ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ’YE GÖRE TARİKATLARIN ISLAHI MESELESİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Semih Ceyhan*

    II. Meşrutiyet devrinin önde gelen İslamcı mütefekkirlerinden, Dârülfunûn felsefe muallimi, Şâzelî-Ârûsî müntesibi Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1924) dönemin entelektüel hayatına damga vurmuş şahsiyetlerden biridir.1 Kelam, felsefe, tasavvuf, tarih, siyaset ve edebiyata dair eserlerinde genelde İslam özelde Osmanlı düşünce geleneği ve değer dünyasıyla uyumlu bir modernleşme ve yenileşme tezini savunmuş, bir yandan Batı taklitçiliğine, pozitivist ve materyalist fikir akımlarına, sosyalizm ve komünizm gibi ekonomik-politik sistemlere, masonluk gibi okültist fraksiyonlara muhalif bir duruş sergilerken; diğer yandan İslami tefekkürde taassup ve donuklaşmayla, ıslah fikrinden uzak katı gelenekçilikle ve içtihat karşıtlığıyla mücadele ekseninde tefekkürünü biçimlendirmiştir. 

    Temel iddialarının iki yönelime sahip olduğu söylenebilir: Birincisi, Müslüman toplumların tarihsel süreçte ürettiği İslam “hikmet”ini yeniden gündeme getirmek ve toplumsal hafızayı tazelemek; ikincisi, Batı emperyalizmine karşı İslam birliğinin (ittihâd-ı içtimâ-i İslâm) muhafazası için devrin meşrutiyet ideallerine paralel siyasi bir teşebbüs ve gayret içinde bulunmak. Şehbenderzâde’nin Meşrutiyet dönemi ulema ve münevverlerinin zihin dünyasında merkezî konu olan din, gelenek ve modernleşme (tecdit) gerilimini sükûnete ve dengelemeye yönelik teorik eğilimi, yazılarında ağırlıklı olarak nazari İslam bilimlerini Batı felsefesiyle mukayese, oryantalist yaklaşımları tenkit  prizmasından geçerek kâğıda yansır. 

    Bu çerçevede onun entelektüel temayüllerinin başat unsurunun tasavvuf olduğu dikkat çeker. Gerek Fizan sürgünü esnasında tanıştığı Şazeliyye yolunun kimliği üzerindeki tesiri gerek sufi hikmetin kapsayıcılığı ve insanlık krizini çözümleyici söylemi tasavvufu düşüncesinin mukavvim unsuru kılar. 1910-12 arasında çıkardığı Hikmet dergisindeki müteferrik ve seri makaleler; Târîh-i İslâm’ındaki müstakil bölümler; Türk okuru arasında meşhur, bir tür seyrusüluk macerası olan A’mâk-ı Hayâl; mensubu olduğu yolu ve pirini anlattığı İki Gavs-i Enâm: Abdülkadir ve Abdüsselâm; Senusilik örneği üzerinden Arap ve Türk tarikatlarına kıyasla tebcil ettiği Afrika tarikatlarının faaliyetleri ile Panislamist politikalar arasındaki münasebeti incelediği Senusiler, II. Abdülhamid ve Seyyid el-Mehdî Şehbenderzâde’nin tasavvuf ve tarikat mefhumlarına bakışını takip edebileceğimiz metinlerdir.

    Hikmet dergisindeki “Tasavvuf-i İslâmî” başlıklı uzun ancak tamamlanmamış seri yazılarında tasavvuf ve tarikat olgusunu, üç döneme taksim ettiği insanlığın fikir evreleri kapsamında tarihselleştirir: 1. Düşüncenin masumiyeti ve çocukluğu devresi (İsmet-i tefekkür ve tufûliyyet-i fikriyye): Beşeriyetin başlangıcından tarih öncesi dönemi kapsayan bu tarihsel kesitte insan ateşi keşfeder ve alet kullanır. 2. Akli çıkarımlar ve ilham bilgileri devresi (İstintâcât-ı akliyye ve maârif-i ilhâmiyye). Tarihin başladığı dönem olup filozofların, peygamberlerin ve velilerin tarih yazdığı süreçtir. Tasavvuf bu ikinci dönemde ortaya çıkmış peygambere ittiba ile mevcut düşünsel birikimi kendi içinde absorbe eden doktriner ve kurumsal bir vakıadır. 3. Deneyim ve bilimsel hikmetler devri (Tecrübe ve hikem-i fennî). İnsanlık tarihinin son dönemi XVII. yüzyılda Francis Bacon’ın temellerini attığı, büyük kopuşun gerçekleştiği modern bilim devridir ve bundan ötesi artık yoktur. Yapılacak şey modern bilimin verilerini tefekkür faaliyetinde her zaman hesaba katmanın zorunluluğudur. Şehbenderzâde, bu üç devirde insanlığın üç temel düşünce geliştirdiğini ekler: Tenzih, teşbih ve tevhit fikri. Tasavvuf vakıası tevhit fikrini doktrinize ve pratize eden sahih bir düşünce ve metodolojik yaklaşımlar bütünüdür. Tasavvuf tarihinde hakikat bilgisine ulaştıran iki farklı yöntem söz konusudur: Birincisi, Gazzâlî ile ortaya çıkan eserden müessire intikal yoludur ki tümevarımcıdır, nefsin bilinmesiyle hakikate ulaşma usulü. İkinci yöntem, İbnü’l-Arabî ve İmam Şâzelî’nin (bu tespitte Filibeli’nin Şâzelî müntesibi olduğunu akılda tutmak gerekir) vazettiği müessirden esere intikalle gerçekleşen tümdengelimci yaklaşım. Şehbenderzâde “vahdet-i vücûd” düşüncesinin hem metot hem doktrin olarak tüm devirlerdeki entelektüel gelişimi kapsamına alacak en açıklayıcı fikir olduğuna inanır. Modern müspet bilimin tümevarımcı yöntemini dikkate almanın yeni dönemde kaçınılmazlığını düşündüğünden, Gazzâlî yönteminin daha açıklayıcı gücü olduğunu ileri sürer. Bununla birlikte Gazzâlî’nin tecrübi idrakiyle, İbnü’l-Arabî’nin metafizik düşüncesini eklektik bir tarzda birleştirir ki onun terkibî tavrının göstergelerinden biridir. Şehbenderzâde’nin genel tasavvuf tarihi okumasını insanlığın entelektüel tarihini göz önünde bulundurmakla gerçekleştirmesi oldukça orijinal ve moderndir. Yorumun varmak istediği hedef tasavvufun tevhit doktrininin (vahdet-i vücûd) insanlığın ortaya koyduğu temel düşünce eğilimlerine, modern fen bilimleri paradigmasına bir anlama ve yorumlama modeli sunduğunu göstermektir. Bu çerçevede Şehbenderzâde, Darwin’in evrim nazariyesine bile vahdet-i vücûd modellemesi kapsamında bir yer ayırır.2

    Şehbenderzâde tasavvufu hikmet şeklinde telakki eder. Ledünni bilgilerin ve ilhamın hikmet suretinde tecelli ettiği asırlarda, insanlığın seçkin bir zümresi bu hikmeti “vahiy ve ilhamdan istiâre-i feyz ederek”, “samimi bir his, fuâdî bir fikir, bir gözlem” olarak dile getirmiş, disipline etmiştir.3 Tasavvufun kaynağı Hz. Peygamber’in zatı, menşei Hz. Ali, feyiz kaynağı vahiy ve ilhamdır. Yazarın nezdinde tarikat “tasavvuf esaslarına dayandırılmış, hususi ayin ve adabı olan İslami yol” şeklinde tarifini bulur ki bu tanımlama tasavvufun bir terbiye sistemi hâlinde kurumsallaşmasına işaret eder. Tarikatların ilk numunesi Ashâb-ı Suffe’dir. Ancak tarikatların silsileyle intikali Hz. Ali ve halefleri vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Hz. Ebû Bekir’den intikal eden tarikat zinciri -kopukluklara ve tarihî yanlışlıklara bakılırsa- manevi velayet intikalini yansıtan bir teberrük silsilesidir. Tarikatlarda görülen çokluk ve farklılaşma “esasta olmayıp çevre ve zamana göre ayin ve sülûk, elbise vs. gibi teferruat sebebiyledir. Tarikatlar, birisi dinî diğeri sosyal iki ihtiyacın mahsulüdür. Dinî ihtiyacı şöyle özetleyebiliriz: Bir kısım insanlar bir dinin içerdiği akaidi makul, yani aklın prensipleri ile yorumlanmış bir şekilde kabul etmek, meçhul, anlaşılmaz, kavranamaz bir şey önünde kalmamak lüzumunu hisseder. Bir kısım insanlarda ise ifrat ve aşırılık bulunur, mutedil ibadet şekilleri onun ruhunu doyuramaz. Heyecanlara, aşırı ibadet şekillerine muhtaçtırlar. İşte bu, tarikatlara lüzumu gösteren bir dinî ihtiyaçtır. Sosyal sebebe gelince: İnsanların çoğu, hayatın sarsıntıları, mihnetleri, imtihanları içinde teselliye, bir rehbere muhtaç olurlar. İnsan tabiatının icaplarındandır ki, kendisini teselli edecek, rehber olacak kişiyi, bir manevi imtiyazla seçilmiş görmek ve ona tertemiz ve kutsal sıfatlardan hisse vermek isterler. Böylelikle teselli etkili ve rehber güvenilir olsun.”4

    Dönemin etkin disiplinleri uyarınca tarikatları etnolojik ve sosyolojik açıdan tasnif eden Şehbenderzâde, sosyal muhit ve etnik kimliğin tarikatların seyrusülûk sistematiğini ve merasimlerini tayin etmede müessir unsurlar olduğunu söyler. “Arap muhitinden çıkmış olan tarikatlarda def ve heyecanlı zikir gözlenir. Bu ruhi heyecan onlarda şiddetli hareketler ve sayha suretiyle tecelli etmiş olur. Türk muhitinde zuhur eden Nakşî tarikatı ise heyecanı gizlemek ve sükûnu muhafaza etmek üzerine kurulmuş olduğu gibi; yine Türk çevresinde çıkan Halvetiyye şubeleri gibi tarikatlarda heyecan ile sükûnet arasında ortalama bir had takip olunur. Yine sırf Türklerde görülmüş olan Bektaşîlikte ise, tarikat ayini yalnız sohbetten ve mevize dinlemekten ibarettir.” Afrika coğrafyasında ortaya çıkan tarikatlar ise Anadolu’dakilerden farklıdır. “Tarikatların bizdeki hâline kıyasla Afrika’daki tarikatların hizmetleri, vazifeleri ve topluluk üzerine olan büyük tesirleri asla anlaşılamaz. Doğu’da şeriat âlimleriyle tarikat âlimleri arasında tezat ve rekabet bulunmakta olup, tarikat hiçbir vakit umumi bir meslek olmamıştır. Afrika’da ise vaziyet aksinedir. Bunun birçok sebepleri vardır. Bu sebeplerin araştırılması  ve tenkidi pek faydalı hakikatleri meydana çıkaracağından, bu yolda birkaç söz söylemeyi lüzumlu görüyoruz. Evvela şurasını söyleyelim ki, bu taraflarda şeriat taraftarlarıyla tasavvuf taraftarlarının arasını açmaya başlıca sebep olan tarihî çekişmeler ve Şia tefrikaları Afrika’da çoktan beri görülmediği gibi, tarikat namına hiçbir vakit böyle meseleler bahis konusu olmamıştır. Sufilik, dinî mezheplerle pek güzel uyumlu hâle getirildiğinden, oradaki düşünürleri zahir ve bâtın ehli namıyla iki muhalif partiye ayrılmamıştır. Bu sebeple, dinî ve sosyal vazifelerin hepsi tarikatlar tarafından yerine getirilmektedir. Oralarda zaviye demek mektep, yetimhane, darülaceze, şefkat ve kardeşlik merkezi, hastane demektir. Herkesin dinî, siyasi ve sosyal başvuracağı yeri zaviyedir.”5 Şehbenderzâde’nin bu tespitleri tarihsel açıdan her zaman tartışmaya açıktır. En azından şunu söylemek kaçınılmazdır ki, onun bu tespitlerinde bir Afrika tarikatı olan Ârûsîlik’e mensubiyeti, Panislamist fikirleri ve yenilikçi yaklaşımı etkilidir. 

    Şehbenderzâde, tasavvuf ile tarikatın birbiriyle kaynaştığını, ikisini birbirinden ayırarak değerlendirmenin tarihsel açıdan zor olduğunu kabul etmekle beraber “tarikat ile tasavvufu aynı ve tek bir şey zannetmenin” doğru bir hüküm olmaktan uzak olduğunu da belirtir. “Tarikat, tasavvufa vusul için sülük edilen bir usul manasına olup her tarikat ehlinin mutasavvıf olmasının icap etmeyeceğini”, “her asırda milyonlarca tarikat ehli mevcut iken, mutasavvıf hele kâmil sufinin her vakit sınırlı kaldığını” vurgular. Nitekim onun bir hikmet doktrini olarak tasavvuf ile bir terbiye metodu ve pratik alan olarak tarikatı birbirinden tefrik etmesi, özellikle tarikatların ıslahı meselesinde gündeme gelecek, 20. asrın başındaki bazı tarikatları söz konusu hikmetin taliminden uzaklaşmakla, hurde-i tarik meselelerinin zahirinde kalakalmakla, rutinleşmekle, deformasyonla tenkit edecektir.

    Aşağıda günümüz diline aktardığımız “Tarîkat” ve “Tarîkat Mesâili: Lüzûm-i Islâhât” başlıklı Hikmet dergisi yazıları Şehbenderzâde’nin tarikat olgusuna bakışını ve 20. asrın başında tarikatların ıslahı ve denetim mekanizmasının keyfiyeti konusunda açıklayıcı bilgiler içerir. İlk yazının amacı, tarikat aleyhtarlarına karşı tarikatların ve ehlinin İslam tarihindeki mühim mevkilerini, İslam düşüncesine ve sanatına, sosyal hayata ve ahlaka yüksek tesirlerini tespit etmektir. Yazar, tarikatların ıslahı meselesinde reçeteyi ise dört kısımda düzenler: 1. Meclis-i Meşâyihin ıslahı teşebbüsü zemininde müessese, derviş kesiminin sadece maddi değil aynı zamanda her tür manevi ihtiyaçlarının hâlli için başvurulacak bir merci olması gerekir. 2. Şeyhlikte ehliyet ve liyakat aranmalıdır. Tekke postu babadan ehil olmayan oğula miras bırakılan bir mülk değildir. 3. Tekkelerin gerek mukim dervişlere gerek misafirlerine layıkıyla hizmet verebilmesi için vakfiyelerinin işlerlik kazanması, zayi olanlarının ortaya çıkarılması zorunludur. 4. Sadece İstanbul tekkelerini değil Osmanlı coğrafyasındaki her bir tekkeyi denetleyecek tarikat ehlinden olan, sülûkunu ikmal edip ahvalden anlayan müfettişlerin görev alması gerekir.

    Tarikat dünyasına yönelik güncel tartışmalara tarihsel bir arka plan sunması, düşünsel bir derinlik katması için Şehbenderzâde’nin tespitleri ihmal edilmez nitelikte…

    Tarikat

    (Hikmet, 2 Haziran 1327

    (15 Haziran 1911, cilt 2, sayı 61, s. 4)

    Allah yolunda her tür nefsani heveslerden geçerek, geceyi gündüze katarak, devamlı bir gayret ve mücahedenin sonucunda, ilahî inayet ve tevfik sayesinde, beşerîliği melekliğe, maddi yapısı ilahîliğe evirilen büyük velilerden bazılarının bir manevi içtihat neticesinde kendi velayetlerine izafe ile zuhur ve intişar eden, müstakil adap ve erkânı içeren muhtelif yollardan her biri ayrı ayrı birer “tarikat”tır. Kâdirî, Rifâî, Nakşî, Mevlevî, Halvetî, Celvetî tarikatları gibi. Bütün tarikatların esası şeriat-ı Muhammedî olup tarikat pirleri bu sağlam temeller üzerine tarikat binasını inşa etmişlerdir. Ve hiçbiri asla şeriat dairesinin dışına çıkmamışlardır. Tarikata intisaptan maksat, nefsi terbiye ve kalbi şundan bundan tahliye ederek tam bir incelik ve saflıkla tatlı tatlı Allah diye diye Allah’ı bulmaktır. Her tarikat, maddi ve manevi en büyük ve en tesirli bir etken ve ilerleme sebebi iken, binlerce esef ki aksi iddiada bulunanlar ayrı bir millet vücuda getirecek kadar çoktur. Bu zavallı iddialarını ispat etmek için neye, hangi delile dayanırlar bilemem. Fakat şunu bilirim ki iddiaları hakikatle uzaktan yakından alakalı değildir. Çünkü tarihsel gerçeklerdendir ki tarikat ehlinden pek çok müfessir, muhaddis ve eser sahibi yazar çıkmıştır. İmâm-ı Gazzâlî (ö. 505/1111), Abdülkadir-i Geylânî (ö. 561/1166), Necmeddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221), Muhyiddîn-i İbnü’l Arabî (ö. 638/1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273), Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413), Molla Câmî (ö. 898/1492), İmam-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) bu zevat arasındadır. Yine tarihî hakikatlerdendir ki tarikat ehlinden birtakım filozof, edip ve şair yetişmiş, arkalarında bıraktıkları kalıcı eserlerle yalnız İslam âleminde değil bütün cihan medeniyetine hizmet etmişlerdir. İhyâ-i ulûmi’d-dîn, Fusûsu’l-hikem, Dîvân-ı İbnü’l-Fârız, Mesnevî-i Şerîf, Gülistân ve Hâfız Dîvânı vs. bu türden enfes kitaplardandır. İşte bu meşhur eserler, Avrupalılarca bile kabul edilmiş, onların özel ve genel kütüphanelerini süslemiştir. Tarikat ehlinden ticaret, ziraat ve sanat ile meşgul olmuş zatlar büyük bir yekûn teşkil eder. Hâlihazırda bile ulemadan ve idarecilerden, tüccar ve esnaftan binlerce tarikat ehli mevcut olup, bunların hepsi de kendi muhit ve meslekleri dâhilinde bu devletin ve milletin ilerlemesine ve yükselmesine ilimleriyle, kalemleriyle, kılıçlarıyla, bedenleriyle ve mallarıyla hizmet ettikleri ve etmekte oldukları hâlde yine tarikatı terakkiye mâni addetmek tarikatın ne olduğunu bilmemekten ve anlamamaktan ileri geldiği şüphe edilemeyecek bir durumdur. Eğer medeniyetten maksat milyonlar kazanmak, fabrikalar, atölyeler tesis etmek, saraylar ve kâşaneler dikmek ise tarikat bunları iftiharla kabul eder. Bir şart ile ki o da şudur: Hak’tan gafil olmamak. Çünkü gaflet tarikat ehli için en acı verici bir dert, en büyük bir felakettir. Her tarikat müntesibi, insan cinsinin saadet ve selametine sarf eylemek şartıyla meşru olan her sanata, her ticarete girerek, her işi tutarak istediği kadar para kazanabilir. “El işte, gönül oynaşta” düsturu her tarikatın siyasi kaidesidir. Yok eğer medeniyetten maksat bunlar olmayıp da her türlü dinî ve millî kayıtlardan uzaklaşarak hayvanat derekesine inmek ise, tarikat bu gibi rezillikleri kendine mahsus bir hareket ve nefretle reddeder. Tarikatın iki cihan mutluluğunu tekeffül eden bir şey olduğu, tarikatın ne olduğunu anlayanlarca malumdur. Sırf anlamamaktan kaynaklanan tarikat aleyhtarlarına karşı şimdiye kadar yaptığım açıklamaların yeterli olacağı kanaatindeyim. İnşallah gelecek haftadan itibaren tarikat ehli büyüklerin biyografisiyle, onların manzum ve mensur mübarek nefeslerini neşredeceğimi sizlere arz ederim.

    Tarikatların Islahı

    (Hikmet, 26 Mayıs 1327

    (8 Haziran 1911) cilt 2, sayı 60, s. 5)

    Bizde evvelden beri gerek cehaletten gerek araştırma eksikliğinden ötürü tarikat mensupları hakkında atıp tutanlar, onlara dil uzatanlar, tekkeleri birer tembelhane, dervişleri de işsiz güçsüz ve toplumda âdeta zararlı nesneler sayanlar pek çoktur. Bu fikirlerinin isabetsiz olduğunu, tekkelerin birer tembellik yurdu olmayıp, aksine mükemmel bir dershane, dervişlerin de bu dershanelerin birer irfan sahibi talebeleri olduklarını, buralarda herkese kabiliyetine ve istidadına göre şeriat, tarikat ve hakikat dersleri verildiğini, İslam adabı ve insanlık öğretildiğini anlatmak, ispat etmek zamanı artık gelmiştir. Burada uzun uzadıya dervişliğin meziyet ve faziletinden bahsedecek değilim. Dervişliğin yüceliğini ve kutsiyetini anlamak ve takdir etmek için şeriat sahibi Peygamber Efendimizin halka başı olduğu binlerce âlim, filozof, hikmet ehli İslam büyüklerinin birer derviş olduğunu bilmek kâfidir. 

    Her ne kadar Allah dervişler hakkında ayet göndermemişse de 

    Hz. Muhammed’in fakirlik ve fukara ile övünmüş olması yeter.

    Mezhep başımız İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (ö. 150/767) hazretlerinin de bir derviş olduğunu merhum Müstakimzâde (ö. 1282/1787) Fıkh-ı Ekber tercümesinde beyan ediyor. Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazzâlî, Necmeddîn-i Kübrâ, Muhyiddîn-i İbnü’l Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa’dî-i Şîrâzî (ö. 691/1292) ve Molla Câmî gibi seçkin zevatın hep birer derviş oldukları tarih ve menkıbe kitaplarında yazılıdır. Dervişlikte öyle bir kapsayıcılık vardır ki başka hiçbir meslekte görülmez. Derviş asker olur, kâtip olur, tüccar olur dervişliğine halel gelmez. Çünkü dervişlik kisve ile tekke ile değil, ahlak ve kalp ile olur. Bununla birlikte her sınıf ve mesleğin bir alametifarikası ve kendine mahsus bir durumu da vardır. Kisve ile tekke de dervişin alametifarikası ve kendine mahsus mahallidir. Dervişler içerisinde eğitim-öğretim, ziraat, ticaret ve sanat ile meşgul oldukları hâlde nefs tezkiyesi ve ruh tasfiyesine muvaffak olmuş insân-ı kâmiller, ferdiyet makamına ermiş nice zatlar çok miktardadır. Yine dervişler içerisinde her şeyi, her işi terk ederek senelerce tekke köşelerinde kaldıkları hâlde nefsini terbiye edememiş, ahlakını düzeltememiş, yani hiçbir şey olamamış pek çok kimse de vardır. İlk kısım dervişliğin ne olduğunu ve nasıl olacağını anlayanlar; ikinci kısım ise dervişliğe dair hiçbir şey anlamayıp zahirde ve görünüşte kalanlardır. Buna göre –acizane kanaatimdir ki– sahih ve gerçek dervişlik olduğu gibi sahte ve taklitçi dervişlik de vardır. Binaenaleyh gerçeğini sahtesinden ayırmak, daha doğrusu taklidini gerçek kılmak için tarikatları –hâlihazırda– ıslah etmenin kaçınılmaz olduğunda tereddüt etmemek gerekir. Fakir düşünebildiğim derecede bu ıslah işinin ne yolda yapılması gerektiğini sizlere arz edeceğim.

    Öncelikle Meclis-i Meşâyih’in Osmanlı coğrafyasındaki tüm tekke ve dervişlerin hem zahir hem de bâtın açısından başvuracakları bir merci olması lazımdır. Ancak üzülerek kaydetmeliyim ki bu müessese göründüğü kadarıyla yeteri derecede faal değildir. Dolayısıyla ilk önce Meclis-i Meşâyih ıslah edilmeli ki, irşat işi, kulların irşadı dervişliği “Allah, eyvallah” demekten, tarikatı hırka ve külah giymekten ibaret zanneden zahirperestlerin eline kalmasın. İkinci olarak, şeyhlik mal mülk gibi babadan oğula intikal etmemelidir. Şeyhlikte ehliyet ve liyakat aranmalıdır. Âlim bir babanın çocuğu okumazsa cahil kalır. Babasının vefatıyla ilmi ona intikal etmez. Öte yandan kâmil bir şeyhin çocuğu yolunda bulunmazsa, değil şeyh belki derviş bile olamaz. Öyleyse babasının vefatıyla yerine geçemez. Hatta yolunda bulunsa bile babası hayatta iken şeyh tayin edilmedikçe irşat postuna oturamaz. Çünkü şeyhlik manevi bir iştir. Ahmed er-Rifâî Efendimiz’in (ö. 578/1182) dayıları Şeyh Mansur el-Batâyihî zamanın kutbu iken, oğlu Şeyh Ahmed babasının irşat şemsiyesi altında güneşlenirken, bir manevi emir gereği postu oğluna değil Ebu’l-alemeyn Ahmed er-Rifâî’ye teslim etmişlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri ahirete teşrif ettiklerinde, oğlu Sultan Veled (ö. 712/1312) hayatta olduğu hâlde vasiyetleri gereği posta Hüsâmeddîn-i Çelebî (ö. 683/1284) geçti. Evet, tarikatta veraset manevidir. Soy ve akraba yakınlığı nazarıitibara alınmaz. Yaşa, başa, mesleğe, mevkiye bakılmaz. Ehliyet ve kabiliyet şart olmakla beraber, manevi bir işaretin zuhuru da şarttır. İstidat veya kayırmayla şeyh olan babasının vefatından sonra hayli geliri ve aidatı olan tekkeyi elden kaçırmamak için devam etmekte olduğu mesleği terk ederek, üstüne aba, başına tarikat tacı giyerek “Eyvallah, imanım.” demekle dervişlik, şeyhlik oldu zanneden gafiller, layık olmadıkları söz ve hâlleriyle güneşten parlak, nurdan saf olan tarikatları siyah ve lekeli gösteren cahiller, faydasız yere işgal ettikleri irşat seccadesini terk etmedikçe, daha doğrusu kendilerine terk ettirilmedikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de İslamiyet’in, insaniyetin ruhu ve hakikati demek olan tarikatın, dervişliğin ne olduğu etrafıyla anlaşılamayacağından, Müslümanlar arasında tarikatlar hakkında ileri geri konuşmalar son bulmayacaktır. Bunun ise İslamiyet ve insanlıktan nasibi olanların gönlünü ne derece yaralayacağı tarif edilemez. Bugün Osmanlı coğrafyasındaki tekkelerin adedi binlere ulaştığı ve her sınıf ahaliden milyonlarca iman ehlinin tarikatlara mensup bulunduğu düşünülecek olunursa ıslah işinin ne büyük, ne hayırlı iş olacağı belirginlik kazanır. Üçüncüsü, tekkelerin asıl vakfiyeleri meydana çıkarılmalı, zayi olanları iade ve tazmin edilmelidir ki, gelen giden ziyaretçiler ve misafirler imkân ölçüsünce ağırlansın ve kendilerine ikram edilsin. Tekkelere sadece dervişler kabul edilmez. Tekkeler istisnasız herkese açıktır. Bir insan hangi meslek ve mezhepte bulunursa bulunsun istediği tekkeye gider, istediği kadar kalır. Niçin geldin, ne zaman gideceksin denilmez. Tekkelerdeki bu genel kabul, dervişlikteki medeniliğin ve felsefenin derecesini pek açık biçimde göstermektedir. Bu, sırf tarikata mahsus olağanüstü bir durumdur ki güzel ahlak ile bezenmeksizin müyesser olmaz. Allah yolu demek olan tarikat, ilahî ahlakla ahlaklanmaktan başka bir şey olmayan dervişlik işte böyle olur. Esasen tekkeler ve dervişlik de böyle olacaktır. Dördüncüsü, tekkelerin daimî bir intizam içinde bulunmalarını temin için yine tarikat ehlinden olan, yolun ahvalinden anlayan, ahlaklı müfettişler bulunmalıdır. Teftiş yalnız İstanbul’la sınırlı kalmayıp bütün Osmanlı coğrafyasında bulunan her bir tekkeyi kapsamalıdır. Tekkeler hakkında icra edilecek ıslahat da bu şekilde umumi olmalı, sadece İstanbul’a hasredilmemelidir. Aksi takdirde fayda sınırlandırılmış olur. Maksat sınırlandırma değil, kapsamaktır. Hizmet özele değil geneledir. Teşebbüs ve gayret bizden, tevfik ve inayet Hak’tandır. Allah cümlemizi tevfik ve inayetine mazhar buyursun. Amin.

    [Not: Yeni kurulan Cemiyet-i Sûfiyye başkanlığında Esad Erbilî (1847-1931) hazretlerinin bulunması tekkelerin ıslahı hakkında manevi bir müjde addeder, Hazret’in ve Cemiyet-i Sûfiyye’yi vücuda getiren muhterem zevatın maddi ve manevi muvaffakiyetlere mazhar kılınmasını can u gönülden niyaz ederim.]

    * Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

    1 Biyografisi, eserleri ve düşünce temayülleri hakkında bk. Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Hayatı ve Eserleri, doktora tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1997.
    2 Filibeli Ahmed Hilmi, “Tasavvuf-i İslâmî ve Fünûn-ı Cedîde ve Felsefe”, Hikmet Yazıları, haz. Ahmet Koçak, İstanbul 2005, s. 181-329.
    3 Tasavvuf-i İslâmî’den naklen bk. Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Hayatı ve Eserleri, s. 331.
    4 Şehbenderzâde, Târîh-i İslâm II, Konstantiniyye: Hikmet Matbaası 1327, s. 572, 574.
    5  Şehbenderzâde, Târîh-i İslâm II, Konstantiniyye: Hikmet Matbaası 1327, s. 575-6, 578; Şehbenderzâde, İslam Tarihi: Hazret-i Peygamber’den Zamanımıza Kadar, İstanbul: Ötüken Neşriyat 1982, s. 515-516.