AMOR MUNDİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Robert Pogue Harrison*

    İngilizcedeki geniş kapsamlı “love” kelimesi için Türkçede iki kelime vardır: aşk ve sevgi. Antik Yunanların ise üç kelimesi vardı: kişinin arkadaşları, ailesi ve vatandaşları için duyduğu muhabbet olan philia (anlam olarak sevgiye yakındır); nesnesini arzulayan tutkulu ve şehvetli arzu olan eros (anlam olarak aşka yakındır) ve agape. Bir annenin çocuğuna ya da Tanrı’nın, kullarının bu sevgiye layık olup olmamasından bağımsız olarak onlara duyduğu fedakârca ve karşılıksız sevgi. Bunlardan üçüncüsü, birinci ve ikinciden daha iyidir tabii ki ama tam da onlar için isimlerimiz olmadığından takdir görmeyen birçok insani sevgi biçimini anlatabilmek için bundan daha fazlasına ihtiyacımız var.

    Birkaç yıl önce chlorophilia (klorofili [yeşil sevgisi]) kelimesini uydurdum.11 Çevirmenin notu: Klorofili kelimesi Yunancada açık yeşil anlamındaki khlōros kelimesinden Latinceye geçen chloro kelimesiyle sevmek anlamındaki philo kelimesinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Ekolojideki bitkilere yeşil rengi veren klorofil kelimesi ise chloro ile yaprak … Continue readingBu kelime, biyolog Edward O. Wilson’ın 1984 yılında diğer yaşam biçimleriyle doğuştan gelen akrabalık hissimizi ifade etmek için önerdiği daha geniş kapsamlı “biyofili” teriminin bir alt kategorisi. Biyofili – evcil hayvanlar, kuşlar ve ehlî hayvanlar için duyulan sevgi gibi – birçok farklı biçim alabiliyor ama klorofili daha hususi olarak bulunduğumuz çevrede bitkilerin bulunmasına duyduğumuz temel insani ihtiyacı ifade ediyor. Sağda solda bulunan birkaç istisna dışında bitkilerin bol miktarda bulunmayışı modern metropolün bir laneti. Birçoğumuz, bitkilerden mahrum çevrelerde uzun süre bulunduğumuz zaman kendimizi yıpratıcı bir varoluşsal hâlsizlik içinde buluruz ki çoğu zaman bu hâlsizliğin tanısı konulmaz ya da sebebi başka saiklere atfedilir. Ortasında Central Park olmasaydı New York muhtemelen delirirdi. Hiç şüphesiz ki klorofili, kentsel gelişim planları 2013 yılında İstanbul’un kalbindeki değerli yeşil vahayı yok etmek istediği zaman yaşanan Taksim Gezi Parkı protestolarında da önemli bir rol oynadı.

    Wall Street’in herhangi bir binasında, çevresinde bitkiler olmadan yaşayabilecek yüz insan olduğuna eminim ama onlar bile eğer yeterli para kazanırlarsa, sadece eşleri öyle istediği ya da meslektaşları öyle yaptığı için bile olsa iyi ağaçlandırılmış banliyölerde ya da mahallelerde yaşamaya meyilliler. Niçin birçoğumuz klorofiliz (yeşilsever)? Bunun bitkilerin, prokaryotik, yani hücrelerinde çekirdek olmayan canlılar değil de ökaryotik, yani hücrelerinde çekirdeğe sahip canlılar olmasıyla bir ilgisi olabilir. İnsanlar ve bitkiler üç ana yaşam kümesinden – Ökaryotlar, Bakteriler ve Arkeler – ilkine dâhildir. Bundan dolayı da biz insanlar bir çayıra, ormana ya da bahçeye girdiğimizde bu bir eve dönüş vasfı taşır – tabiri caizse biyotik akrabalarımızla bir yeniden buluşma vasfı.

    Birçoğumuzun klorofil olmasının, fotosentezin yaşam için en az hava ve su kadar elzem olmasıyla da ilgisi olabilir. Okyanusun dibindeki hidrotermal bacalarda yaşayan canlılar hariç tüm canlılar bir şekilde, bitkilerin güneş ışığını şekere dönüştürmesini sağlayan bir porfirin halkası içindeki magnezyum atomlu bir moleküle muhtaçtır. Bu klorofil molekülü güneş ışığı tayfının mavi ve kırmızı kısımlarından enerji emer, ama tayfın ortasındaki yeşilden emmez. Eğer ki bu molekül daha etkin olsaydı –eğer bitkiler güneş ışığı tayfının tümünü emecek kadar aç gözlü olsaydı– yaprakları yeşil yerine ışığı yansıtmayan siyah bir renkte olurdu ve biz de muhtemelen klorofil (yeşilsever) yerine mavrofil (siyahsever) olurduk. Her ne olursa olsun bizim bitkilerde sevdiğimiz şeyin güneşle ve güneşin çekirdeğinin derinliklerinde hidrojenin helyuma dönüştüğü ve bu arada da küçük enerji kütlelerinin güneş ışığı biçiminde dışarı çıktığı entropik süreçlerle doğrudan ilgisi vardır.

    Burada bahsedeceğim bir başka sevgi çeşidi daha var: amor mundi, “dünya sevgisi”. Bu ifade Aziz Augustinus’ta geçiyor ve dolaşıma siyaset düşünürü Hannah Arendt sayesinde girdi. Mundus bizim hemşerilerimizle müştereken paylaştığımız dünyadır; evlerimizden çıkarken ve şehir merkezine giderken adım attığımız dünya; gazete okuduğumuz ya da televizyonda akşam haberlerini izlediğimiz zaman dertlendiğimiz dünya. Bir dünya, insanları toplumsal, kültürel ve siyasal kurumları aracılığıyla bir araya getirir. İnsanları, bitkileri ve ceplerimizde taşıdığımız kitapları sevdiğimizden tamamen başka bir biçimde severiz onu. Toplumsal hayatımızı örgütleme şeklinden ve bizi kendi geçmişine, şimdisine ve geleceğine ait birçok nesille bir araya getirme biçiminden dolayı severiz.

    Amor mundi hakkında aşağıda başka şeyler de söyleyeceğim ama önce İngilizcede özel bir adı olmayan başka bir sevgi biçiminden bahsetmeme müsaade edin. Bu sevgiye “lamba ışığı sevgisi” (lamplight love) diyeceğim. Lamba ışığı imgesini W.B. Yeats’in bir şiirinden, “Kalabalığın Önderleri”nden ödünç aldım. Yeats bu şiirinde, “Gerçek, öğrencinin lambasının parladığı yerde ve yalnızca o yerde ışıldar.” diyor. Öğrencinin lambası, okurun gözlerinde parlayan bir bilgisayar ekranı değildir. Öğrencinin matbu sayfaya getirdiği zihinsel temerküzün ince ışığıdır ve okurla kitap arasındaki sessiz sohbette saklanan gerçeği aydınlatır. Amerikalı şair Wallace Stevens bu zihinsel parıltının tesirlerini “Ev Sessizdi ve Dünya Sakin” isimli şiirinde anlatır:

    Ev sessizdi ve dünya sakin.
    Okur kitap oldu ve yaz gecesi

    Kitabın bilinçli varlığıymış gibi.
    Ev sessizdi ve dünya sakin.

    Kelimeler sanki hiç kitap yokmuş gibi söylendi,
    Sadece okur sayfanın üstüne eğildi,

    Eğilmek istedi, en çok da kitabının
    Kendisi için gerçek olduğu, yaz gecesinin onun için

    Düşüncenin mükemmeliğine benzediği bilgin olmak istedi.
    Ev sessizdi çünkü öyle olmalıydı.

    Sessizlik anlamın bir parçasıydı, zihnin bir parçası:
    Mükemmelliğin sayfaya ulaşması.

    Ve dünya sakindi. Sakinlikten başka bir anlamın olmadığı
    Sakin bir dünyada gerçeğin kendisi de

    Sakindir, kendisi yaz ve gece, kendisi
    Geç vakitlere kadar eğilen ve okuyan okurun kendisi.

    Okurun kitabın bilinçli varlığı hâline geldiği böylesine özenli bir okuma lamba ışığı sevgisinin özüdür.

    “Çalışma”nın [to study] kökensel olarak “arzulamak, -e doğru çabalamak, [bir şey] için gayret göstermek” anlamlarına gelmesi boşuna değildir. Fiilin Latince kökeni eski “heyecan,” “düşkünlük” ve “şevk” yan anlamlarıyla birlikte studium kelimesidir. Orta Çağ şairi Dante böyle düşkün ve şevkli bir şekilde çalışmanın ne demek olduğunu biliyordu. İlahi Komedya’yı yazmadan önce Beatrice isminde genç bir kadına olan aşkı hakkında kısa bir kitap yazdı. Beatrice’in 24 yaşındaki ölümünden bir yıl sonra yazdığı Yeni Hayat isimli kitabının son bölümünde Dante okura, “[Beatrice’ten] ona daha layık bir biçimde bahsedene… [ve] onun hakkında hiçbir kadın hakkında söylenmemiş olanı söyleyene” kadar yazmayı bırakmaya karar verdiğini söyler. Bu arada da “çalışabildiği kadar çalışmaya” (io studio quanto posso) karar verdiğini de ekler. Arzu, çalışma ve aşk Yeni Hayat kitabının o muhayyel [visionary] son bölümünde bir araya gelir.22 Editörün notu: “Vision” ve ondan türeyen “visionary” kelimesini Türkçede tek bir kelime ile karşılamak zordur. En genel anlamıyla görme, görü, görüş; başka bir anlamıyla hayal ve yine dinî bağlamda Tanrı’yı müşahede etmek anlamıyla rüyet gibi karşılıkları … Continue reading

    Muhayyel diyorum zira Dante on yıl sonra yazmaya başlayacağı İlahi Komedya’da öteki dünyada Beatrice’le buluşacak ve Beatrice – ya da Beatrice karakteri – Dante’ye cennetin dokuz katından geçerek Tanrı’nın cemal cemale rüyetine [vision] uzanan yolculuğunda rehberlik edecektir. Dante’nin Paradiso’daki [Cennet] bu ilahi yolculuğu birçok açıdan zihnin bir yolculuğu ya da Dante’nin la mente innamorata, meftun zihin dediği şeydir (Cennet 27. 88). Meftun zihin lamba ışığı sevgisini, kendi coşkun arzusu da dâhil olmak üzere her şeyin ait olduğu kozmik bütünü anlamaya çalıştığı yıldızlara yükseltir.

    Dante’nin Hristiyan tasavvuruna göre evren içinden neşet ettiği ilahi zihni, gözle görülür bir biçimde ayan eder. Kişinin tek yapması gereken gözlerini açması ve yıldızları ilahi zihne meftun olmuş bir hâlde düşünmesidir; en azından Dante buna inanır. Şimdi bir kavram daha sunabiliriz burada: kozmofili (evren ya da kâinat sevgisi). Kozmofilinin dünyevi tezahürlerinin yanı sıra dünya dışı tezahürleri de vardır. Toprağa, havaya, suya, ışığa duyulan sevginin yanı sıra aya, gezegenlere, yıldızlara ve galaksilere duyulan sevgiyi de kapsar. Kendine has bir kozmofiliye sahip olmayan bir insan kültürü yoktur.

    Yukarıda Dante’nin, bir kimsenin kozmosu sevmek için gözlerini yıldızlara kaldırmasının yeterli olduğuna inandığını söylemiştim. Fakat unutmamalıyız ki Dante, bizim modern evren anlayışımızdan çok daha farklı bir anlayışa sahip bir Hristiyan medeniyetine aitti. Dante’ye göre ay, gezegenler, Güneş ve “sabit yıldızlar”ın tamamı birbirinin içine geçmiş kristal katmanlarca çevrelenmişti ve bu katmanların dokuzu da birbirini kesen mükemmel daireler şeklinde kutsal uluhiyet çevresinde dönüyordu. İlahi Komedya’nın son mısrasında Dante, “Güneş’i ve yıldızları döndüren sevgi”den bahseder. Burada bahsettiği yaratılışı yaratıcıya ve yaratıcıyı da yaratılışa rapteden sevgidir.

    Eğer Dante gökleri Tanrı’nın ilahi bilgeliğinin en mükemmel kanıtı olarak düşündüyse bunun sebebi onun ve çağdaşlarının gökyüzüne bizden farklı “gözlerle” bakmasıdır. Organik bir noktadan bakarsak gözlerimiz son 700 yıldır değişmedi ama insani görümüz değişti. İnsani görü hayvani görüşle aynı şey değildir kısacası. Görü, gözle ilgili ve organik olmanın yanı sıra bilişsel, sentetik ve tarihseldir. Dante bize gözlerimizi Tanrı’nın gökyüzündeki takımyıldızlarındaki ihtişamına açmamızı ve bakmamızı tavsiye ettiği zaman evvelemirde kastettiği zihnî gözlerimizdir; bu gözler vasıtasıyladır ki haberdar ve bilgili izleyici için evrenin düzeni aşikâr hâle gelir. Sadece göklerin jeosantrik (dünya merkezli) işleyişini anlayan bir zihin göklerin dairesel hareketini görebilir(di). Dante, kâinatta bulunan ve o kâinatı hareket ettiren ilahi düzenin ayırdına entelektüel görüsü vasıtasıyla vardı. Bu bize – Dante’nin dünya görüşünü ister paylaşalım ister paylaşmayalım – insani görünün aklın soluk ve ekstromisif33 Görmenin temelde gözden çıkan ışınlar aracılığıyla gerçekleştiğini savunan görüş. Aralarında görüş farklılıkları olsa da Empodekles, Platon, Öklid, Batlamyus ve Galen bu düşüncenin önemli temsilcileri arasında yer alır. ışığıyla gördüğünü söyler. Baktığımız zaman bir ışık yayarız – öğrencinin lambasında ya da öğrenci lambayı kapattığında zihninde parlayan ışık da aynı ışıktır. Bu sebepledir ki lamba ışığı sevgisinin gecenin göğüne yöneldiğinde aslında yıldızları parlattığını ve onların parlamasına yardım ettiğini söyleyebiliriz.

    Yıldızlar tamamıyla aynı olsa da gecenin göğüne baktığımızda gördüğümüz evren hiç şüphe yok ki Dante’nin gördüğü evren değildir artık. Peki ama niçin? Çünkü o evreni kavrayışımız değişti. Dante’nin bilmediği şeyler biliyoruz. Bunlar arasında gezegenimizin, anladığımız fizik yasaları sayesinde bizden bilinmeze doğru uzaklaşan milyarlarca galaksinin bir köşesindeki bir yerde bulunduğu bilgisi de var. Ama bu fizik yasaları evrene hâkim olan cömert bir ilahın var olduğuna inanmayı da güçleştiriyor. Film yönetmeni Werner Herzog’un kısa bir süre önce verdiği bir röportajda söylediği gibi, “Geceleyin gökyüzüne bir bakın ve onun bitimsiz kaosla dolu tam bir karmaşa olduğunu bir düşünün. Evrenin temel vasfı muazzam kayıtsızlık ve düzensizliktir. Nükleer öfkeyle kaynayan yaşanılmaz, düşmanca ve ölümcül sayısız yıldızla çevrelenmiş minik bir nokta olan bu gezegende olmamız bile istatistiksel olarak imkânsızdır.”

    Bu noktada bizim çağdaş izafi evren anlayışımızın kozmofiliyi beslediği mi yoksa imkânsız kılmasa bile sorunlu mu kıldığı sorusu ortaya çıkar. Bir insan, Herzog’un kelimeleriyle “tam bir karmaşa” olan ve karşılığında bizi geri de sevmeyen bir evreni sevebilir mi? Gariptir ki bu sorunun cevabı evet gibi görünüyor, zira günümüzde kozmologların çoğu evrene, en az Dante’nin kendi zamanında olduğu kadar meftunlar. Bu durum bir gerçek; velev ki bu bizim evreni kavrayışımız onun gayriinsani olsa da aslında ne kadar yüce olduğunu ortaya koyduğu için olsun. Evren bize karşı ne kadar kayıtsız olursa olsun bizim ona karşı kayıtsız kalmamız, yalnızca bizim evrenimiz olduğu için bile olsa imkânsız görünüyor. Herzog’un kendisi de bu garip ve asimetrik sevgi biçimini kabul ediyor. Yeniden kendisini alıntılayacak olursak, “Evrende uyum yok… Ama bunu söylediğim zaman tam bir hayranlıkla söylüyorum… Bundan nefret etmiyorum. Çok seviyorum. Mantığımın bana tersini söylemesine rağmen seviyorum.”

    Burada bahsedilmesi gereken en önemli şey algılarımızı düzenleyen tarihsel yapıların ne gördüğümüzü ve ne görmediğimizi önceden belirlediğidir. Yeniden söyleyecek olursak insani görü kavrayışla ilişkilidir. Bu önemli bir önermedir. Eğer doğa ve gecenin göğü bize içine doğduğumuz dünyanın merceği ardından görünüyorsa ve o dünya da tarihsel olarak kurulmuşsa o zaman şimdiye kadar bahsini açtığım – biyofili (yaşam biçimleri sevgisi), klorofili (yeşil sevgisi), felsefe (hikmet sevgisi) ve kozmofili (evren sevgisi) gibi – tüm sevgi biçimlerinin çekim merkezinde amor mundi yer alır. Peki ama nasıl?

    Yukarıda söylediğim gibi bir mundus [dünya], insanlar tarafından insanlar için inşa edilmişliği anlamında özünde insanidir. İçlerinde yaşamak, öğrenmek, eylemek, ölmek ve hatırlanmak için dünyalar inşa ederiz. Bizi iskân edecek bir dünya olmadan insani potansiyelimizi gerçekleştiremeyiz. Gezegenimizi paylaştığımız bitki yaşamını da sevemeyiz çünkü bizi barındıracak bir dünya olmadan yeşil sevgimizin kök salıp neşvünema bulacağı insani bir mekân da olmaz (bir dünya yoksa insan ruhu da yoktur). Lamba ışığı altındaki bir kitabın yakınlığına da geri çekilemeyiz (nihayetinde kitaplarımız hazırlanmış, basılmış, kütüphanelere konulmuş ve nesilden nesile aktarılmışlardır). Son olarak, içerisinde insan tarihinin zaman içinde ortaya çıktığı daha kapsamlı kozmik bütünle de ilişki kuramayız. Bir evrenin var olması için o evren hakkında bir fikrimizin olması gerekir ve onun için de bir zihnimizin. İnsan zihnine gelince, onun da içinde düşüneceği bir dünyaya ihtiyacı vardır. O dünya da amor mundi‘ye ihtiyaç duyar çünkü dünyalarımızı kuran da o dünyaları koruma sorumluluğunu üstlenen de sadece ve sadece insani sevgidir.

    Gündelik hayatımızda hepimiz öyle ya da böyle dünya sevgisini tatbik ediyoruz. Ancak, Hannah Arendt haricinde bir amor mundi felsefesine benzer bir şey geliştiren tek düşünürün –Napolili 18’inci yüzyıl düşünürü ve Yeni Bilim’in yazarı olan – Giambattista Vico olduğunu düşünüyorum. Vico, Yeni Bilim’de, insan toplumu barbarlıktan aydınlanmaya doğru hareket ederken sevgi ve dünyanın da nasıl birlikte evrimleştiğini tasvir eder. 341. maddede şöyle yazar:

    Vahşi durumdaki bir adam yalnızca kendi refahını ister. Bir eş edindikten ve çocuk sahibi olduktan sonra ailesiyle birlikte kendi refahını ister. Toplumsal hayata girdikten sonra şehriyle birlikte kendi refahını ister. Bu kural genel halk üzerine yayıldığında, o, ulusuyla birlikte kendi refahını ister. Uluslar savaşla ve barış girişimleriyle, birlikler ve ticaret yoluyla birleştiğinde, o, kendi refahıyla birlikte bütün insan ırkının refahını ister. Bütün bu durumlarda insan, temel olarak kendi menfaatini arzular. (§341, s. 138)

    Kendini sevmek amor mundi hâline ancak halkasını bir kamu idaresinin üyelerini de kapsayacak biçimde genişlettikten, yani Vico’nun tasvir ettiği şekliyle üçüncü, dördüncü ve beşinci aşamalardan (şehir, ulus ve imparatorluk) sonra gelir. Sevgi bağlayıcı bir güçtür ve dünyalar, bir bireyin ya da ailenin kendini sevmesi, bir çoğulluk içerisinde kurumsal birliktelik biçimleri oluşturmak için diğer bireylerin ve ailelerin kendilerin sevmesiyle birleştiği zaman ortaya çıkar. Sevginin bencil özünü özel alandan kamusal alana uzatan bu genişleme süreci müşterek bir dünya fikrini doğurur. Şehirler ve uluslar ancak kişinin kendi çıkarlarını düşünmesi kamu menfaatine bağlılık seviyesine yükseldiği zaman mümkün hâle gelir. Bu yükselme amor mundi‘nin özüdür. Bu yükselme olmadan insan toplumu – beslediği tüm sevme biçimleriyle birlikte – mümkün olmazdı.

    İnsanlık tarihi bize defaatle gösterdi ki amor mundi, daha genişleyici biçimleri içinde, özel ya da kabilesel kibre her an geri kapaklanabilir. Kamu yararı zarar görebilir olsa da kırılgan değildir. Uluslar topluluğunu devam ettiren sevgi husumetlere rağmen sözüne sadık kalmaya devam ediyor. Eğer amor mundi’nin kökleri insan topluluklarının derinlerinde yer etmemiş olsaydı insanlar ülkeleri ya da şehir devletleri için ölmezdi. Lakin şu da doğru ki içerimin halkaları büyüdükçe o halkaları bir arada tutan sevgi de bir o kadar dağınık hâle geliyor. Bundan dolayı da şehri tutan bağlar ulusunkilerden ve ulusunkiler de imparatorluğunkilerden daha güçlü oluyor.

    Bugün önümüzdeki asıl soru insan dünyasını toplumsal, kültürel ve siyasal tecessümlerinin tüm çeşitliliğiyle birlikte bir bütün olarak sevmenin gerçekten mümkün olup olmadığı ve eğer mümkünse de bu seviginin kendisini ulus sevgisinin tepkisel ve aksi yöndeki baskılarına karşı savunup savunamayacağıdır. Kabile sevgisinin daha atacı biçimlerinden bahsetmiyorum bile. Günümüzde her şey birbiriyle öylesine bağlı ki eğer dünya üzerindeki insan toplumları “daha mükemmel bir birlik” kurmayı ve insan ırkı arasındaki küreselleşmiş bir sivil savaşın tahribatından kaçınmayı umuyorsa küresel ölçekte bir amor mundi mecburi görünüyor. Aralarında Immanuel Kant’ın başını çektiği birçok kişi kozmopolit bir dünya düzeni hakkında düşündü ama sevginin o kadar genişleyip genişleyemeyeceğini hâlâ bilmiyoruz. Kozmopolit kurumlar oluşturabiliriz ama kozmopolit sevgi bambaşka bir mesele. Yukarıda alıntılanan Vico paragrafında kişinin kendini sevmesiyle “bütün insan ırkını” sevmesinin bir arada bulunabileceği iddia ediliyor ama tarihin bu noktasında ben bunun bu kadar açık olmadığını düşünüyorum. Böyle bir amor omnibus’un (her şeye duyulan sevgi) âdeta gerçek bir evrensel hissiyata dönüşüp dönüşemeyeceğini bilmiyoruz.

    Önümüzdeki bir diğer büyük soru da biyo-klorofili, yani yaşadığımız dünyaların temeli olan ve üzerinde yaşadığımız gezegene duyduğumuz sevgi ile ilgili. Üzerinde yaşadığımız toprağı yok eden bir dünyada yaşamak ne demek? Böyle bir dünyayı sevebilir miyiz? Sanmıyorum. Bizi şehirlerde bulunan bitki örtülerinin son tortularından da mahrum bırakan bir dünyayı kabul edecek miyiz? Taksim Gezi Parkı protestoları yerel bir düzeyde bu soruyu sordu. Ama eğer bu soruyu genişletir ve Gezi Parkı’nda kalan son bitki kalıntılarını gezegenimizin biyosferinin tamamının sembolü olarak alırsak amor mundi’nin – eğer hayatta kalacaksa – doğal çevrenin sistematik olarak yıkımını teşvik eden dünyevi güçlere karşı harekete geçmesi gerektiği açık.

    Bu yıkıcı güçler, tüm tekno-siyasi mekanizmaları ve güç istençleriyle birlikte sadece biyosfere ve yaşadığımız çevreye saldırmıyor, aynı zamanda düşüncenin sükûnetini de istila ediyor. Bu sükûnet zihinsel yoğunlaşmanın ya da Wallace Stevens’ın alıntıladığım şiirinde “sakin bir dünyadaki gerçek” olarak adlandırdığı şeyin asıl öğesidir. Bu söylediğim, çevresel tahribattan daha az tehlikeliymiş gibi görünebilir ama hiç de değil. Bizim dünya olarak adlandırdığımız şeyin birçoğu [varlığını] öğrencinin lambasına ve benim lamba ışığı sevgisi dediğim şeye borçludur. Bilgi olmadan, anlayış ve muhakeme olmadan – gerçek olmadan – hiçbir dünya hayatta kalmak şöyle dursun ortaya bile çıkamaz. Bundan dolayı ben – sevginin berrak ve nazik bir biçimi olan – amor mundi’nin bizim insanlık hikâyemizin ve devam etmekte olan tarihimizin temeli olduğuna inanıyorum.

    *Stanford Üniversitesi, İtalyanca ve Fransızca bölümü

    Bibliyografya
    Yeats, W.B. “The Leaders of the Crowd” The Collected Poems of W.B. Yeats içinde, ed. Richard J. Finneran, New York: Simon&Schuster, 1996.
    Stevens, Wallace. “The House Was Quiet and the World Was Calm” The Collected Poems of Wallace Stevens içinde, New York: Alfred A. Knopf, 1971.
    Alighieri, Dante. Yeni Hayat, çev. Işıl Saatçioğlu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018.
    Alighieri, Dante. İlahi Komedya, çev. Tekin Teksoy, İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 1998.
    Vico, Giambattista, Yeni Bilim, çev. Sema Önal, İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2007.



    1 1 Çevirmenin notu: Klorofili kelimesi Yunancada açık yeşil anlamındaki khlōros kelimesinden Latinceye geçen chloro kelimesiyle sevmek anlamındaki philo kelimesinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Ekolojideki bitkilere yeşil rengi veren klorofil kelimesi ise chloro ile yaprak anlamındaki phyllon kelimesinden türetilmiştir. Metindeki bu çok anlamlılığı muhafaza etmek için “yeşil sevgisi” yerine “klorofili” kelimesini, “yeşilsever” ifadesi yerine “klorofil” kelimesini kullanmayı tercih ettim. (Bu yolla üretilen ve kullanılan diğer kelimeler de vardır: biyofil, sinefil vb.)
    2 2 Editörün notu: “Vision” ve ondan türeyen “visionary” kelimesini Türkçede tek bir kelime ile karşılamak zordur. En genel anlamıyla görme, görü, görüş; başka bir anlamıyla hayal ve yine dinî bağlamda Tanrı’yı müşahede etmek anlamıyla rüyet gibi karşılıkları vardır. Makalede yazar, kelimenin temeldeki bu üç anlamını da kullanmaktadır. Kullanıldığı yere göre makalede farklı kelimeler ile karşılanmıştır.
    3 3 Görmenin temelde gözden çıkan ışınlar aracılığıyla gerçekleştiğini savunan görüş. Aralarında görüş farklılıkları olsa da Empodekles, Platon, Öklid, Batlamyus ve Galen bu düşüncenin önemli temsilcileri arasında yer alır.