BİRLİKTE VAROLUŞ VE SINIR DURUMU ÜZERİNE ÇALIŞMA NOTLARI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Andrew Benjamin

    0. Bu notlar belirli bir bağlamdan doğmuştur. Bir mimarlık tasarım stüdyosu bağlamında, felsefe ve mimarlık arasındaki bir dizi alışverişin sonucudur.11 Bu notların ilham kaynağı Masters Architectural Studio (AN ARCHITECTURE OF RELATIONALITY V: Territory, Border, Countermeasure) adlı projedir. Projenin idarecileri Gerard Reinmuth ve Andrew Benjamin’dir, ve hâlihazırda Sydney Teknoloji Üniversitesi’nde de ders olarak işlenmektedir. … Continue reading Kısmen, mimarlığın mevcut durumu üzerine bir düşünce gibi anlaşılabilme özelliğine sahiptir. Bu düşünce, bir yandan disiplin diğer yandan meslek kaygılarını bir araya getirir.22 Bu bağlamda bkz. Gerard Reinmuth, “Relationality and Architecture: How Refocusing The Discipline Might Reverse The Profession’s Seemingly Unstoppable Trajectory Of Decline”, Architectural Theory Review, vol. 21, no. 1, 2017, ss. 89-107. Bu mevcut durumun gerektirdikleri bir yana, tasarım süreçlerinin tek başına toplumsal değişime neden olamayacağını daha baştan belirtmemiz lazım. Siyasi faaliyet biçimleri daima iş başında olmalıdır. Fakat, belirli bir soru kalır geriye: hâlihazırda mevcut örgütlenme mantıklarının hâkimiyetini bir tarafa bırakıp, haritalama projelerini, mekân düzenlemeleri anlayışlarını ve belirli mimari araçların mevzilenmesini önden kurmak mümkün mü? Eğer bu hâkimiyet, sermayenin dizginsiz mantığına ve iklim krizini tetikleyen ve nihayetinde karbon kirliliğine neden olan varlığına bir dayanak mahiyetinde anlaşılıyorsa, o zaman başka bir tasarım yaklaşımı nasıl anlaşılabilir? Böyle bir yaklaşımda sorumluluk, hâkimiyet dâhilinde açılmalar yaratmayı zorunlu kılar. Eğer, tüm formlarıyla birlikte hâkimiyet, tasarım tasarruflarını örgütleyen önlemler dizisi yaratıyorsa, o hâlde asıl mesele karşı-önlemleri düşünmek olacaktır. Düşünce burada tasarım sürecini içermeli. Mimari çizimler ve haritalama projeleri -yani tasarım dâhilindeki öncül hareketler- bizzat düşünme yerleridir. Çizim, düşünceyi ne temsil eder ne de resmeder; çizim bizzat bir düşünce yeridir. Mimarlık ve felsefenin kümelenmesini temin eden proje mahiyetinde hâkimiyetin kaldırılması ve açılmaların yaratılması önemli ve farklı biçimler alsa da bu notların amacı iki kavramın -yani birlikte varoluş ve sınır durumu– o kümelenmede nasıl esaslı bir rol oynadığını göstermektir.33 Buradaki iddia, Andrew Benjamin’in (Towards a Relational Ontology, SUNY Press, Albany, 2015) fikri üzerine inşa edilir.

    1. Bir kavram olarak birlikte varoluş ilişki dizilerini tarif eder; bunlar, bireyler, gruplar, devletler veya türler arasındaki ilişkiler olabilir. Burada sunacağımız fikir şu: Birlikte varoluş ilişkisel bir kavram olduğu için ve ilişkisel bir ontolojinin hudutları dâhilinde düşünülmek zorunda olduğundan, hem limitleri dikkate almayı hem de sınırları tesis eden durumlar dizisini hesaba katmayı aynı derecede şart koşar.44 Buradaki tartışmaya konu olan De Pace Fidei üzerine ayrıntılı bir araştırma için bkz. Andrew Benjamin, “Who Were the Faithful? Nicholas of Cusa’s De Pace Fidei”, Theoria, 59, Vol. 66, No. 2, 2019, ss. 52-70. Sınırlar ne keyfî ne de tesadüfi eklemelerdir. İster ilişkiler dâhilindeki limitler olsun, ister onları limitleyen limitler; bunların ikisi de sınırdır. İlişkiler, daha genelinde sınır durumu mahiyetinde anlaşılacak şeyi zorunlu kılar. Pek tabii, eşit ölçüde, sınır durumu -sınırın farklı teşekküllerini içeren bir ortam; örneğin, kesin bir ayrım çizgisi mahiyetindeki varlığı, ya da ayrım hatlarının müzakereye tabi olduğu bulanık bir durum- kavramı da illa birlikte varoluş kavramıyla beraber örülmüş hâliyle anlaşılmalı. Kişi, başkası olmadan düşünülemez. Bu öyle bir iddia ki hem siyasi ve felsefi düşünce ve analiz biçimleri için hem de mekân yaratma ve tasarlama faaliyetleri olarak anlaşılan haritalama ve mimarlık projeleri için aynı derecede önemli bir rol oynuyor.

    2. Başlarken şunu söyleyelim: Tek başına alındığında birlikte varoluş kavramı, en azından, iki kayda sahiptir. İlk kayıtta, tanımlayıcı unsurlarının birlikte-bulunmasıyla [copresence] belli olur. Latincedeki con ve cum önekleriyle bağlantılı olan “co” [birlikte] öneki, eşzamanlılığın formlarını yani bulunmayı ve kolektifliği barındırır. Bu unsurlar, belirli bir kavramlar kümesi oluşturmak için bir araya gelirler. İşte bu, düşünülmesi gereken bir kümelenme (Tabii burada düşüncenin sahip olduğu menzili yani kavramdan çizime uzanan menzili de unutmayalım). Birlikte varoluş ifadesini oluşturan diğer unsur yani “varoluş” [existence] da şekillenmeli. Existence kelimesinin Latince sistere ve existere sözcükleriyle bağının bulunması durmak ve olmak arasındaki etkileşime işaret eder. Dolayısıyla bir yandan bir konum formu yani bir-yerde-olma ve hâliyle “durma” (sistere) ile diğer yandan mevcut varlıkla ilişki içindeki tanımı arasında devamlı bir ilişkidir varoluş. “Durmak” ve “olmak” arasındaki etkileşim bize varlığın bölgeselleştiğini gösterir. En soyut hâliyle bunun anlamı, varlığın daima bir-yerde-olmak olmasıdır. İşte birlikte varoluş da böyle bir bulunmanın -bölgeselleşme süreci dâhilinde vuku bulan bir birlikte olma- nasıl anlaşılması gerektiği sorusuyla açık bir bağlantı içeriyor. İkinci kayıt 20. yüzyıla dayanır; burada, en azından İngiliz dili dâhilinde, birlikte varoluş, milletlerin barış içinde olduğu bir ortamı tarif etmek için kullanılır. Birlikte varoluş kavramı, Soğuk Savaş esnasında hususi bir anlam kazanır. O zamanlar birlikte varoluş, nükleer silahların yeterli dağıtımına bağlıydı; öyle ki, barışı ve barışçıl ilişkileri temin etmek için KGY (karşılıklı garantili yıkım) denen bir şeyin imkânı hesaba katılıyordu (Birlikte varoluşa içkin ilişkisel niteliği yine vurgulamak gerek). Bu iki kaydın bulunması önemlidir. Bu önemi barındıran merkezî unsurlar da teşhis edilmelidir.

    3. Burada iki kilit unsur var. Birincisi, ontolojik bir hâl ile zamansal bir hâl arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Birlikte olma, beraber var olma hâli hem bölgesel ortamı hem de o ortamı sürdüren süreci tanımlar. Zamansal bakımdan bu süreçler, belirli bir “şimdi” tarif eder. İkincisi, birlikte varoluş tarihi ile barış tarihi arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Bu iki kavrama –“birlikte varoluş” ve “barış”– baktığımızda sanki birinin ya da diğerinin temel bir niteliği varmış gibi görünmüyor. Üstelik, “barış” gibi kavramlar öyle bir kapsama sahip ki diğer kavramlarla örtüşüyorlar; örneğin, “haysiyet/dignitas” ve “uyum/concordia” ile (Felsefi bir şecere bu bağları açığa çıkaracaktır). Sözgelimi, Nicolaus Cusanus’un De Pace Fidei adlı eserinde -1453 yılında Osmanlıların Konstantinopolis’i ele geçirmesinden sonra yazıldı- “barış”ı inşa etme yoluyla belirli bir birlikte varoluş biçimi arasında açık bir yakınlık var (Olay Türkçede İstanbul’un Fethi diye anılır. “Şehrin düşüşü” [fall] değil, “fethi”dir [conquest].). Cusanus da hemen bu olaydan sonra yazmış.55 Immanuel Kant, “Perpetual Peace. A Philosophical Sketch”, Kant’s Political Writings, ed: Hans Reiss, Cambridge University Press, Cambridge, 1977, s. 106. Diyaloğunda barış ve inanç birbirine dolanmıştır. Barış mümkün olmuşsa bunun basit bir sebebi var: İnsanlar ve dinler arasında farklılıklar bulunsa da bu farklılıklar sadece görünümdedir. Cusanus’a göre bir inanç yapısının bulunması, aynı özdeş Tanrıya teslimiyeti işaret eder, her ne kadar inananlar o dönemde bu teslimiyeti tanımamış olsa da. Cusanus aynı zamanda bir metafizik geliştirir; bu metafizikte farklılık aynılıkta kurulur. Nihayetinde, barış ve birlikte varoluş dışsal bir egemenlik formuna nispetle tanımlanır. İşte burası, önemli sorunun belirdiği yer. Böyle yorumlandığında birlikte varoluş, farklılıkların yok olmasını sağlayacak ve böylece dinler, insanlar ve sonunda devletler arasında sınırları sürdürme ihtiyacını ortadan kaldıracaktır. Başlangıçta ayrık olan varoluş biçimleri arasındaki müzakere alanları, dışsal bir egemenin (Burada yegâne egemen Tanrının varlığı) düzenlediği aynılığın bir formu namına kaybolacaktır.

    4. Tam manasıyla aynı bağlamda tanımlanmamış olsa da farklılıkları birleştirerek sırf bir çeşitliliğe döndüren dışsal egemenlik kaynağını talep etmiş bir fikir, insanın dışsallaşmış ve soyut bir kavrayışı bir egemenlik uygulayacak şekilde evrensel bir insan formu vaz edildiğinde tekrar edilir. İşte bu, hümanizm yapısı dâhilindeki egemen öznedir. Soyut insan, farklılık biçimlerinin olası çözünmesi üzerine ve sınır durumu varlığını gerektirecek müzakere alanları ihtiyacını silme üzerine kurulur. Bununla birlikte, tabii ki, böyle bir soyutlama kavrayışı, hem dirençle karşılaştığından hem de bu sebeple dayatılması gerektiğinden, kendi ayrışma biçimlerini kuvvetlendirmeye devam eder ve denetlenen sınırları beraberinde getirir. Devletler arasındaki hattı, güvenlikli sitelerin girişindeki denetleme noktalarını ve insanlarla insan olmayan hayvanlar arasındaki sınırı örnek olarak sayabiliriz (Son örnekte, hayvanların et olarak metalaştırılmasının yarattığı ve sürdürdüğü sınırdan bahsediyorum). Bunların hepsi, birlikte varoluş formlarıdır. Her bir durumda eşzamanlı ortaya çıkan şey şu: Egemenlik sadece bir soyut dışsallık değildir, esasında müzakere yerinin de ötesidir. Nihayetinde, buradaki soyutlama bir egemenlik niteliği de kazanır.

    5. Hâliyle, hem barışa hem de birlikte varoluşa dair başka bir kavrayış olmalı; soyutlamaların egemence işlediği ortama karşı-önlem olarak işleyen bir kavrayış olmalı bu. Burada Kant’ın 1795 tarihli Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer Entwurf (Ebedî Barış. Felsefi Bir Taslak) metni ile başlangıç yapabiliriz. Bu kısa fakat önemli metnin öne sürdüğü iddiaya göre, milletler arasındaki barış ve dolayısıyla onların birlikte varoluşu, “düşmanlıkların askıya alınması” ile temin edilemez. Barış ve dolayısıyla birlikte varoluş, “evrensel konukseverlik” ilkesini bulabileceğimiz özgür cumhuriyetçi devletler arasında mümkündür sadece. Bu ilke, tanımı gereği, bireylerin bir ülkeden diğerine girişinin engellenemeyeceği fikrini içerir, çünkü Kant’a göre:

    “Bütün insanlar kendilerini başkalarının toplumuna sunma yetkisine sahiptirler ve bu yetkiyi de yeryüzünün ortak sahipleri olma hakkından alırlar”.

    Birlikte varoluşun günümüzde ifade edeceği şeyi anlamada sığınmacıların varlığı tamamlayıcı bir kısım oluşturacaksa Kant’ın iddiaları önemlidir, fakat bu iddianın desteklediği fikre göre birlikte varoluş hem felsefi alana hem de diğer alanlara kaydolan bir kavram olarak anlaşılırken, ayrılma ve bağlanmanın farklı biçimlerini içermeli. Bir başka deyişle, herhangi bir konukseverlik imkânı düşüncesinin ön koşulu olabilecek ayrılma ve bağlanmaya dair herhangi bir düşünce, sınır durumu diye teşhis edilmiş şeyi ayrıntısıyla ele almayı gerektirir. Burada yine, herhangi bir sınır düşüncesi zaten birlikte varoluşun biçimlerine dair bir düşünce olduğu sürece, karşılıklılık rol oynar. Bir tür realizmle kıvam verilmiş Kant’ın tartışmasının asli bir unsuru da şu: Devletler, hukukun ahlakla yumuşatıldığı içsel düzenleme biçimlerini benimserlerse şayet savaştan kaçabilirler. Kant’ın tartışmasının ayrıntılarını takip etmek fikri karmaşıklaştırabilir; ama hukuk ve ahlak arasındaki ilişkiye dair iddia da bir taviz olarak anlaşılabilir, çünkü ilişkiselliğin daima ölçekler yelpazesi üzerinden işlediğini hatırlarsak güç farklılaşmalarının yeri olduğunu görmek de zor olmayacaktır. Nihayetinde, egemenlik sorunu bir ortamdan diğerine geçer. İlk durumda, egemenlik dışsal olduğundan tekilleşir. İkincisinde, unsurlara özgü olur, burada tartışmalar ilişkisellik biçimleri üzerinden yürür, hukuk ve ahlakın birlikte bulunmasıyla belirlenen bir teşekkül dâhilinde bu tartışmalar yapılır.

    6. “Bütün insanlar … yetkisine sahiptirler.” (allen Menschen zusteht) ifadesinde hukuk ve ahlakın bulunduğuna işaret edilir. Bu iddianın önemi de bir yargı zemini oluşturmasıdır. Bu sebeple, konukseverlik hem belirli bir cumhuriyetçi ya da hukuki eşitlikçi yönetim örgütlenmesinin varlığını hem de insanı belirli bir bölgeselleşme biçimine bağlayan bir talebi varsayar. Kant “hak”kı “yeryüzü”ne bağladığında bu talep aşikârdır. Demek ki bu belirli bölgeselleşme biçimi ve hak arasındaki etkileşimin normatif bir güce sahip olduğu bir ortamda ilişkisellik vuku bulur. Bu ifadede zımni bir karşı-önlem var; şöyle ki, süreç içinde yerinden edilen şey sadece dışsal soyutlama biçimlerinin egemenliği değil, aynı zamanda dost ve düşman arasındaki ilişkinin tanımladığı politika anlayışıdır.66 Burada işaret edilen kişi tabii ki Carl Schmitt, The Concept of the Political, University of Chicago Press, Chicago, 2007. Schmitt, bu ayrımın mahrem alan diye tarif edebileceğimiz şeye doğru genişlemesine karşı çıkıyor olabilir, ama buradaki zımni iddia karşıtlığın daha geniş … Continue reading Bu ayrımın da yine ölçekler yelpazesi üzerinden işlediğini unutmamak gerek. Dost/düşman ayrımı hem kişilerarası ya da grup seviyesinde düşünülebilir, hem de devletler arası ilişkiyi tarif etmede kullanılabilir. Dost/düşman ayrımı bağlamında olsa da birlikte varoluşun limit koyduğu sınır durumu biçimleri, bir yandan kimliklere yol veren diğer yandan onların güvenliğini sağlayan hatlar dizisinin varlığını içerir (Mezbaha mimarisini kavramlaştırmanın imkânı bu ortamda çıkar). Hatta, genel hatlarıyla anlaşıldığında, şiddetten ayrışamayacak bir sınır kavrayışıdır. Kimlikler -yine ölçekler yelpazesi üzerinden- şiddet eylemleriyle tesis edilmiş olabilir, fiilî şiddetle ya da şiddet tehdidiyle sürdürülmüş olabilir, ya da şiddetin simgesel varlığıyla bastırılmış olabilir. Kısacası, ilişkisellik biçimleri ve birlikte varoluş eğer dost/düşman ayrımının tanımladığı siyaset anlayışı bağlamında düşünülürse, denetlenen bir hat mahiyetindeki sınır zorunlu bir hâl alır.

    7. Şunu da belirtelim: Yukarıda söylendiği gibi, dışarıdan düzenlenmiş egemenliğin biçimleri dâhilinde konumlanan sınır durumundaki özel belirlenimler ve dost/düşman ayrımı -ayrıntılı bir açıklamaya muhtaç olsalar da- bir bakıma önlemlerdir ve bunların muadili, konukseverlik biçimleri dâhilinde düşünülmelidir. Peki başlangıçtaki sunumda felsefi olan bu iddianın mimari seviyedeki eşleniği ne olacaktır?

    8. Kant’ın tanımı nihayetinde çok sınırlayıcı olsa da başlangıç noktasını sunan ortamı yaratır. Şöyle der Kant:

    “Konukseverlik, bir yabancının başka birine ait bölgeye vardığında düşmanca muamele görmeme hakkı anlamına gelir”.77 Immanuel Kant, “Perpetual peace. A Philosophical Sketch”, s. 105.

    Konukseverlik bir ilişkisellik kavrayışı gerektirir ve bu kavrayış savaşın ya da düşmanlıkların askıya alınması üzerine kurulmaz. Hâliyle, birlikte varoluş biçimleri varsayar ve aynı şekilde bu biçimlerin neden olduğu sınır durumu biçimleri şart koşar. Konukseverlik, düşmanlığa karşı-önlem olarak belirir. Fakat nasıl ki devletler, gruplar, bireyler, türler vs. arasında farklı düşmanlık biçimleri varsa farklı konukseverlik anlayışları da olması gerek. Pek tabii bunun anlamı şu: Ahlak ve hukuk arasındaki ilişki bağlamında, ahlakın tarafında duran ve hukukun yasayla eşleneceği hukuki yargıya imkân tanıyan koşulsuz konukseverliğin varlığını savunmak mümkün olsa da gerçekleştirme süreci hakiki hususiyete sahip noktalar içerir. Derrida, “her bir başkasına ve her bir yeni gelene a priori sunulmuş koşulsuz bir konukseverlik yasası” bağlamında bu ortama işaret eder.88 Jacques Derrida, Cosmopolites de tous les pays, encore un effort!, Editions Galilée, Paris, 1997, s. 57. Sunum, karşılaşılan ortamı ve takas biçimleri, zorunlu bir kesinliğe ve olasılığa sahiptir; bu olasılık, öncel bir koşulsuzluk yapısına bağlıdır.

    9. Konukseverlik bir ilişkisellik biçimi olarak anlaşılmalı. Hâliyle, konukseverlik bir birlikte varoluş hâlinin adıdır. Bahsettiğimiz üzere, birlikte varoluşu dost/düşman ayrımıyla bir tutmaya karşı-önlemdir. Dolayısıyla, bu ayrımın talep ettiği politika kavrayışına da karşı-önlemdir. Aynı derecede önemli başka bir şey de konukseverliğin bir faaliyet olması. Konukseverlik sunulur. Sunmak bir eylemdir, devamlılığı potansiyel bir form olarak işler, gerçekleşmesi öngörülür. Konukseverlik sadece düşmanlığın askıya alınması değildir; bir sunum olarak varlığı, bir mesafe olduğu anlamına gelir. Sunmak açmaktır; sunma ve açma mekân yaratma biçimleridir. Konukseverlik mekâna içkindir. Bununla birlikte, mekânla ilgili olduğundan ve koşulsuzun kesinliğini ve pragmatik koşul olasılığını barındırdığından, daima limitlerin kaydı zorunlu olacaktır. Fakat bu limitler, konukseverliğin mekânsallığı dâhilinde ayırma ve bağlama hatları hâline gelirler. Üstelik, bunlar, sınır durumunun farklı teşekküllerini sağlayan hatlardır. Bu durum artık egemenlik icra eden dışsallıkların düzenlediği saf ayırma zorunluluğu siyasetinin hatlarını talep etmeyecektir. Sınır şimdi bulanık bir durumdur; açmaları, sunumları ve müzakere alanını barındırır. Konukseverlik bağlamında düşünülen birlikte varoluş çerçevesine yerleşmek gerek. Sınır durumu, konukseverliğin mekânsallığı bağlamında mevcut olduğu sürece -dolayısıyla açmalar ve sunumlarla tanımlandığında- hatlar kendi namına karşı-önlem hâline gelirler. Bu hatların çizilmesi de böylece bir tasarım faaliyeti olarak karşı-önlem biçimini alırlar. Dahası, sunumların ve açmaların etkileşiminin haritalandırılması başka açmalar yaratır, bu da başka mekân teşekkülleri biçimlendirip yaratır. Tasarım sorunu da o zaman bir mekânsallık formu mahiyetinde konukseverliğin sahneye koyduğu şeyle kendi bağını kurar; bu form, hem birlikte varoluşu hem de sınır durumunu etkileşim içinde tutar.

    * Prof. Dr., Sydney Teknoloji Üniversitesi, Mimarlık Okulu.

     



    1 1 Bu notların ilham kaynağı Masters Architectural Studio (AN ARCHITECTURE OF RELATIONALITY V: Territory, Border, Countermeasure) adlı projedir. Projenin idarecileri Gerard Reinmuth ve Andrew Benjamin’dir, ve hâlihazırda Sydney Teknoloji Üniversitesi’nde de ders olarak işlenmektedir. Esasında, ilişkisel mimari üzerine bütünleyici bir araştırma projesidir. Hazırlanan bir kitabın yanında dört yıllık (2017-2020) bir stüdyo araştırması içerir, araştırmada Seul ve DMZ incelenmiştir.
    2 2 Bu bağlamda bkz. Gerard Reinmuth, “Relationality and Architecture: How Refocusing The Discipline Might Reverse The Profession’s Seemingly Unstoppable Trajectory Of Decline”, Architectural Theory Review, vol. 21, no. 1, 2017, ss. 89-107.
    3 3 Buradaki iddia, Andrew Benjamin’in (Towards a Relational Ontology, SUNY Press, Albany, 2015) fikri üzerine inşa edilir.
    4 4 Buradaki tartışmaya konu olan De Pace Fidei üzerine ayrıntılı bir araştırma için bkz. Andrew Benjamin, “Who Were the Faithful? Nicholas of Cusa’s De Pace Fidei”, Theoria, 59, Vol. 66, No. 2, 2019, ss. 52-70.
    5 5 Immanuel Kant, “Perpetual Peace. A Philosophical Sketch”, Kant’s Political Writings, ed: Hans Reiss, Cambridge University Press, Cambridge, 1977, s. 106.
    6 6 Burada işaret edilen kişi tabii ki Carl Schmitt, The Concept of the Political, University of Chicago Press, Chicago, 2007. Schmitt, bu ayrımın mahrem alan diye tarif edebileceğimiz şeye doğru genişlemesine karşı çıkıyor olabilir, ama buradaki zımni iddia karşıtlığın daha geniş bir menzilinin olması ve dolayısıyla farklı ölçeklerde işleyebileceğidir. Tıpkı politika gibi.
    7 7 Immanuel Kant, “Perpetual peace. A Philosophical Sketch”, s. 105.
    8 8 Jacques Derrida, Cosmopolites de tous les pays, encore un effort!, Editions Galilée, Paris, 1997, s. 57.