AFRİKA’YA İNSANLIK DEĞERLERİNİN AYNASI OLARAK BAKABİLMEK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ekrem Demirli

    Bir insanın ölümü bütün insanların ölümü
    Bir insanın değeri nasıl ölçülür, daha açık bir ifadeyle insan kaç “para” eder? Her birimiz böyle bir soruyu anlamsız bularak reddedebiliriz, “insan satılamaz, insana paha biçilmez” gibi iddialı sözler de söyleyebiliriz. Lakin insanlığın tecrübi mirasının en nefis göstergesi kabul edebileceğimiz deyimlerimiz ve atasözlerimiz gerçeği yüzümüze vurur ve bizi uyandırır: Herkesin ve her şeyin bir bedeli olduğunu beyan eden deyimler muhtemelen bütün dillerde sıkça kullanılır, insan bu deyimler içinde bir alım-satım nesnesi gibi zikredilir. Bu meyanda bazen bir insanı dünyalara bedel sayarız, bazen insan için canlar verilir, bazen bir insan için “üç kuruşluk adam” veya “ciğeri beş para etmez” gibi sözler söyleriz. Bütün bunlar bir fiyatımız vardır, demektir. Hasıl-ı kelam, insanoğlu başkasına değer biçmekte hiç tereddüt göstermez, herkesi fiyatlandırır, herkese az çok bir baha biçer. Haris b. Esed el-Muhasibi’nin akıl tanımında söylediği üzere, hayata kar-zarar ilişkisinden bakmaya koşullanmış insan aklının herhangi bir şeyi değer ölçüsünün dışında mütalaa etmesi mümkün görünmüyor.

    Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’tan söz eden ayet-i kerîmede “Onlar Yusuf’a karşı cimri davrandılar” denilir; daha sonra bu ayete telmihle “Yusuf’un değeri” şeklinde anlatabileceğimiz bir deyimler kümesi oluşmuş, “insanların en güzelinin bile” bir bedeli olabileceği işlenmiştir; üstelik bu bedel bazen çok az bile olabilir. Öyle ki bir kocakarı ördüğü çoraplarla Yusuf’u satın alabileceğini söylerken “alım-satım” nesnesi hâline gelen insana dikkatimizi çekmiş olur. İnsan herkese bir bedel belirlerken kendisini bunun dışında tutabilir mi? Sanmıyorum! Gerçekte insan kendisini de bir alım-satım nesnesi olarak görür, kendisine kâr-zarar ekseninde bakar.

    İnsanları belli belirsiz ölçülerle değerlendirdiğimiz kesin! Bu itibarla nasıl bir ölçü kullandığımız duruma ve zamana göre farklılık arz ederken ölçünün mikyası (doğruluk kriteri) kapsadığı bireylere şamil olup olmamasıyla tespit edilebilir. Bir insanın değerini konuşacaksak, bütün insanları içerebilecek bir ölçü bulmamız gerekir. İnsan olmak bakımından her insanı içermeyen değerlendirme tarzı, bizim akıl ve mantıktan uzaklaşarak sübjektif duygulara hapsolmamızın göstergesidir.

    Afrika kıyılarından Avrupa’ya doğru hareket eden sandallardaki insanları her gördüğümde aklıma gelen soru “İnsanın değeri nedir?” sorusudur. Günümüzde bu soruyu günümüzde en ciddi ve felsefi anlamda tartışabileceğimiz bağlam burasıdır, bu soruya verebileceğimiz cevapların gerçek olup olmadığını test edebileceğimiz yer de burasıdır. Bir sandalla Akdeniz’in bir kıyısından ötekine geçmeye çalışan insanın değeri neyse ötekinin değeri odur. Bir botun içerisinde hayat ile ölüm arasında gidip gelen insanın kıymeti neyse hepimizin değeri o kadardır. Göç hareketleriyle karşılaşılan sorunlar üzerinden yeni bir felsefe okuması yapmamız, insan kimdir, insanın değeri nedir, hayat nedir gibi kadim soruları yeniden konuşmamız mümkündür. Afrika’yı düşünmek, insanla ilgili tasavvurlarımızı değerlendirebileceğimiz bir ayna hâline gelerek gerçek ile yanılsama arasında bize bir yol tutma imkânı verir. Onlar, bu sandallara binerken bir ülkeden başka bir ülkeye veya bir kıtadan başka bir kıtaya gidiyor değillerdir, belki bir çağdan başka bir çağa, bir dünyadan başka bir dünyaya gidiyor gibidirler. Bu yönüyle insanın yeryüzündeki yolculuğunu en iyi anlatan örnekleri onların hayat hikayelerinden hatırlayabiliriz. Normal şartlarda insan için kurduğumuz iddialı cümlelerin bir anlamı var mıdır yoksa bunlar birtakım abartılardan beslenen duygusal savrulmalardan ibaret midir? İşte bunu ancak sandaldaki bir Afrikalı üzerinde düşünerek test edebiliriz.

    Bu meyanda göçler ile ortaya çıkan karşılaşmaları anlayabilmek için üzerinde durmamız gereken bir husus vardır: İnsanlar sadece yaşama imkânı bulamadıkları veya çektikleri sıkıntıları aşmak üzere değil, daha iyi yaşamak, daha müreffeh şartlara ulaşmak için çağlar arasındaki mesafeleri kat etmek isterler. Galiba göçlere yön veren saikler arasında en dikkate değer hususlardan birisi budur: insanın kendini daha iyiye, daha rahata ve daha müreffeh olana layık görmesi. Bu olgu bile bütün insanların içerisinde yatan “evrensel eşitlik” duygusunun tam bir dışavurumu olarak okunabilir. İnsanlık yeryüzünde gerçekten bir eşitlik ister mi istemez mi, bunu tartışmak mümkündür: Fakat her insan kendini ötekiyle eşit görür, herkes en iyiye kendisini layık görür. Kim bulursa bulsun veya kim yaparsa yapsın, her insan öteki insanlarla eşit şartlarda ve eşit ölçülerde yaşamayı müktesep bir hak sayarak yola çıkar. Öyle ki bir insanı başkasının kazandığı malı çalmaya iten saik bile içimizdeki bu “eşitlik” duygusudur. Keloğlan’ın padişahtan ne eksiği vardır ki ona damat olamasın?

    İnsanlığın Eşitliği Fikrini Hatırlamak: Evrensel Değerler Bir Ütopya mı?
    Alain Badiou “Gerçek bir düşünce/ideoloji öteki gerçek düşünceleri harekete geçirir.” derken mühim bir tespitte bulunur. Badiou bu fikrini Marksizmin Avrupa düşüncesinin gelişim seyrindeki rolünü anlatmak üzere söylemiştir. Avrupa’daki hâkim siyasi yapılar, ortaya çıkan hemen bütün düşüncelere müdahale eder ve temelli bir değişime hiçbir zaman imkân vermez. Bu yapı kendini değiştirme eğilimleri gösterse bile, dünyanın merkezi sayılabilecek Avrupalılık olgusu sabit kalır. Öte yandan bu düşünceyi temelden değiştirebilecek bir düşünce veya inanç ortaya çıktığında önce onu ehlileştirmeye çalışır, bunu başaramadığında ise onu “düşmanlaştırır”. Fransız devrimi üzerinde düşünürken bunu gözlemlemek mümkündür. Badiou’nun dikkatimizi çektiği hususlardan biri budur. Fransız devrimi evrensel değerlerin müdafaası şeklinde ortaya çıkmış, devrimin sözcüleri ve daha sonra bu düşünceyi benimseyenler büyük bir medeniyet telakkisi geliştirmiş, dünyanın bu istikamet üzere değişmesini savunmuşlardır. Burada klasik dünyadan aşina olduğumuz “site” yani erdemli şehrin dünya ekseninde yeniden kurulması anlayışını bulabiliriz. Haddizatında burada bir kötü niyet aramak veya bunun gizli siyasal-ekonomik amaçlar taşıdığını düşünmek haklı bir yaklaşım olmaz. İnsani her eylem belirli bir sahicilik ve samimiyet ilkesiyle vücud bulur, az veya çok içinde yüksek erdemleri barındırır, belirli bir insancıllık ile hareket eder; insan hakkında bilebileceğimiz bu olguyu Avrupa özelinde bozmamız için neden yoktur. Fakat zamanla başka bazı durumlar düşüncenin etrafında halkalanır, düşünceyi başka istikamette yeniden konumlandırır, ona yeni öncelikler ve tehditler gösterir. Badiou’nun sözlerini bu minvalde okumak mümkündür. Bu durumda daha önce evrensel insanlık değerleri olarak ortaya çıkan düşünce ve devrim zamanla Avrupa merkezli, hatta daha daralarak Fransa merkezli telakkiye doğru geriler. Her düşüncenin veya ideolojinin başına gelebilecek bir karşı devrim sürecidir bu gerçekte. Devrim kendisini harekete geçirecek içeriden veya dışarıdan başka bir hareketin yardımına gereksinim duyar, onun yardımıyla özündeki ilkeler canlanır, devrim küllerinden doğar. Badiou Marksizmin Fransız devriminin ruhuna bu katkıyı sağlayan hareket olarak kabul ederken tam olarak buna değinmiş olur. Bu sayede Fransız devrimi tekrar evrensel değerler hâline gelebilme ihtimali kazanmıştır. Bu tespitin ne ölçüde doğru ve daha önemlisi ne ölçüde gerçekleştiği sorunu bir yana, bu bakış açısıyla başka tarihi hadiseleri açıklamak da mümkündür: Mesela İslam’ın gelişme seyrinde aynı yaklaşım dikkate alınabilir. İslam Doğu Akdeniz’e geldiğinde öyle güçlü bir düşünce iklimi oluşturdu ki öteki bütün düşünceler ve inançlar yeşerme imkânı buldu, unutulmuş inançlar canlandı. Bu itibarla sekizinci, dokuzuncu, onuncu asırlardan itibaren Doğu Akdeniz’de gerçekleşen büyük temeddün, sadece İslam’ın başarısı şeklinde okunamaz.

    İslam bu bölgelere yerleşirken kendisinden beslendiği güçlü “asabiye” yeni-alt asabiyelerin oluşmasının zemini oldu, bu asabiyeler ise içinde doğdukları inançları inşa ederek Doğu Akdeniz’in erken Rönesans’ının doğmasına yol açtı. Günümüzde dünyanın en büyük sorunu, bütün dünya üzerinde evrensel değerlere itibar edilip edilmediği meselesidir. Avrupa merkezli devrimler ve ideolojiler bu dünyanın içinde kalarak sınırları kalın hatlarla çizilmiş bir Avrupa cenneti ortaya çıkardı. Fakat öteki ile karşılaştığında bu değerlerin evrensel olmadıkları hemen anlaşılıyor. Avrupa öteki dünyaya “dışarda kal” derken ilkelerin evrenselliğini reddediyor. O zaman günümüzde evrensel değerleri harekete geçirebilecek, bu değerler ekseninde insanların birbirini anlama imkânı bulabileceği yeni dünya görüşüne katkı sağlayacak güçlü düşünceler ortaya çıkmalıdır. Müslüman toplumların bugün böyle güçlerinin – entelektüel düzlemde bile – olmadığı aşikardır; bu nedenle dünyanın kurulu düzenini temsil edenlere bakmak zorundayız. Acaba orada evrensel değerler var mıdır, yok mudur? Göçlerle birlikte Avrupa’nın Afrika ile karşılaşması evrensel değerlere itibar bahsinde ciddi mesafeler kat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Günümüzde Afrika evrensel değerlerin ve bu değerleri savunan ideolojilerin çarpıp parçalandığı sert bir duvar olarak ortada durmaktadır.

    Avrupalıların göçlerle birlikte yaşadıkları sorunu anlamak üzere herhangi bir Avrupalı gibi düşünmek gerekir: Avrupalılar yeryüzü cennetlerini kurmuş, bunu ise hiç kuşkusuz büyük bedeller ödeyerek sağlamışlardır. Avrupalılar hakkında dünyanın öteki kısımlarında en yanlış verilen hüküm “bedelsiz refah” hükmüdür. Sanki Avrupa yeryüzü cennetine herhangi bir bedel ödemeden ulaşmış, sıkıntıyı tanımamış, bütün tarihleri sanki son günlerindeki gibi refah üzere yaşanmıştır diye akla gelir. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar, dedikleri durum bu olmalı. Avrupa bu noktaya varabilmek için ağır bedeller ödemiş bir toplumdur, bunda kuşku yoktur. O zaman öteki toplumların bu büyük mücadele ve tecrübe karşısında saygıyla düşünmeleri ahlaki bir sorumluluktur. Basit bir yaklaşımla “ötekileri onlar geride bırakmıştır” veya Avrupa bizi geri bırakmıştır şeklindeki yaklaşım makul bir yaklaşım değildir. Dünyanın öteki kısımları niçin geride kalmıştır sorusunun birçok cevabı vardır; her hâlükârda sıradan bir Avrupalıyı dünyadaki birçok hadisenin sebebi görmek, sömürgecilik sürecini sadece yıkıcı özellikleriyle tartışmak, onu büyük temeddünün tarumar edildiği bir süreç şeklinde düşünmek doğru değildir. Afrika veya dünyanın birçok bölgesi gelişmemiştir, üstelik çok gelişmek istemişken gelişmemiştir. İslam toplumu gelişmeyi çok arzulamışken bunu başaramamıştır; geride bırakılmamıştır, ilerleyememiştir. Belki de bütün toplumların hayalini Avrupalılar başarmıştır, burada samimi ve dürüst olmak zorundayız. Avrupa eleştirisinde iki hususu unutarak doğru neticeye varmak mümkün değildir: Birincisi Avrupalıların krizlerden çıkabilme ve çözümleyebilme kabiliyetidir. Avrupa tarihi bir krizler ve çatışmalar tarihidir, fakat her defasında bu krizlerden başarı ile çıkabilmenin yolunu bulmuşlardır. İkincisi ise krizleri çözebilme yeteneğinin sebebini teşkil eder: Avrupalılar dünyanın hemen hiçbir yerinde görülmeyecek ölçüde yazılı bir medeniyet anlayışına sahiptirler. Yazının okumak veya konuşmak gibi entelektüel eylemlerden üstünlüğünü fark etmeden Avrupa olgusunu anlamak mümkün değildir.

    Avrupa dışındaki dünyanın bunu anlaması lazımdır, bunda kuşku yok. Fakat Avrupa’nın ihmal ettiği nokta tam da başarı hikayesinin yol açtığı körlükle ilgilidir. Ariflerin Satrancı’nda geçen, “kibir köreltir” veya “kibir düşürür” olgusu burada tebarüz ediyor ve Avrupa düşüncesi evrensellik imkânlarını yitiriyor. Üstelik bu kez dünyanın mamur beldeleriyle daha az gelişen kısımları arasındaki uçurum kapatılmayacak hâle gelerek insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Dinî düşüncenin zayıflamasıyla birlikte dinî düşüncelerden beslenen metafiziğe olan ilgi ortadan kalkmıştır. Bu durum evrensel ilkeler üzerinde konuşma imkânını daraltmış, bütün insanların kardeşliği gibi değerler “şefkat” ve “acıma” duygusuna hapsedilmiştir. Evrensellikten söz edebilmek için ya güçlü metafizik ya da evrensel bir inanca sahip olmak lazımdı. Günümüzde yaşanan büyük sorun ne güçlü bir metafiziğin ne güçlü bir inancın itibar görmemesidir. Bu durumda insanlığı şamil evrensel ilkelere ulaşmak, o ilkelerle yeryüzünde konuşabilmek imkânı ortadan kalkıyor. İstikbalde etkili bir İslam düşüncesinin insanlığa sunabileceği en önemli imkânlardan birisi budur: Evrensel değerleri savunabilecek, evrensellikten yana olabilecek bir değerler kümesinin kendisinden besleneceği bir metafizik tasavvurun İslam düşüncesinin ana fikrini teşkil eder. O zaman her insanın eşitliği ile “bir insanın ölümünün bütün insanların ölümüne” denk olabileceğinin ne demek olduğunu fark edeceğiz. O zaman insanın kıymetini tekrar hatırlar, insan paha biçilmezdir, cümlesini sahici bir şekilde söyleyebiliriz.