KAÇ DUYUMUZ VAR? BEŞ Mİ, ALTI MI YA DA FAZLASI MI?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Klaus Voswinckel*

    Duyular bize hediyedir. Onları hemen doğrudan kullanmamız için değil, onlar sayesinde bizim için açılan dünyada onları geliştirmek için bize verilmiştir. Yavaş yavaş ama gitgide daha açıkça farkına vardığımız harika bir şey varsa, o da duyulardır. Kendileri aracılığıyla şeyleri ve bizzat kendimizi ayırt etmeyi öğrendiğimiz mucizevi şeyler, tuhaf araçlar, organoi’ler varsa, onlar da bu duyu organlarıdır. Michel Serres bize şunu işaret etmişti: Duyu organları derinin girdaplarıdır.11 Michel Serres, Die fünf Sinne, Frankfurt a.M. 1993, s. 88. Kıvrımlar, katmanlar, dolanmalar ve girdaplaşmalardan oluşan, dolambaçlı yollarda içi ve dışı birbirine temas ettiren labirent benzeri yapılardır. Bir tür kuantum sıçraması gerçekleştirirler: Genel duyudan belirli bir görme veya işitme, belirli bir tat, koku veya dokunma duyusuna sıçrayış.

    Kaç duyu var? Bu tartışılabilir. Beş mi altı mı? Ya da on üç? Ya da daha fazla? Bir çocuk doğduğunda tüm vücudu bir duyu organıdır. Derinin üzerinden geçen dalgalar ve titreşimlerde bunu görebilirsiniz. Deniz yüzeyindeymiş gibi hareket eden psişik bir manzaradır bu. Odadaki seslere ve ruh hâllerine, soğuğa ve sıcaklığa, yakınlardan gelen yatıştırıcı mırıltılara veya dışarıdan ve içeriden gelen ani korkutucu kasılmalara karşı hassas olan cilt, ilk duyumuzdur. Diğer beş duyu gelişmeden ve birbirlerinden ayırt edilmeden önce her şeyi kaydeden yüzeydir.

    Duyular bizimle ne yapar? Onlar, bir şeyi algıladığımızda her zaman orada oldukları için görünüşte en anlaşılır şeylerdir; diğer yandan, onlar olmasaydı, biz de olmazdık, bu nedenle varlığımızın doğrudan kanıtı onlardır ve aynı zamanda geçişin en hassas, en savunmasız, en narin noktası oldukları için kendilerini dünyaya açarken korunmaya ihtiyaç duyarlar.

    Bu koruma hakkında düşünmeye değer. Duyuların serpilip gelişmesine ilk izin veren ebeveynlerdir, ardından birlikte yaşamanın, karşılıklı uyumun ve kültürün çeşitli biçimleri. Şeyleri görmeyi ve sesleri duymayı öğreniriz. Bütün bunların meydana geldiği alan, bizim için baştan beri hiçbir şekilde verili değildir, daha ziyade önce hissedilmeli, duyularla açılmalı ve adım adım genişletilerek yayılmalıdır. Alanın her gün uğraştığımız ve meydana getirmeye çalıştığımız bu genişlemesine, bir zamanlar bir kitap boyunca tarif ederken görünmez beden adını vermiştim.22 Klaus Voswinckel, Der unsichtbare Körper – Tonda-Tagebuch, Weitra, 2006. Çünkü beden, kendisinin ötesine geçmek isteyen ve sürekli kendisinin ötesine geçen bir şeydir. Aşma gücü vardır. Daha doğrusu: Çoğunlukla incindiğinde, kendi içine çekildiğinde, acı ya da düşmanlıkla imlendiğinde hissettiğimiz içkin bir bedenimiz ve bizi uyanmaya ikna eden, kendimizin ötesine geçmeye ve havada iplik örmeye çağıran aşkın bir bedenimiz vardır. Duyular bize bu konuda yardımcı olur, ancak görünmez bedenle özdeş değildirler. Güne hayalî ağlar atarız ve onlarla şeyleri yakalamaya çalışırız. Bunu birlikte yaptığımız zaman (yani, iki veya daha fazla görünmez beden çakıştığında), buna gerçeklik deriz.

    Emanuele Coccia da çok benzer bir bulguya varıyor: “Duyusal olan ve duyusal olanla temas, kişinin ek bir bedende yaşamasına izin verir … Bu ek beden, yaşamın en somut gerçekliğidir, deneyimin titreşen bedenidir: Deneyimlenenin bir alt bileşeni değil, onun edimi ve maddesidir.” Görünmez bedeninizin (aşkın bedeninizin) ne kadar büyük olduğunu bilmek istiyorsanız, ne kadar uzağı görebildiğinizi, hissedebildiğinizi ve düşünebildiğinizi deneyin.33 Emanuele Coccia, Sinnenleben, Eine Philosophie, München 2020, s. 103.

    Görünmez vücudumuzun görünür bir dış derisi varsa, nerede? Ufukta mı? Denizlerin ötesinde? Bir sonraki sokak köşesinde mi? Gözlerden iki metre uzakta mı? Ayrıca elbette şimdi bu dış derinin – ve bununla birlikte görünmez bedenin – nasıl bir tutarlılığa sahip olduğu sorulabilir. İnce bir maddeden mi söz ediyoruz burada? Hafıza ve beklenti ile iç içe geçmiş bir doku mu? Tamamen aklı başında olan bir rüya gibi bir şey mi? İçine örüldüğümüz bir ağ (gerçeklik ağı) mı? Timaios’ta Platon, oluşun süt annesi olan Chora’dan, tüm düşüncelerden ve tüm varlıklardan önce gelen ve kendisi yersiz olsa da her şeye kendi yerini atayan ve aslında onu mümkün kılan bir mekânsallıktan söz eder. Görünmez bedenin, mekân yaratan bu güçle çok ilgisi vardır. Onun maddeselliği, Maurice Merleau-Ponty’nin Chair (ten) dediği şeydir, bizimle dünya arasında işleyen, yaşayan, asla kavrayamayan algının eti. Burada şeyler ve bizim aramızda, sürekli değişen bir iç içe geçme, görünmez bir örgü var: “Verili olan, ancak gözlerimizle yoklayarak yaklaşabileceğimiz bir şey, onlara ‘tamamen çıplak’ asla yaklaşamayız, çünkü bakışın kendisi onları sarar ve kendi etiyle giydirir… Bakışın kendisi, görenin görünür olanla birleşmesidir, kendisinin bizzat ‘ait olduğu’ görünür olanda, yine kendisini arar.”44 Maurice Merleau-Ponty, Le Visible e l´Invisible, s.173

    Bunun anlamı şudur: Kulak bize duyma imkânı, göz bize görme imkânı verir; ancak sonrası, yani nasıl işittiğimiz ve gördüğümüz, her ikisini aynı anda nasıl yaptığımız, artık yalnızca organlara değil, başka bir şeye de bağlıdır: Mekânı yaratan Chora’ya, Chair’ın (tenin) etkinliğine, görünmez bedene. Duyular uyanıklıkla ilgilidir. Uykuya daldığımızda çevremizdeki sesler daha sessiz hâle gelir, uyku seviyesine bağlı olarak tamamen kaybolmadan önce cam bir duvarın ardında boğuk görünürler ve yerini yavaşça rüya görüntülerine bırakırlar.

    Uyurken, duyular, uyandıklarında kendilerini hemen yeniden yönlendirmek için derin bir denize dalarlar. Bu nedenle duyular her zaman bilinçle ilişkilendirilmiştir. Elbette bilinçle aynı şey değiller. Ama duyular onunla ilişkilidirler – ve bilinç de onlarla. Belki de düşüncedeki en talihsiz ve önemli gelişmelerden biri, duyuların en büyük şüphecisi Descartes’ın, res cogitans ile res extensa olarak adlandırdığı zihin ile beden arasında, radikal bir metafizik kesintinin yapılmasıydı. Bugün gayret ederek ters yöne geri doğru gitmemiz gerekiyor.

    Bilinç için en eski Yunanca ifadelerden biri, birlikte algılama anlamına gelen Synaisthesis’dir. Bu sadece bir şeyi birlikte algıladığımız anlamına gelmez (sensus communis, Daniel Heller-Roazen bunun hakkında akıcı bir kitap yazmıştır55 Daniel Heller-Roazen, Der innere Sinn, Archäologie eines Gefühls, Frankfurt a.M. 2012. [The Inner Touch: Archaeology of a Sensation, New York 2007].), aynı zamanda bir duyudan diğerine bir bağlamın kurulduğu ve kendimizin farkına vardığımız bir süreç anlamına gelir. Latince bilgi anlamına gelen sapere, aynı zamanda tatmak anlamına da gelir. Bu bize duyuların zihin açıklığı ile ne kadar yakından ilişkili olduğuna dair bir fikir verir, insan düşüncesinin dünyanın başka yerlerine sıçrayabilme ve şimdiki zamandan ayrılma yeteneği ile duyuları kolayca örtebileceği ve hatta bir süreliğine kapatabileceği tartışmasız olsa bile; burada, çevresindekilerinin farkında olmayacak şekilde düşüncelere dalmış filozofu hatırlayabiliriz. Belki de zamanla düşünme, diğerleriyle rekabet hâlinde bir duyuya dönüşmüştür, duyusal organlarla belli bir mesafede duran ve yine de onlarla tekrar tekrar bağlantı kuran bir tür olanak duygusuna.

    Kaç duyu var? Altıncı his hakkında konuştuğumuzda, genellikle birinin duyular üstü bir görü yeteneğinden, gerçeğin sınırlarının ötesinde bir görüşe sahip oluşundan kastediyoruz. Diğerleri bu noktada bir “iç duyu” kavramını ortaya attılar ve bunun altıncı his olduğunu ilan ettiler, örneğin, ortak duyu ve bilince yaklaşan bir tür “içsel dokunma duyusu”. Peki ya dil? Dil, aynı zamanda dünyayı açtığımız bir “içsel dokunma duyusu” değil mi?66 Heller-Roazen, s. 309. Aslında, bize yardımcı olması için dili kullanmasaydık, pek çok detayı ayırt edemezdik ve bir şeyleri isimlendirerek bizim için bireyselleştiremezdik. Altıncı (yedinci veya sekizinci) duyu yerine geçecek, başka yetenekler de bulunmuştur, örneğin onsuz gün boyunca dik yürüyemeyeceğimiz denge duyusu. Ancak rakamlar fazla bir netlik sağlamıyor. Duyuların nasıl karşılıklı olarak birbirlerinin üstüne bindiği, olayları birbirleriyle veya birbirlerine karşı nasıl çeşitlendirdikleri daha önemli. İnsan kendini onlara bıraktıkça çeşitlilik de o kadar artıyor.

    Müziği kulaklarımızla duyarız. Ama bu duyma işlemini aynı zamanda deri ve tüm vücut birlikte yapıyoruz. Davulların vuruşlarını diyaframda, hatta kemiklerde duyarız ve belirli titreşimlerin veya melodilerin tenimize damladığını hissederiz. Tüm beden bir işitme organı hâline gelebilir. Zaten beden başlı başına bir hissetme organıdır. Jean-Luc Nancy, “Tamamen kulak olmak, dinlemek, aynı anda dışarıda ve içeride olmaktır, birinden diğerine ve ondan ötekine açık olmak anlamına gelir.” der77 Jean-Luc Nancy, Zum Gehör, Zürich 2010, s. 23. ve ekler: “Mesele, varlığın titreşimine, ya da titreşimin varlığına geri dönmek ya da ona kendini açmaktır.”88 Nancy, s. 30.

    Organlar nedir? Yunanca anlamıyla, bunlar araçlardır, ancak oldukça temel, anlaşılması zor, gizemli araçlar. Elbette bunlar aynı zamanda birer ortam ve zardır. Deleuze, büyük monadolog Leibniz’e atıfta bulunarak, her duyu organının bir filtre, bir elek olduğunu söyler.99 Gilles Deleuze, Die Falte, Leibniz und der Barock, Frankfurt a.M. 1995, s. 126. Duyu organlarımız dünyayı, onu görebileceğimiz, duyabileceğimiz ve aynı zamanda tadabileceğimiz, koklayabileceğimiz ve dokunabileceğimiz bir şekilde filtreler. Dünyayı düzenler ve dönüştürürler ki böylece tekil şeylerin farkına varalım ve onları adlandıralım. Bu eleğin ötesinde, kaos, tanınmaz ve çözülemez bir karışım ve karışıklıktan başka bir şey yoktur. Leibniz Deleuze ile veya Deleuze Leibniz ile birlikte şunu söyler: Dünya yalnızca duyu organı dediğimiz elek aracılığıyla algılanabilir ve gerçekten bir dünya hâline gelir. O hâlde “içsel dokunma duygusu” (ya da ona ne dersek diyelim) olarak dil, bu eleğin bir parçası mı? Dilbilgisi, sözdizimi ve kendine haslığıyla, kaçınılmaz olarak üst üste bindirdiğimiz algımızın ızgarasına mı ait? Paul Celan şiir kitaplarından birine “Dil Kafesi” adını veriyor. Şiirlerinden birinde “parmaklıklar arasındaki göz”den bahseder.1010 Paul Celan, Sprachgitter, Frankfurt a.M. 1961, s. 28. Bunlar bir kafesin ya da hapishanenin parmaklıklarıdır. Dil bir hapishanedir. Konuşanlar parmaklıkla ayrılmıştır. Birkaç satır sonra “Biz yabancıyız.” der Celan. O zaman dil, bir filtre veya organon olarak, bizi hem dünyadan ayıran hem de yine de ona kesin bir erişim sağlayan şeydir. Bu bilmecemsi bulguyla yaşamak zorundayız.

    Dünya içimizde duyu organları aracılığıyla açılır ve biz de duyu organları aracılığıyla dünyaya açılırız. Başka bir deyişle: Gözüm dünyaya takılır ve ondan kaçamaz. Bir örümcek ağına dolanırım. Yola çıktığım her gün, ona daha sıkı dolanırım ve gelin görün ki etrafımdaki ağı saran benim kendi bakışım. Bazen bir parçası yırtılır ve bir ucu rüzgârda sallanır. Ama gözümün her kırpışması, gevşek iplikleri nemiyle birbirine bağlar ve ben onun içinde sıkışıp kalırım, daha da özlemle, daha da şiddetli ve umutsuzca.

    Gözlerden bahsetmişken. Işık onları yapmasaydı, onlara asla sahip olamazdık. Uzay aracılığıyla yeryüzüne düşen ışık, bitkilere ve canlılara dönüşümüyle bir deri ve sonrasında bir retina yarattı. Gözler, derinin girdapları, saf duyumsamanın ötesine (veya onun aracılığıyla) geçerek, birdenbire içine girebileceğimiz bir enginlik olduğunu keşfeder.

    Şeylerin bizimle ve bizim şeylerle nasıl bağlamda olduğumuzun bilgisi hâlâ çok uzak. Örneğin: İşitebilmemiz, içimizden duyabilmemiz, aynı zamanda içimizde bir sessizlik hissine sahip olmamıza bağlıdır. Bu sessizlik olmasaydı, dünya ayırt edilemeyecek şekilde parçalanırdı ve iç sesle sağır olurduk.

    Bazen şöyle düşünüyorum: Biz seslerden oluşuyoruz. Her birimiz, nerede olursak olalım (belki de nerede olduğumuzu çoktan unutmuş olsak bile), bir beden oluşturmak için bir araya getirilmiş ve üst üste bindirilmiş seslerden oluşuyoruz. Bedenimiz ve tenimiz olarak hissettiğimiz şey, tamamen sessizliğe dalan tınılarla gelişiyor. Sessizliğe dönüşen seslerden meydana geliyoruz. Ve bize bir beden veren, konuşmamızı, ayağa kalkmamızı ve dünyayı hissetmemizi sağlayan bu sessizliğe düşüşten başka bir şey değil.

    Bu bizi hediye kavramına geri getiriyor. Bir yandan filtre, elek, düzenleyici bir indirgeme ve daraltma olarak görünen şey, diğer yandan bir empatik genişleme yeteneğidir. Bize açtığı alanla, içinden akan ışıkla, renkleri ayrıştırmasıyla ve havadaki titreşimleriyle simbiyoza (ortakyaşama) bir çağrıdır. Dünya ile bağlantı hâlindeyiz, aynı zamanda düşünmenin nevi şahsına münhasır olanak duyusuna sahibiz, bu nedenle, saf olanaklar ve sanal çözümlerin yanında, bu sahici bağlamı, bu örgüyü, karşılıklı bu iç içe geçişi gözden kaçırmamalıyız.

    * Yazar, Yönetmen



    1 1 Michel Serres, Die fünf Sinne, Frankfurt a.M. 1993, s. 88.
    2 2 Klaus Voswinckel, Der unsichtbare Körper – Tonda-Tagebuch, Weitra, 2006.
    3 3 Emanuele Coccia, Sinnenleben, Eine Philosophie, München 2020, s. 103.
    4 4 Maurice Merleau-Ponty, Le Visible e l´Invisible, s.173
    5 5 Daniel Heller-Roazen, Der innere Sinn, Archäologie eines Gefühls, Frankfurt a.M. 2012. [The Inner Touch: Archaeology of a Sensation, New York 2007].
    6 6 Heller-Roazen, s. 309.
    7 7 Jean-Luc Nancy, Zum Gehör, Zürich 2010, s. 23.
    8 8 Nancy, s. 30.
    9 9 Gilles Deleuze, Die Falte, Leibniz und der Barock, Frankfurt a.M. 1995, s. 126.
    10 10 Paul Celan, Sprachgitter, Frankfurt a.M. 1961, s. 28.