SARİH AKIL İLE SAHİH FITRAT ARASINDA SELİM DUYULAR: İNSANIN HAKİKAT ARAYIŞINDA DUYULARIN YERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ekrem Demirli

    Büyük sufi-metafizikçi Abdülganî en-Nablusî “mevcudun (var olan diye kendini dayatan)” duyuları istila eden mutlakiyetine mukabil varlığı kendinde şey (nefsü’l-emr) olarak idrak yolundaki cehdi nefs terbiyesinin temel sorunsalı sayarak tasavvufun amacını ortaya koymuştu. Duyularımız mevcut ile onun sonsuz görünümleri tarafından istila edilir, onun dışında gerçekliği görebileceğimiz bir alan bırakmaz. Hakiki anlamıyla düşünmek veya “arınmak” (tasavvuf eylemi), mevcudun istilasına karşı tecerrüdî ve tecridî yöntemlerle aklı kalbi duyuların istilasından özgürleştirme eylemidir. Tasavvufi hayatın halvet, inziva ve züht şeklinde ortaya çıkan riyazet yöntemlerinin gayesi mevcudun tahakkümüne karşılık varlığı düşünebileceğimiz bir boşluk bulmaktır. Bu sayede insan hadiselerin ve var olanların ilkesi olan varlığı yeni bir zeminde idrak ederken dil de daha önce örttüğü gerçeğin yansıdığı ayna hâline gelerek yeniden kurulur.

    Günlük hayatın mücbir alışkanlıkları dâhilinde akılcılık ile duyumculuk arasında odaklanan filozofik tartışmaların sahiciliğini fark edebilmek imkânsıza yakın derecede güçtür. Acılarla muzdarip birine veya hazzı doruklarda yaşayan insana gerçeğin yaşadıklarının/hissiyat ötesinde bir yerde bulunduğunu ve hatta yaşadıklarının sadece bir “yanılsama” olabileceğini söylemek cesareti felsefe yapmaya meşruiyetini veren erdemli bir çabadır. Sadece felsefe yapmak mı? Tasavvuf “doğru” ve kesin addettiğimiz her ne var ise onu mevcudun (hadise veya şey olarak) zihnimize dayatması addederek onların gerçekliğinden kuşku duymakla başlayan uzun ve çetrefilli yolculuğun ismidir. Bununla beraber geçmişte ve günümüzde birçok insan için duyular ile akıl arasındaki ilişkilerle ilgili tartışmalar totolojik olmanın ötesine sızamayacak, bu nedenle de bize yeni bilgi veremeyecek kuru lafızcılık –kavramsal değil– ile sübjektif üslup ayrışmalarından öteye gitmez. Biz biliriz ki sıradan insan tecrübesinde kesinlik ve gerçeklikten söz etmek gözle görür olmaktan söz etmektir: “Gözümle gördüm, kulağımla işittim.” dediğimizde en emin olduğumuz durumu anlatırız. Görmek, duymak, tatmak, dokunmak ve koklamakla eşya hakkındaki hükmümüzü ikmal eder, tereddüt etmeyeceğimiz kesinlikte hareket edebileceğimiz güvenli bir dünyada yaşarız.

    Bununla birlikte öteden beri insanlar duyularımızdan ve onların verilerinden tereddüde kapılarak gerçeği başka bir gücümüzün verebileceğini –veya başka birinin bize verebileceğini– düşünmüşlerdir: akıl. Akıl duyuların yanılsama ile bozduğu dünyayı “kendinde şey” olarak yeniden temellendirir ve nihai hakikati bize başka bir şekilde gösterir. Bu durumda akılcılıkta düşünme duyulara karşı direnmekle gerçekleşen zorlu yolculuktur. Burada duyular saldıran ve bozan iken akıl kendi soğukkanlılığıyla mücadele ederek gerçekte ısrar eder; anlatım böyledir. Akılcılık ile duyumculuk arasındaki ayrışma duyuların bilgideki yetersizliği sorunundan ortaya çıkan kadim tartışmadır. Klasik dönem filozoflarının insan nefsi hakkındaki tasavvurlarından doğan bu tartışma duyuların yetersizliği gibi onların verilerinin tikelliği, sınırlılığı, sübjektifliği, kültüre ve alışkanlığa bağımlı olması gibi birçok amilden hareketle yetersizlikleri sorunundan beslenir. Akılcılık ise insan aklının doğuştan getirdiği bilgileri kesin ve doğru bilgiye ulaşmanın yolu sayarak bilgi sürecinde duyuları bazen anlamsızlaştırmışlar, bazen sadece veri sağlayan bir mesabede tutarak zihne musallat olmalarını engellerler. Akılcılık bu soyutlayıcı tavrıyla doğadan ve nesnelerden uzaklaşarak kendini tekrarlayan düşünceye dönme tehlikesine açıktır; duyumculuğun hak ettiği değeri bulması ise yeni bir felsefenin doğmasıyla mümkün olabilmiştir.

    Bununla birlikte daha öncesinde duyulara ve onların verilerine itibarını iade eden dinî hayat, özellikle tasavvuf olmuştur. İlk sufiler ümmi insanlardı; bunun bir neticesi olmak üzere, akılcılığa karşı daha basit kelimelerle konuşan bir disiplinin ortaya çıkması tabii idi. Onlar daha çok aklı ve onun kuralcılığını eleştiriyordu; bununla birlikte duyuları da eleştiriyor, duyularla algıladığımız dünyanın nihai gerçek olmadığını pek iyi biliyorlardı. Bununla birlikte sufiler duyulara yaklaşırken akılcılık gibi umutsuz vaka şeklinde bakmak yerine “terbiye edilebilir” bir şey olarak bakıyorlardı. Bu meyanda onlar için nihai hedef “şaşı gözün” tedavi edilmesi örneğindeki gibi bütün duyuları kendilerini bozan afet ve hastalıklardan arındırmaktı. Şaşılıktan kurtulan göz bize nihai hakikati gösterebileceği gibi doğru bir koklama duyusu âlemdeki kokuları Hak’tan bilebilir (nefes-i Rahman); doğru kulak ise her sesi Hak’tan bir seda sayar (sema’). Tatmak hakkında konuşmaya bile gerek yoktur; yediğimiz ve içtiğimiz her şey bize Hakkın bir bilgisini getirir. İbnü’l-Arabî’nin ““Duyular yanılmaz, insanı yanıltan akıldır.” derken kendilerini bozan durumların etkisinden arındırılmış Duyulardan söz ediyordu. Nablusî’nin başta aktardığımız görüşü işte tam olarak bu demekti: duyularımız mevcudun ve hadiselerin tahakkümünden arınırsa, doğayla, insanla ve tüm varlıkla sahici ilişki kurmanın aracı hâline gelebilirler. Bu durumda duyularımız ve aklımız yeni bir idrak altında birleşir ki onun adı kalptir.

    Hakikat Gördüğünüz Gibidir: Görülür Dünya İle Görünmeyenin Ahengi
    Tasavvufun ahlak ve nefs terbiyesi üzerindeki anlatımı duyusal dünyanın dil ve kavramlarını istimal eder. İlk bakışta burada bir sembolizm olduğu düşünülebilir; özellikle şiirin ve tahkiyenin gelişmesiyle birlikte sembolizm güçlenmiş, tasavvufu büsbütün ihata etmiştir denilebilir. Lakin gerçek öyle değildir. Metafizik evresinde tasavvuf insanın zahir ve bâtını arasında bir “cem”i hedeflediği için burada sembolizm zayıflayarak müşterek bir ilke ortaya çıkar; duyulur dünyanın dili ve yapısı görmediğimiz dünyanın suretidir. Bu itibarla ruhun dünyası ile bedenin dünyası en azından yapısal olarak birbirine benzeyen ve birbirini anlatan “ayna” hâline gelirler: beden ruhun aynası olduğu kadar ruhumuz da bedenin aynası ve ilkesidir.

    Tasavvuf insanın bilgiyle ilişkisini ele alırken duyumlarımızla yaşadığımız tecrübelerimize atıf yapar. İnsanın hakikat karşısındaki ilk hâlini susamışlıkla (ataş) anlatmak tasavvuf metinlerinde sık karşılaşılan bir durumdur. Bilgi veya hakikat insanın hayatını sürdürmesi için aradığı bir sudur. Hakikat ve insan ilişkisi “susamışlık” tecrübesiyle anlatılırken hakikat insan zihni için “içilen” bir şey hâline gelir; burada hakikati içmek bilginin en ileri derecesini yani tam öğrenme hâlini anlatır. Hakikate susamak yerine bazen hakikate acıkmakla da anlatılabilir; hakikati sofraya –gökten inen maide– benzetmek insan için bilginin ve gerçeğin vazgeçilmezliğini anlatır. Bunun için en çok kullanılan tabirler sofradan lokma almak veya lokmaya parmağı banmaktır. Müslümanlıkta ahlak ile yakın anlamda kullanılan tabir olan edep kelimesi bu sofrayla (hakikat sofrası) ile yakından ilgilidir. Edep me’debe (sofra) kelimesinden türetilmiş bir davranışlar kümesinin ortak adıdır. Edep cemaat hâlinde yemek yemenin üslubu ve tarzını örnek alarak hakikatle ilişkimizin her merhalesindeki yumuşak kuralların (rikkat) müşterek ismidir. Öte yandan tasavvufta bilgi ve öğrenmek “zevk” (tatmak) tabiriyle anlatılır. Zevk bilgideki kesinlik derecesini anlatırken bilgi ile insanın sahici ilişkisini gösterir: Hakikat yenilen bir şeydir.

    İnsanın kendisine susadığı hakikat su veya sıvı türlerinden birisidir. Bu meyanda sıvının farklı tarzları insan için hakikati besleyici bir şey olarak onun dünyasına taşır. Önce su ile anlatılır hakikat: Özellikle Hz. Eyyûb peygamber ve sonra Hâcer-İsmâil bahsinde su ile hakikat arasındaki irtibatı keşfederiz. Hâcer oğluna suyu ararken hakikat yolunda koşuşturan insanı temsil eder: O dışarıda ararken su onun hiç ummadığı yerden gelerek çocuğun hayatını kurtarır. Eyyûb Peygamber’in çilesi suya susamışlık meselesi olarak anlatılır. Biz onun neyi aradığını bulduğuyla birlikte fark edebiliriz. Eyyûb Peygamber şeytanın (uzaklık, uzakta kalmak) kendisine temas etmesinden söz ederek çektiği ıstıraba dikkatimizi çeker, daha doğrusu Allah onun üzerinden dikkatimizi hakikate susamışlık meselesine çeker. Eyyûb Peygamber suyu arayan insanın sembolü olmak üzere nesilden nesle bize insanın bu uğurda çektiği çilenin ideal ismi olarak kalır. Burada yine varlığın büyük paradoksu ortaya çıkar: insanın kendisini uzak sandığı şey, ona yakın, ayağın altındadır.

    Bazen hakikat süt diye anlatılır. Özellikle rüya yorumlarında hakikat ve bilgi süt şeklinde ortaya çıkar: Duyulur dünyada bedenin beslenmesi ile aklın veya ruhun beslenmesi arasındaki irtibat bu adlandırmayı ortaya çıkarmıştır. Her ikisi de besleyicidir, her ikisi de insanı ayakta tutan gıdadır: biri bedeni öteki ise ruhu besler. Süt daha çok akla ve meşru bilgiye işaret ederken hemen orada karşıtlık kurulur: Süt ile şarap arasında kurulan karşıtlık ile tasavvuf vecd ve coşkulu anlatımla ayık anlatımın tezadını anlatır. Bunu Hz. Peygamber’e miraç gecesinde ikram edilen iki bardaktan hareketle yapar: Cebrail kendisine süt ile şarabın bulunduğu iki kadeh ikram edince, Hz. Peygamber süt kadehini tercih ederek İslam’ın ana karakterini tescil etmiş oldu: İslam coşkunun gizlendiği ayıklık ve açıklık dinidir. Hakikat başka bir bağlamda ise bal diye tabir edilir. Bal bütün çiçeklerin kendisine evrildiği ebedî birliğin insan tarafından idrakini anlatır.

    Öte yandan hakikatin serinliği meselesi de aynı bağlamda ortaya çıkar. Hz. Peygamber’in dualarında yer alan kar, buz, serinlik gibi tabirler hakikate karşı iştiyak duyan susamış insanın itminan hâlini anlatır. En nihayetinde serinlik hakikatin kendinde bulunduğu durumudur: Hakikat kevn ve fesadın yol açtığı hararetin aksine serin ve sakin olandır.

    Duyularda Hakikati Bulmak:
    İslam vahyi bütün vahiy türleri arasında özel bir tarzı temsil eder: Cebrail (as.) Hz. Peygamber’in kalbine ilahî kelamı ilka eder, Hz. Peygamber ise mutlak bir edilgenlik hâlinde onu dile getirir. Müslümanların önemli bir bölümü vahyi böyle kabul ettiklerinde, bunun dışındaki vahiy türlerini göz ardı etmişlerdir. Sufiler ise Allah ile insan-âlem arasındaki çoklu dillere dikkatimizi çekerek vahyin –şeriat koyma yetkisine haiz olmayan– farklı türlerini keşfetmişlerdir. Bunların önemli bir kısmı kendilerini bozan etkilerden arınmış duyularla idrak ettiğimiz bilgilerdir. Bu meyanda selametteki bir dil ile sulardan bilgi almak mümkün olduğu kadar doğru işiten bir kulak da rüzgârlardan kimsenin duymadığını duyacaktır; şaşılıktan kurtulan göz ise baktığı her yerde başkasının göremediği bir bilgiyi bulacaktır. Bu itibarla aynı ağaca bakan iki gözün farklı şeyler görebiliyor olması gözün şaşılıktan kurtulması kadar ağacın Hakkın dillerinden bir dil hâline gelmesinden kaynaklanır. Böylece sufiler sulardan, rüzgârlardan, ateşten veya havadan bilgi almaktan söz ederek vahyin devam ede gelen yolları ile salim duyular arasındaki irtibatı bize gösterirler.

    “Gördüğüm her şeyden sonra Hakkı gördüm-duydum.” veya “Rahman’ın nefesini buldum.” duyuların selameti üzerinden varlık ile kurulan irtibata işaret eder.