DÜŞÜNCE VE GERÇEKLİK ARASINDA: GELENEK, SEZGİ VE ELEŞTİRİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Yasin Ramazan*

    Dünyayı bir düşünceler yumağı olarak değerlendirmek mümkün. Yaşadığımız her an, düşüncemizle dünyaya etki ederiz ve dünya da düşüncelerimize etki eder. Dünya nedir peki? İçinde yaşadığımız soyut ve somut gerçekliklerin tümünü dünyaya dâhil edebiliriz. Düşünme ise dünyanın gerçekte ne olduğuna dair zihnimizin tasvir üretme çabasıdır. Bu çabayla bir yandan dünyada yaşamaya devam eder diğer yandan dünyayı anlamak ve anlamlandırmak isteriz. Bu çabanın ürünleri, yani düşüncelerimiz, elbette aynı derecede sağlıklı değildir. İlk olarak, olay ve nesnelere dair düşüncelerimiz, gerçeğe uygunlukları ölçüsünde kendimiz ve değer verdiğimiz şeylerin yaşamaya devam etmesine imkân tanır. Bir hastalığa karşı tedbir almak ya da farklı iklim koşullarına uyum sağlayan evler inşa etmek bu tür düşüncelerin ürünüdür. Gerçekliğe uygun olmayan bir tedbiri düşünmeniz, sizi hastalıktan korumayacaktır mesela. İkinci olarak, insana, topluma, kendimize, nesnelere, ilişkilere, dünyaya ve kutsala dair düşüncelerimiz, gerçekliğe uygunluğu ölçüsünde yaşamımıza anlam verir. İnsanın toplumun bir parçası olduğu ya da doğada bir düzenliliğin olmasının doğayı aşan bir ilkeye dayandığı bu tür düşünmenin ürünüdür. Her iki durumda da, bir düşünceyi güçlü kılan, o düşüncenin gerçekliği ne derece yansıttığıdır. Burada gerçeklik, bize bağlı olsun veya olmasın bizi bağlayan şartların tümünü ifade eder.

    Bu tanımları ortaya koyduğumuzda önemli bir problemle karşılaşıyoruz. Eğer düşüncemiz gerçekliğe uygunluğu derecesinde sağlıklıysa, bu uygunluğu tespit edecek düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu nasıl tespit edeceğiz? Diğer bir deyişle, gerçeklikle uyumu düşünce belirliyor olsa, düşündüğümüz her şeyin gerçekliğe uygun olması gerekirdi. Ama bu, gerçek olan tek şeyin düşüncemiz olduğunu söylemekle neredeyse aynıdır. Açıkçası böyle solipsist bir sonuca, sadece istemekle dünyadaki her şeyi değiştiremediğimiz sürece hiçbirimizin aklı yatmaz.

    Düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçmede, geleneksel, sezgisel ve eleştirel olmak üzere üç yaklaşımın sergilendiğini söyleyebiliriz.

    Geleneksel Yaklaşım
    Geleneksel yaklaşım, geçmişten aktarılan davranış ve değerlerin bugün örneklemlenmesiyle düşünmenin gerçekliğe uygunluğunun ölçülebileceğini öne sürmektir. Bu yaklaşıma göre, olan ve olması gereken her türlü gerçeklik, geleneksel davranış ve değerlerde somutlaşmıştır. Yani, geleneksel biçimde davranır ve inanırsanız, düşüncenizin gerçekliğe uymasını sorun etmeniz gerekmez. Dolayısıyla düşünmeniz gereken tek şey, yaptığınız bir şeyin veya edindiğiniz bir inancın geleneğe uygunluğunu sorgulamaktır. Geleneksel yaklaşımın en çekici yanı işte uygulamadaki bu basitliğindedir. Ancak, bu yaklaşımın önemli bir açmazı da aynı noktada çıkar. Gelenek gerçekliğe uygunluğu tek başına onaylayabiliyorsa, geleneğin kendisinin gerçekliğe uygunluğu nasıl onaylanacaktır? Yani bir değerin veya davranışın gerçekliğe dayanmadığı hâlde aktarılması da pekâlâ mümkün. Hiç işe yaramadığı hâlde bir ilacın kullanılması veya dünyanın düz olduğuna inanılması gibi düşünceler nesilden nesile aktarılabilir. Bu söylediğimiz açmaz en belirgin olarak, farklı geleneklerin aynı konulardaki değer ve davranışlarının birbirini tutmamasında görülür. Birden fazla gerçeklik varsayamayacağımız için, bu geleneklerden en az birinde hatalı bir davranış veya değerin geçmişten aktarıldığını söylemek durumunda kalırız. Dolayısıyla, geleneksel yaklaşımın ciddi bir açmazı, gerçekliğe uygunluğu kendine atıfla onayladığı için, kendinin gerçekliğe uygunluğunu onaylayamamasıdır.

    Yine de geleneksel yaklaşımın en ciddi sorunu bu açmaz değildir. Çünkü tek bir geleneğin aslında diğer tüm geleneklerde kendini az veya çok görülür kıldığını ama aktarım sırasında bazı hataların olduğunu söyleyerek, tek bir idealize gelenekten bahsedebilirsiniz (Guenon, 2004). Yahut bir gelenek, diğer geleneklerin neden gerçekliğe uymadığına dair açıklamalar sunuyor olabilir. Bu açıklamaların doğru olması da mümkün olduğu için, bu sorun ilkesel olarak aşılabilir.

    Geleneksel yaklaşımın daha ciddi sorunu, aktarımın sorunlu olmasıdır. Bu sorun, geleneğin hiçbir zaman tek bir yolla aktarılamamasından doğar. Tek bir yolla aktarılamadığı için, her bir yorum bir süre sonra kendinin geleneğin orijinal -yani aslına sadık- devamı olduğunu iddia etmeye başlayacaktır. Bu durumda, geleneğin neyi onaylayıp neyi onaylamadığı, onayladıklarının nasıl yorumlanacağı yorumun gerçekliğe uygunluğundan çok toplumsal aidiyet (grupçuluk) ve politik manipülasyonla şekillenir. Bu durumda, bir geleneğin sunduğu davranış ve değerlerin gerçeklikle uyumunun yine gelenek tarafından denetlenmesi imkânsızdır. Bu yüzden, geleneksel yaklaşımı taşıyanlar, düşüncenin gerçekliğe uygunluğu söz konusu edildiğinde, bundan yorumun kaynağa uygunluğunu anlarlar ve bu uygunluğun ispatını gerçekliğe uygunluğun ispatı zannederler. Kısacası, geleneksel yaklaşımın en ciddi sorunu, aslında gelenek diye aktarılanın gelenek olup olmadığını onaylamanın mümkün olmamasıdır. Buna itiraz olarak, geleneğin bir sabitle değil, değişkenle aktarıldığını öne sürebilirsiniz. Ancak bu, geleneğin sunduğu düşünceyle gerçekliğin uyumunun da değiştiğini ve daha önemlisi geleneğin önceki formlarının aslında gerçekliğe uymadığını söylemek olur. Bu durumda da, aslında gelenek kendi onaylama ve reddetme mekanizmasını devreden çıkarmıştır.

    Sezgisel Yaklaşım
    Düşüncenin gerçekliğe uygunluğunun sezgisel bir yaklaşımla ölçülebileceği de ileri sürülür. Bu yaklaşıma göre, düşünmeden bağımsız ama yine insanın kendi içinde bir onaylama mekanizması olan sezgi, düşüncelerin gerçekliğe uygunluğunu ölçer. Düşüncemiz, çeşitli sebeplerle dışarıdan etkiye fazlasıyla açıktır ve bu durum, sezgisel yaklaşıma sahip birine göre gerçekliğe dair eksik veya yanlış bakışın kaynağıdır. Geleneksel yaklaşımın aksine, sezgi düşüncenin gerçekliğe uygunluğunun ölçütü olarak bizzat kişinin kendisini adres gösterir. Burada, aslında, bir çeşit içgörünün, gerçeklikle ilgili algımızı, izlenimlerimizi, düşüncelerimizi aşarak onları düzenlediğini, gerçeğe uygun hâle getirecek şekilde algı, izlenim ve düşüncelerin hatalarını düzelttiği iddia edilir. Daha yalın bir şekilde ifade edecek olursak, sezgiden, düşünceyi ölçerek gerçekliğe yaklaştırması beklenmektedir.

    Sezginin bu beklentiyi karşılamasının önünde iki engel var. Birincisi, geleneksel yaklaşımın açmazıyla paralel olarak, yapısı gereği sezgi, düşüncenin gerçekliğe uyumunu değil aslında kendine uyumunu ölçer. Yani sezgiyle, gerçekliğe uygun bir düşüncenizin olduğunu değil, sezgilerinize uygun bir düşüncenizin olduğunu tespit edebilirsiniz. Eğer sezgi, gerçekliğe dair her şeyi -ya da önemli olan her şeyi- herhangi bir öğrenme olmaksınız ölçme yeteneğine sahipse, bu dediğimiz engel kalkabilir. Ancak ne Platonculuk’un çok radikal bir formu ne de tasavvuf gibi manevi yetkinleşme öğretileri insana böylesine evrensel bir ölçme yeteneğini peşinen verir. Yine de, sezginin kendi dışında bir gerçekliğe atfının olmamasının düşüncenin uygunluğu için sorun teşkil etmediği iddia edilebilir. Mesela sezgi, gerçekliğin bir parçası olarak nitelendirilirse, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu kendine atıfla ölçmesinin önünde ciddi bir problem kalmaz.

    Ancak sezginin bir ölçüt koymasının önündeki ikinci engel daha büyüktür. Sezginin, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçmeyi hedeflediğini bilmiyoruz. İnsan sezgisiyle, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu değil, mesela kendini iyi hissettirecek alternatif bir kurguyu ölçüyor ve onaylama-reddetme mekanizmasını buna göre işletiyor olabilir. Bu ihtimalin güçlü olduğunu bize düşündüren çeşitli olgular var (Wood, 2008). Örneğin insanın hüsnükuruntu ile hareket ederek, doğru olmasını istediği için birtakım inançları sahiplendiğini görüyoruz. Bu aslında, olay ve olguların gerçekte nasıl olduğunu bilmediğimizde kaçtığımız bir tür konfor alanı yaratmaktır. Gerçekliğe uyumunu belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz düşüncelerimizin varlığı, bizi böyle bir alan yaratmaya itiyor olmalı. Sezginin bizi bu alandaki konfora çağırmadığını bilmiyoruz. Aynı şekilde, sosyal uyuma olan yatkınlığımız, yani etrafımızdakilerin davranış ve değerlerini kopyalayarak bir tür duygusal doyum sağlama yahut güvende olma arzumuz, düşüncelerimizin gerçeklikle uyumuyla ilgilenmez. Örneğin kendinize yakın gördüğünüz saygın birinin düşüncelerine katılarak onaylanmak isteğinizi sezgisel olarak niteleyebiliriz. Neticede sezgisel olarak onaylanan, katıldığımız düşüncenin gerçekliğe uygunluğu değil, sosyal içgüdüyle güçlü olanın yanında durmamızın bizi güçlendirmesi veya güçlü olanla çatışmadan kaçınmamız olabilir. Yine buna benzer bir şekilde, belki de sezgi, bizim kendi gözümüzde bir bütün olmamızı hedefleyen bir yeteneğimiz olarak, zihnimizdeki ideal kişiliğimizi besleyecek düşünceleri seçen bir onay ve red mekanizmasına sahiptir. Bu durumda, sezginin ölçtüğü şey, bir düşüncenin gerçeklikle değil zihnimizdeki ideal kurguyla uyumu olur.

    Eleştirel Yaklaşım
    Düşüncemizin, zihnimizdeki bir kurguya değil gerçekliğe uygun olduğunu ölçmek için ileri sürülen diğer yaklaşım eleştiridir. Bu yaklaşımın temel kalkış noktası, düşüncelerin birbirleriyle ilişkilerinden hareketle gerçekliğe ne kadar uyduklarını ölçmektir. Eleştirel yaklaşımın önemli bir yönü, bu yaklaşımın kendi içinde sürekli bir dönüşümü tetiklemesidir. Yani eleştiri, düşüncenin gerçeklikle uyumunu ölçerken, kendi yönteminin verimliliğini de ölçebilen onay-red mekanizmaları geliştirmiştir. Bu yüzden, eleştirel yaklaşıma sahip insanların farklı -hatta bazen birbirine zıt- yöntemleri benimsediğini görürüz. Bu, tam olarak eleştirel düşünme yaklaşımının hedeflediği durumdur çünkü düşüncenin gerçekliğe uyumunu ancak farklı yöntemlerin karşılaştırılmasıyla ölçebiliriz. Bu farklı yöntemler sayesinde, eleştirel yaklaşım, gelenek ve sezginin ortak açmazı olan, kendinin gerçekliğe uyumunu ölçememe sorununa çözüm getirmiştir. Eleştirel yaklaşıma göre bu çözüm, belli bir yöntemi takip edenin, gerçekliğin hiçbir zaman eksiksiz olarak düşünceyle uyuşmasının bilinemeyeceğini yani kısıtlılığını fark etmesi ve yöntemini farklı yollarla geliştirmeye devam etmesidir.

    Eleştirel yaklaşımla düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçerken, bir yöntem olarak, düşüncenin gerçekliğin bir yansıması olduğundan hareket edebiliriz. Bu yönteme göre, gerçeklik belli evrensel yapılarda gözlemlenir ve bu gözlemlerin neticesinde elde ettiğimiz izlenimler düşünceyi oluşturur. Ancak bu oluşan düşünceler, sınırlı yapımızdan kaynaklanan birer yanılsama olabileceği için onları karşılaştırmanın bir yolu olarak kavramları kullanırız. İşte bu şekilde kavramları kullanarak düşüncelerin birbirleriyle ilişkisinin araştırılması mantık ilmini doğurmuştur (Aristoteles, 1952). Mantığın düşüncenin gerçekliğe uyumunu ölçmesi iki aşamada gerçekleşir: öncelikle düşüncenin yapısını inceleyecek, sonra içeriğe dair araştırma yapacağız. Eğer bir düşüncenin yapısal sorunları var ve biz bunların farkında değilsek, onun içeriğine dair araştırma yapmanın bir önemi yoktur. Bu yüzden gözlemlediğimiz gerçekliğin en genel özellikleri, onları tanımlayan kavramların çözümlenmesiyle ortaya çıkar. Bu sayede, düşüncemizin gerçeklikle uyumu, öncelikle kavramların birbiriyle tutarlılığı, sonra da kavramların algımızla örtüşmesiyle ölçülür.

    Bu yönteme itiraz olarak gerçeğe dair gözlemlerimizin yetersiz hatta yanıltıcı olduğu ileri sürülebilir (Descartes, 2000). Algımız öyle hatalıdır ki, düşüncemize gerçekliğin genel özelliklerini yansıtması mümkün olmaz. Bu sebepten dolayı, düşüncemizin gerçekliğe uygunluğunu algımızla gelen bilgiden şüphe ederek ölçebiliriz. Metodik şüphe adını verdiğimiz bu yönteme göre, açık-seçik düşüncemizin yapısındaki kesinlik, algıyla gözlemlediğimiz gerçeklikte olmadığı için, düşüncemiz gerçekliğin esas yapısını -yani görünenin ötesini- teşkil eder. Dolayısıyla, düşüncenin gerçeklikle uyumu sorunu, gerçeklik düşünceye indirgenerek çözülmüş olur.

    Eleştirel yaklaşımın bu yöntemi, katı bir ikicilik olarak yorumlanmıştır. Yani düşüncenin gerçekliğe uyumu, algının gerçekliğe uyumundan sert bir çizgiyle ayrılmış olduğundan, ikili bir gerçeklik anlayışının doğması da kaçınılmaz olur. Bu ikicilik, düşünce ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi çözüyor görünse de, özellikle düşüncemizin yapısıyla algıya konu olan nesnelerin birbirlerine nasıl etki ettiklerini açıklamadığı için eleştirilmiştir. Ayrıca, gerçekliğe dair düşüncelerimiz, algımızdan damıtılıyorsa, algımızın da gerçekliğin tümünü taşıdığını zımnen kabul etmiş olmaz mıyız? Bunu kabul ettiğimizde ise, gerçekliği düşünceye indirgemenin yolu kapanmış olur. O yüzden, bu itirazdan kalkarak bir başka eleştirel yaklaşım yöntemi ortaya atılır. Bu yöntem, düşüncenin gerçeklikle uyumunu bilemeyeceğimizi, bilebileceğimiz tek şeyin algılardan edindiğimiz izlenimlerin organizasyonu olduğunu ileri sürer (Hume, 1993). Böylece, düşüncenin gerçekliğe uyumunu, düşüncemizi algıya indirgeyerek çözmek ister. Bu sayede gerçeklikle ilgili bir uyum arayışına girmemiz gerekmeyecektir. Deneyimcilik adını verdiğimiz bu yönteme göre, tüm yapmamız gereken, gerçeklik hakkında spekülasyondan kaçınıp, hayatı alışkanlıklar ve göreneklerle devam ettirmektir.

    Peki bu gerçekten yapılabilir mi? Gerçekliği bir kenara bırakıp hayatımızı yaşayabilir miyiz? Günlük hayatta pratik çözümler için bu yöntemin başarısı tartışılamaz. Mesela araba kullanmak için araba hakkında düşüncenizin gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulamanıza gerek kalmaz. Arabanın nasıl kullanıldığını, gayet pratik bir onay-red mekanizmasıyla çözebiliriz: direksiyon, vites ve anahtarla yapılacaklar bellidir. Pek çoğumuz bu sırada arabanın çalışması için gerekli mekanik ve elektronik aksamı bilmeyiz bile. Ancak bu yönteme getirilecek eleştiri de buradan çıkar. Birilerinin, araba yapmak için algıyla yetinmeyerek bu aksamları çalıştıran gerçeklik hakkında düşünmüş olması gerekir. Nasıl yürüyeceğimizi belki alışkanlıkla edinebiliriz, ancak aerodinamik hakkında düşünmüş olmasaydık ayda nasıl yürüyeceğimizi bulamazdık. Ayda bir süre yaşadıktan sonra alışkanlık kazanıp bir görenek oluştururuz belki. Ancak şu an, söz konusu yürüyüş, gerçeklikle ilgili oldukça soyut düşüncemiz sayesinde gerçekleşebiliyor. Kısacası, düşüncenin gerçeklikle uyumu sorunundan, gerçekliği askıya alarak kurtulmak mümkün görünmüyor çünkü her hâlukârda bu uyumu varsayarak düşünmek durumunda kalıyoruz.

    Bunu da içeren bir yığın sorunu çözmek için geliştirilen bir diğer eleştirel yöntem, düşüncenin gerçeklikle uyumunu, düşünen zihnin evrensel yapısını inceleyerek ölçmeyi önerir. Aslında bu yöntem, düşüncenin tüm gerçeklikle uyumunu hiçbir zaman bilemeyeceğimizi peşinen kabul edilir. Aşkın idealizm adı verilen bu yöntem, zihnin yapısının, tecrübelerimizi ve algımızı şekillendirerek düşüncemizi oluşturduğundan hareketle gerçekliğin bir resmine sahip olabileceğimizi öne sürer (Kant, 2001). Bu yönteme göre, gerçekliğin düşüncemizde oluşan resminin haklı gerekçelere dayanıp dayanmadığı ölçülecektir. Diğer bir deyişle, uyum, düşüncemiz ve gerçeklik arasında değil, düşüncemiz ve düşüncemize yansıyan gerçeklik arasında aranır. Bu sebeple gerçekliğin kendinde olduğu gibi bilinemeyeceğini kabul eder ve düşüncemizdeki gerçeklik resmini olabildiğince haklı gerekçelere dayandırarak netleştirmeye çalışırız. Dikkat edileceği üzere, bu yöntem zihni diğer eleştirel yöntemler gibi pasif bir alıcı değil aktif bir belirleyen olarak alır.

    Zihnin yapısının evrenselliğini kabul etmesi bu yöntemin bir açmazı olarak söz konusu edilebilir. Kendi zihnimizin yapısına dair bilgiyi elde etmiş olsak bile, diğer insanların zihninin de aynı yapıda olduğunu nasıl ileri sürebiliriz? Eğer zihin yapımızın düşüncenin uygunluğu için koyduğu ölçüt evrensel değilse, bu yöntemin deneyimcilik yönteminden farkı kalmıyor. Ancak bu açmazın söz konusu edilmesi, yöntemin ileri sürdüğü uygunluğun gerçeklikle olduğunun gözden kaçmasından kaynaklanır. Aşkın idealizm, düşüncenin gerçekliğe değil, gerçekliğin bir resmine uymasını hedefler. Bunlardan ilki metafizik, ikincisi epistemik bir gerçeklik iddiasını taşımaktadır. Demek oluyor ki, zihnimizin yapısından hareketle yaptığımız haklı çıkarımlar, sadece bilgi düzeyinde bir gerçeklikle uyumu hedeflemektedir (Heimsoeth, 2007). Zaten bu yöntemin avantajı, metafiziksel bir mutlaklığa değil, sürekli geliştirilebilecek bir evrensellik idealine dayanmasıdır. Bu hâlde, aşkın idealizmin günümüzdeki en yaygın eleştirel yaklaşım yöntemi olması şaşırtıcı değildir.

    Peki gerçekliği kendinde olduğu gibi düşünemiyorsak, düşüncenin haklı gerekçelere dayanması ne anlama gelir?

    Eğer gerçekliği mutlak olarak bilmediğimizi (ve bilemeyeceğimizi) kabul ediyorsak, düşüncemizin evrenselliğinden epistemik bir dayanışmayı anlıyoruz demektir. Yani tek bir kişinin kimseyle paylaşamadığı, tekrara ve tahmine kapalı tecrübelerin değil, “uyanık, aklı başında herkes için ortak olacak şekilde inşa edilebilir” (Schrödinger, 2020) tecrübelerimizin onaylanabileceği bir evrensellikten bahsediyoruz. Bu evrensel ortak tecrübemiz, gerçekliğin bir resmini oluşturur. Tek bir zihin yerine herkesin zihniyle düşünerek, gerçekliğe daha uygun bir resim çizmeyi hedeflemiş oluruz. Düşüncenin haklı çıkarımı tam olarak bu demektir. Bunun dışında kalan müzik dinlerken aldığımız zevk yahut hayatımızdaki insanların bize karşı acımasız olduğu gibi tecrübelerimizinse gerçekliğe uyduğunu düşünmemiz için evrensel bir haklı çıkarıma ihtiyacımız yoktur zaten.

    Bu yönteme göre, ortak zihnin yapıtaşı dildir. Dil sayesinde tecrübelerimizi düşünce formunda aktarabilir, tekrar edip etmediğini, ediyorsa ortak yanlarını ortaya koyabilir, tahminlerde bulunabiliriz. Düşüncenin gerçekliğin bir resmini çıkarması dilde iki düzeyde haklı çıkarımı meydana getirir: Düşüncemi aktardığım ifadelerin, algıladığım dünyayla örtüşmesini ve bu ifadelerin birbirleriyle tutarlılığını ölçeriz. Örtüşme, düşüncelerimizi, delillere dayandırmak suretiyle ölçer. Böylece daha güçlü delillere dayanan düşünce, gerçeklik resmimizi oluşturmada öncelik kazanır. Tutarlılıksa, bu öncelik kazanan ifadelerin bir arada doğru olup olamayacağını ölçerek, düşünceye evrensel bir boyut kazandırır.

    Örtüşme ve tutarlılık, gerçekliğe daha uygun bir resmin oluşması için birbirimizin düşüncelerinden yararlanmayı zaruri kılar. Bu yüzden, eleştirel yaklaşımın diğer yöntemlerinde olduğu gibi, bu yöntemde de aslolan düşüncelerin tartışılmasıdır. Gerçeklik eğer hepimizin algılarının ve rasyonel yeteneklerinin ötesindeyse, birbirimizin eksiklerini tamamlamanın, hatalarımızı düzeltmenin yolu, düşüncelerin haklı çıkarımla dile getirilmesinden geçer. Bu sayede, farklı düşünceler, sosyal bir çatışmaya dönüşmeden tartışılabilecek, her birinin gerçekliğe uyumu ölçülerek gerçekliği yansıtmayan düşünceler elenebilecektir. Burada elemenin, bir düşünceyi dile getiren kişiyle değil, düşüncenin diğer düşüncelerle birlikte oluşturduğu gerçeklik resmine uyumuyla ilgili olduğu gözden kaçmamalıdır.

    Eleştirinin olmadığı bir toplumsal düşünce alışverişinde tartışma söz konusu olmaz. Her bir düşünce, çatışma ve kavga doğurur. Bunun sebebi kısmen, düşüncenin gerçekliğe uyumunun artık gelenek yoluyla ölçülmeye dönmesi, yani düşüncenin ne içerdiğinden çok kimin tarafından aktarıldığının daha önemli hâle gelmesidir. Geleneksel yaklaşımı tartışırken ortaya çıktığı üzere, aslında bu soru, tarihsel açıdan kimin yorumunun orijinal olduğu, siyasi açıdan da kimin otoritesinin gerçek olduğu sorusudur. Oysa eleştirel yaklaşım, geleneğin kimin tarafından aktarıldığını ancak aktarılan düşüncenin gerçeklikle uyumunu ölçmek için sorar. Bu açıdan mesela, eleştirel yaklaşıma sahip bir tarihçi araştırma yaparken, bir tarihsel anlatının gerçekliği nasıl şekillendirdiğini, her türlü anlatının önünde tutar (Collingwood, 1990). Aynı şekilde, bir ilahiyatçı, inancın kimler tarafından nasıl aktarıldığını, aktarılanın nasıl bir gerçeklik resmi çizdiğini tartışmak üzere inceler. Bahsettiğimiz durum, işleyiş açısından disipliner bir farkla da olsa, doğa bilimlerinde de aynıdır. Bir fizik deneyi için, araştırmacı önceki deneylerden elde edilmiş, bilimadamlarınca kabul görmüş standartlara uygun bir düzenek hazırlar. Bu düzenekle ortaya çıkacak gerçeklik, kendininkiyle birlikte pek çok diğer düşüncenin de resme uygunluğunu ölçmekte ve gerekiyorsa resmi de buna uygun olarak değiştirmektedir. (Kuhn, 1970) Bu sayede, geleneksel olarak aktarılan veya sezgisel olarak edinilen tüm düşünceler eleştirel yolla gerçekliğin daha uygun bir resminin çizilmesine katkıda bulunurlar.

    İşte bu tartışma ortamı sayesinde, eleştirel yaklaşım dinî, siyasi, tarihî, ahlaki, bilimsel, ekonomik tüm sorunları çözmek için gerçekliğin öncelenmesine ama mutlak gerçekliğe hiçbir zaman ulaşamayacağımız için düşüncenin sürekli geliştirilmesi gerektiğine dair bir farkındalık oluşturur. Bu demektir ki, gelenek içinden veya dışından her türlü düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçmek sürekli geliştirilecek bir resim için kaçınılmazdır. Bu konuda, alışkanlıklar, hizipçilik, kültürel benmerkezcilik, aşina olduğun düşünceyi kayırma, inançların yapışkanlığı gibi düşünme hataları ve bilişsel eğilimler, gerçekliği inkâr ederek kullanışlı alternatif toplumsal veya bireysel gerçeklikler kurabilir. O yüzden eleştirel yaklaşımın kullanılmamasına bağlı olarak toplumsal onay ve red mekanizmalarının işlevini yitirmesinin bir çeşit kültürel şizofreninin ortaya çıkmasıyla sonuçlanması sürpriz olmaz (Shayegan, 1997). Bu şizofreniden, gerçekliğin peşine eleştirel bir yaklaşımla düşmeyle kaçınılabileceğini bir devlet adamı ve düşünür olan Aliya İzzetbegoviç şöyle deklare eder:

    Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur.

    Gerçeklik diye hiçbir kaygısı olmayan medya, tek gerçekliği daha çok satış yapmak olan şirketlere ait reklamlar, kendi güç ve itibarını gerçekleştirme ülküsündeki politik propaganda ve hazır cevapların gerçekliğini öven ideolojiler de bu zaafları istismar ederek, gerçeklik resmini gözden kaçırmakta mahirdirler. Bu alternatif gerçekliklerin varlığı, kimilerini eleştirel yaklaşımla herhangi bir gerçekliğin diğerine tercih edilemeyeceğini, evrensel bir gerçeklik varsaymanın epistemik bir dayatma olduğunu düşündürmüştür (Rorty, 1979). Ancak bu iddia, eleştirel yaklaşım sahiplerinin gerçekliğe uygun evrensel bir resim çizme ideallerine değil ölçütlerini gözden geçirmelerine sebep olur ancak. Çünkü gerçekliğin inkârı, yalnız tek tek düşüncelerin evrensel değerinden değil, bu düşünürlerin hedefledikleri çok sesli ve özgürlükçü bir evrensel kültür idealinden vazgeçmeyi de gerektirir. Bundan vazgeçmemek için belki de yapılması gereken, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçen daha kapsamlı bir yöntem öne sürmektir.

    Bu yüzden eleştirel yaklaşımın sadece soyut düşünme açısından değil dinî, tarihî ve kültürel açıdan da kaçınılmaz olduğunu, yine Aliya İzzetbegoviç şöyle açıklar:

    İslam’la Batı-Avrupa medeniyetlerinin kültürü arasındaki ilişkiden bahsederken burada Müslümanların aşırı uçlara gitmekten kaçınmaları gereken bir seçimle karşı karşıya olduklarını belirtmemiz gerekir. Sözkonusu uçlardan biri Batı medeniyetini tamamıyla reddetmek, diğeriyse onu körü körüne takip etmektir. Bunlardan ikisi de eşit derecede tehlikelidir. Batı’yla işbirliği içinde olmazsak bizim zaafımız daha da artar. Bu medeniyeti her şeyiyle kabul edersek de kendi kimliğimizi kaybeder, kendimiz olmaktan çıkarız. Kendimizi dünyadan soyutlayamayız. Burada Peygamberimizin sözünü hatırlamalı, “ilim Çin’de de olsa” almalıyız. Batı medeniyeti başka başka dinlerden ve milletlerden pekçok bilim adamının katkısıyla ortaya çıkmış uluslararası bir üründür. Batı’nın gücü ekonomisinden ya da askerî gücünden ileri gelmemektedir. Bu işin görünen kısmıdır. Avrupa’nın Bacon’dan bu yana sahibi olduğu değişmez güç kaynağı eleştirel düşüncedir, ki bu da onlara muhtemelen Araplardan geçmiştir. Bizim için hayati önem taşıyan şey işte bu eleştirel düşüncedir (İzzetbegoviç, 2003).

    Tüm bunlar göz önüne alındığında, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçme sorununa, eleştirel yaklaşımın gelenek ve sezgi gibi diğer yaklaşımlardan daha sağlıklı yöntemler sunduğu ortaya çıkmış olur. Bu yöntemleri kullanmak ve geliştirmek, bireyin kendi düşüncesinin sağlığını olduğu kadar, doğrudan ve dolaylı olarak toplumun huzurunu da ilgilendirir. Bu açıdan bakıldığında, düşüncenin gerçekliğe uygunluğunu ölçmek kişinin hem kendine hem de diğer kişilere sorumluluğu olarak ahlaki bir boyut kazanır.

    *Dr., Marmara Üniversitesi

    Kaynaklar
    Aristotle, Posterior Analytics in Great Books of the Western World, vol. 8, trans. G. R. G. Mure, Encyclopedia Britannica Inc, 1952. 97-142
    Collingwood, R. G., Tarih Tasarımı, Ara Yayıncılık, 1990.
    Descartes, René, Meditations in Philosophical Essays and Correspondence, ed. Roger Ariew, Hackett Publishing, 2000.
    Guénon, René, Doğu ve Batı, çev. Fahrettin Arslan, Hece Yayınları, 2004
    Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, Doğubatı Yayınları, 2007.
    Hume, David, An Enquiry Concerning Human Understanding, ed. Eric Steinberg, Hackett Publishing, 1993.
    Izzetbegoviç, Aliya, Tarihe Tanıklığım, çev. A. Erkilet, A. Demirhan, H. Öz, Klasik Yayınları, 2003.
    Kant, Immanuel, Critique of Pure Reason in Basic Writings of Kant, ed. Allen Wood, The Modern Library, 2001.
    Kuhn, Thomas, The Structure of Scientific Revolutions, The University of Chicago Press, 1970.
    Rorty, Richard, Philosophy and the Mirror of Nature, Princeton University Press, 1979.
    Schrödinger, Erwin, Doğa ve Yunanlar & Bilim ve Hümanizm, çev. Aynur Başpınar, Babil Kitap, 2020.
    Shayegan, Daryush, Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 1997.
    Wood, Allen, “The duty to believe according to the evidence”, International Journal of Philosophy of Religion, (2008) 63: 7-24.