SEVGİNİN YERİ
Yazar: John Russon*
Seni iki türlü seviyorum: Biri kendimden kaynaklanan,
diğeri sırf sen buna layık olduğun için ortaya çıkan.
Râbia el-Adeviyye
Birine kızmış olmanın neye benzediğini düşünün.
Kötü muamele gördüğümüzde kızarız. O kötü muameleye karşı tavrımız düşüncede kalmaz, haksızlığa uğramamız tamamen bir düşünme meselesi değil. Bu daha ziyade iç organlarla ilgili bir tecrübe, bedenlerimizde hissettiğimiz duygusal bir dalga. Kayıtsız kalamayacağımız bir duygu. Küfrederek, vurup kırarak tahliye olmayı isteyen bir his. Bu kızma duygusu yahut yıkarak tahliye olma dürtüsü de bizi haksızlığa uğratan kişiye yöneltilir.
Kızdığımızda başkasını belirli bir şekilde görürüz. Başka birine kızmak, o insanla önceden beraber yapılan samimi faaliyetlere girmeyi artık imkânsız hissettirir: Senle artık konuşmak istemiyorum, senle iş birliği yapmak ya da planlar yapmak istemiyorum. Kızdığımızda başkasını düşman olarak deneyimleriz, karşı konacak biri olarak, zaten kızgınlık da o başkasına karşı kırıcı davranmak adına canlı bir gerekçe mahiyetinde tecrübe edilir. Fakat kızgınlık, başkasının adaletsizliğine karşı gerekçeli bir tavır gibi kendini gösterse de hissettiğimiz yalın kızgınlık olgusu, gerekçelendirilebileceğini bizzat temin etmez. Başkasına karşı kızgın yaklaşımımız adaletsizliğe karşı bir cevap olmaktan ziyade rahatlıkla adaletsizliğin başlangıcı olabilir ve genelde de öyle olur. Gerekçeli olsun olmasın, kızgınlık sıklıkla hasar verir; sonrasında, hem kızan kişi hem de kızmanın hedefindeki kişi için bu tecrübeden önceki olağan durum tecrübesine dönmek zor olabilir.
Şimdi bambaşka bir tecrübe düşünelim. Erotik tutku tecrübesini ele alalım.
Kızgınlık gibi erotik tutku da bir düşünce deneyimi değildir. Bedenimizde hissettiğimiz bir heyecan dalgasıdır. Ayrıca, tıpkı kızgınlık gibi, kayıtsız kalabileceğimiz bir şey değil, aksine tahliye olmayı isteyen bir duygudur. Bu durumda, başka bir bedenin bedenine sarılmasını ister. Karşılıklı arzulanan bir sarılmayı da ister, paylaşılan bir cismani dünyanın ortaklaşa iskân edilmesini ister.
Başkasına karşı erotik tutku hissetme tecrübesi genelde bir süreç üzerinden gelişir. Erotik arzu tecrübesinin temelinde bir başkasınca erotizmle arzulanma arzusu yatar, böylece tam teşekküllü arzu tecrübesi sadece bir tür diyalog – genelde beden hareketleriyle ama bazen kelimelerle canlandırılan diyalog – vasıtasıyla ortaya çıkar, bu diyalog sayesinde paylaşılan bir arzu tecrübesi meydana gelir. Başkasına karşı bir arzu sancısı deneyimleriz, ancak başkasının bize karşı benzer ilgisinin tezahürüyle beslenmezse şayet bu sırf bir kıvılcımdan ibaret kalır. Hâliyle, mekik dokuyan bir alışveriş var ve bu sayede arzu mütekabiliyeti derece derece ve eş zamanlı gelişip ifade edilir. Bu tutkuyu gerçekleştiren beden birlikteliği dinamik bir sürecin zirvesidir, yalnızca iş birliğiyle meydana getirilecek bir zirvedir.
Dolayısıyla, kızgınlıkta olduğu gibi erotik tutkuda da başkasını belirli bir şekilde görürüz. Erotik tutkuda başkasını arzulanır (ya da en azından imkân dâhilinde öyle) görürüz, hatta başkasını arzuları önemli olan biri olarak görürüz; ve o başkasını bir tür müşterek gerçekliğe erişimimizi sağlayacak otoriteye sahip kişi olarak görürüz. Bir başkasına kızma tecrübesinin aksine – ki o başkasına yabancılaşmış ve onun iradesine karşı hususi bir intikam tetiklemişizdir – kişisel, mahrem ve hususi bir projede bir iş birlikçi mahiyetindeki başkasından edindiğimiz tecrübe tam teşekküllü erotik tutku tecrübesine içkindir.
Bu iki düşüncenin ana fikri şu: Başkaları bize farklı duygularımız vasıtasıyla farklı tezahür ederler. Ya da, daha kuvvetli söylersek, başkasının öyle veçheleri var ki sadece belirli duygusal yönelimler benimsersek onları görebiliriz. Kızgınlık pek tabii gerekçelendirilemez ve bu durumda başkası hususunda temelden çarpıtılmış bir portre canlandırır. Ancak kızgınlık gerekçelendirilebilir de ve bu durumda başkasının fena ve menfur gerçekliğinin sahiden görüldüğü tek hâletiruhiye olabilir. Bir başka deyişle, kızgın olmayı reddetmenin kendi suni olabilir, başkası hakkında çarpıtılmış algı olabilir. Benzer şekilde erotik tutku da başka insanların kimse o olmalarına imkân sunan bir algı biçimidir. Aslında, başkasının arzulayan algısıdır; bizi özgürleştirecek ve nihayetinde daima olmayı hayal ettiğimiz kişi gibi görünmemize imkân verecek algı gibi bizzat arayabileceğimiz bir algıdır. Hâliyle, örneğin, bize erotik bakımdan hiç yaklaşmamış bir eşle birlikte yaşamak, aslında özümüzü oluşturan erotik -arzu eden ve edilen- varlık olmamıza asla izin verilmeyen bir zindanda hissettirir.
Sevgi tecrübesi hakkında bu doğrultuda düşünelim.
Sevgi tecrübesi, erotik tutku tecrübesiyle harfiyen aynı değildir ama benzerdir. Erotik tutku bir kişiyi seçip ayırır ve tutku sürdüğü müddetçe o kişi dünyanın merkezi ve tümü olur; sevgi de başkasını tüm ve merkez olarak tanıdığı için benzerdir, fakat erotik tutku kendini büyük dünyadan koparıp kişi içinde özümsense de sevgi, o birey tecrübesi vasıtasıyla büyük dünyayı da tecrübe eder. Erotik tutku, faal bir etkileşimdir, kişiler bu sayede bedensel bir birleşmeye yani belirli bir doruk noktası faaliyetine sevk edilirler, ama sevgi bir eylem teşvik eden bir şey değildir, andaki bir “tutku” değildir, aksine temel bir eğilimdir, bu belirli şekilde başkasını tecrübe etmeye uzun vadeli adanmadır. Eros ya da kızgınlığa benzer şekilde, sevgi de bedensel bir dalgayla tecrübe edilebilir, fakat bu durumda duygu genelde belirli bir eyleme yönelik tahrik değil, tecrübeyi ifade etmede herhangi bir bedensel eylemin yetersizliği hissidir; sevgide bedensel eylemler hem zorunlu hem arzulanır mahiyette tecrübe edilir – örneğin, alışveriş yapmak, konuşmak, sarılmak için, başkasıyla bir ev kurarız – fakat sevgi bu faaliyetlerde asla tüketilmez, çünkü o faaliyetler onun amacı ya da doruk noktası değildir. Başka durumlarda abes görünecek faaliyetler sevgi sayesinde özel hâle gelse de bu faaliyetler maalesef sevginin sadece gündelik bir şey olarak görünmesini de sağlayabilir, ki bahsettiğimiz yetersizlik de bu tecrübede yansır. Nihayetinde sevgi, bazı ikilikleri – ebedî ve fani, sıra dışı ve gündelik, mutlak ve anlık – bir araya getiren histir, ve tecrübemizi yargılamamıza imkân veren bir idealdir bu.
Sevgi ve eros benzerdir; şöyle ki, ikisi de başkasını – ve kendi en mahrem doğasındaki başkasını – tabiatı gereği kıymetli görür. Bu sebeple, ikisi de başkasına karşı araçsal bir tutum benimsemeye tabiatı gereği karşıdır. Erotik tutku, haz veren bir bedensel birleşme ile doruk noktaya çıkabilir, fakat hazzın araçmış gibi aranması başkasına duyulan tutkunun karşıtıdır. Sevgi de aynı şekilde bir ödül arayışına girmez, o başkanın iyiliği hariç o başkadan belirli bir şey beklemez; başkasının sempatisinin işaretleri – duygunun karşılıklılığı gibi – özellikle buyur edilir fakat bunlar amaç hâline gelince sevgi kaybolur.
Nihayet, tıpkı kızgınlık ve eros gibi, başkasını sevgi vasıtasıyla tecrübe etmek, bu başka hakkında başka türlü kolayca bilemeyeceğimiz bir şey ortaya çıkarır. Sevgi, başkasının tekilliğini mutlak mahiyette tecrübe eder; işte bu, o başkasının en kişisel ve hususi özlemlerini ve hassasiyetlerini hakiki değere sahip sorunlar olarak kucaklamaktır. Bu anlamda, sadece sevilme tecrübesi dâhilinde, olduğumuz tekil ve hususi kişi mahiyetinde hakikaten tecrübe ediliriz. O başkasının kim olduğunu gerçekten görmek için onu sevmemiz gerek.
Bu kızgınlık, erotik tutku ve sevgi tavırlarının paylaştığı bir şey, başka bir şahıs tarafından şahsen hareket ettirilme tecrübesi olmalarıdır. Bir başka deyişle, bunların hepsi, başkasına karşı kayıtsız değil de maksatlı olma yollarıdır. O hâlde, karşı durdukları şey, başkasına karşı kayıtsız kalma tecrübesidir, umursamadığımız tecrübedir. Hâliyle, bu tutkuların her biri – kızgınlık, eros ve sevgi – kişileri kişiler mahiyetinde tam önemiyle tanımanın farklı türleridir. Bir kişiyi başka bir kişi mahiyetinde tecrübe etmeye bağlı olan bir tür buyruk var: O da tam anlamıyla umursama buyruğudur. Kişisel bir bağlantımız olmayan insanlar olsalar bile o insanlar bizim için önemliyse, onların çilelerine kayıtsız kalamıyorsak, onların geleceklerini umursuyorsak şayet onları haddizatında kişiler olarak tanıyoruz. Bu sebeple, sevgi er ya da geç insanlığımızın içtenlikle talep ettiği şeydir.
Şunu da unutmayın: Sadece kişileri sevmeyiz. Mesela ben, Kadıköy’ü gerçekten seviyorum. Kadıköy’ü bana sevdiren şey ise dışarıdaki toplumsal yaşamın rahat atmosferi: Sokağa taşmış canlı mağazaların yanı başında yine sokağa taşan restoranlar her akşam yemeğin tadını çıkaran insanlarla dolup taşıyor, onlar da aynı anda kendileriyle aynı şeyi yapan insanlarla aynı mekânı paylaşıyorlar. Bu semti seviyorum çünkü bence orada yaşayan insanlar da orayı seviyorlar, onların semt sevgisi de bana müşterek insan yaşamı sevgisini çağrıştırıyor. Bir mekân sadece bazı coğrafi özellikleriyle bildiğimiz kayıtsız bir uzamsal yerden ibaret değildir; bir yer meskendir, bir yaşam yeridir. Kadıköy bir insan çevresidir, ve yeri sevmek aslında orada ve o yer sayesinde gerçekleşen insan yaşamını sevmektir; aynı şekilde, o insan yaşamını sevmek de o yeri sevmektir.
Modern dünyamızda bilgiyi fizikçinin ya da kimyacının yaptığı şeyle özdeşleştirmeye başladık; esasında, en azından İngilizcede, bu figürlerin yaptığı şeye hemen “bilim” ya da asıl itibarıyla “bilgi” deriz. Gerçi, “bilim insanı” denen kişinin bilgisi, çok özel bir tür bilgidir. Örneğin fizikçi, tüm ruhani niteliklerden, tüm insani niteliklerden ve tüm yaşamdan koparılmış bir dünyayla bağlantı kurar: Fizikçi için dünya sadece herhangi bir canlı, insan ya da ruha esasında kayıtsız olan madde ve enerjinin değişen durumlarından ibarettir. Ayrıca, düzgün bir “bilimsel” yöntemin taleplerini gözeten fizikçi, kendi çalışmasına tarafsız bir kayıtsızlık tutumuyla yaklaşmalı, kişisel çıkarını ya da perspektifini çalışmasına karıştırmamalıdır. Modern dünyamızda bilgiyi kayıtsız bir dünyaya karşı kayıtsız bir tutumla özdeşleştirmeye başladık.
Bu kayıtsız “bilim” tavrı da bizim dünyaya araçsal ve teknolojik yaklaşımımıza imkân sunar. Biz gezegenimizi bize sunduğu kaynaklar bağlamında algılarız: makinelerimiz için enerji, “gelişimlerimiz” için ev sahipliği yapan bölgeler, sığırlarımız için otlama bölgeleri, vs. Biz de dünyaya bu şekilde fizikçi gibi yaklaştığımızda doğal dünyaya içkin yörüngeleri göz ardı ederiz, tıpkı o dünyanın ruhlarımıza doğal yollardan sızdığı karmaşık yolları göz ardı ettiğimiz gibi; bunun yerine, ondan sadece kendimiz için belirlediğimiz projeler adına ham maddeleri çekmenin peşine düşeriz.
Fakat böyle bir kayıtsızlık tavrı, bilim insanının iddia ettiği üzere “tarafsız” değildir. Aksine, yorumlayıcı bir yönelimdir ve esasında hileli bir yönelimdir. Bir kişiye karşı öyle kayıtsız bir tutum nasıl ki bir kişiyi bir kişi mahiyetinde bilmeyi tam manasıyla reddetmektir, öyle de doğaya karşı böyle bir tutum, doğanın özünde bizim için kastettiği şeyin kaçınılmaz boyutlarından haberdar olmayı reddetmektir. Doğal dünya olduğumuz yerdir, hem de sadece “konum”umuz olma manasında değil, oluşumuzun tam da kalıbı olma manasında. Dünyaya karşı çıkarcı bir kayıtsızlık tavrı takınmak, bizi besleyen kaynak mahiyetindeki o dünyaya bağımlılığımızı derinden reddederek yaşamak anlamına gelir. Bilimimiz sayesinde, dünyayı amaçlarımız uğruna nasıl manipüle edeceğimizi öğrendik, ama bu demek değil ki onu biliyoruz.
Buna karşın, sevgi, çok daha ümit veren bir bilim türüdür. Bir kişiyi sevmek, o kişinin gerçekliğini kavrar; bu da yalnızca o gerçekliği tanımlayan imkânlar, özlemler ve hassasiyetler dâhilinde olur. Sevgi, tam da umursama buyruğunu deneyimleyerek kişinin insanlığını tanır. İşte böyle bir sevgi, Kadıköy’de tecrübe ettiğim bir yerde yaşama şeklini tanımlar; yani hem yer hem de insanlar için eş zamanlı duyulan sevgi. Bence doğaya yani bizim nihai yerimize karşı böyle bir tutum takınmalıyız.
* Prof. Dr., Guelph Üniversitesi, Felsefe Bölümü