, Şüşteriyye’nin kendisine nispet edildiği Ebu’l-Hasan eş-Şüşterî’nin (ö. 668/1269) Kalenderîlikle tanıştığı yer Irak’tır. Kalenderîlere belki görünüm olarak en çok benzeyen topluluk, Mürîdiyye’den koparak teşekkül eden ve hâlen de Mürîdî çevrelerle tartışmalı bir ilişkiye sahip olan Senegal’deki Baye Fall hareketidir.

    Afrika tarikatların birçoğunda icra edilen zikir usullerinde, gerek müzik ve gerekse rakstaki figürler bakımından Afrikalı arka plan (bazen Sahra kültürü, bazen de Berberî kültürü olarak) hemen dikkat çeker. Bunun Afrika’daki İslam kültürünün diğer unsurlarıyla da ilgisi vardır. Nitekim tarihte birçok Müslüman kralın, bir yandan İslami uygulamaları sahiplenirken, öte yandan Afrika ritüel ve folklorunu mutedil bir biçimde muhafaza etme eğiliminde oldukları görülür.

    Batı Afrika tasavvuf kültürü, yaygınlığına, sosyal ve siyasi etkilerine mukabil, diğer bölgelerin de dikkatini çekecek bir tasavvuf literatürü oluşturmuş değildir. Arapçada olduğu kadar Hausa, Wolof, Songay gibi yerel dillerde de yazılmış çok sayıda risale (önemli bir kısmı fıkhi içerikli şerh ve haşiyedir), dua mecmuası ve hâlen tekke kültürünün omurgasını oluşturan divan vardır. Modern dönemde, Ticânî geleneğin önemli isimlerinden, Senegalli Abdullahi Niyas (ö. 1922), büyük oğlu Halife Muhammed (ö. 1959) ve diğer oğlu olan, doksana yakın eseriyle İbrahim Niyas (ö. 1975) üretken yazarlar olarak öne çıkar. Ama bu literatürün çoğunlukla pratik gerekçelere ve ihtiyaçlara dayandığı, nazari bakımdan ise İslam dünyasının kalanındaki tasavvuf düşüncesine pek bir şey eklemediği görülür. Kuzey Afrika’da (buna Endülüs de dâhil edilebilir) üretilen tasavvufi literatürün etkisi ve yaygınlığına ise işaret etmek bile gereksizdir.