BERABER YAŞAMANIN MEYDAN OKUYUŞU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Donatella Di Cesare

    Tarihsel açıdan bakıldığında göç hiç de yeni bir olgu değil fakat yirmi birinci yüzyılda yaşanan küresel olaylar bu olgunun önemini ve boyutlarını radikal bir biçimde değiştirdi. Günümüzde göç etme hakkı tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirsiz ve yakıcı çatışmalara yol açıyor. Göçü basit bir dolaşım meselesine indirgemek ve buradan hareketle sadece kaçma/terk etme hakkı talep etmek yanlış olur. Her göç bir yer değişimini ya da daha iyi bir ifadeyle bir yer değiş tokuşunu ve ötekiyi içerir. Ayrıca her göçte, bir çatışmaya dönüşme ihtimali olsa bile etik-politik misafirperverlik pratiğini açan bir karşılaşma vardır.

    Aktivist kuruluşların eylemleri, uluslararası hareketler ve her zamankinden daha bilgili ve daha tetikte bir kamuoyu tarafından desteklenen ius migrandi [göç hakkı], köleliğin kaldırılması için yürütülen savaş seviyesinde bir mücadele gerektiren, yirmi birinci yüzyılın insan hakkıdır.

    Sermaye sisteminin, teknolojinin, refahın zaman içerisinde inşa edildiği Batılı ve Batılılaşmış dünyanın inanılmaz derecede kapalı dünyası ile sınırsız acı bölgeleri, zorluğun ve yıkımın küresel varoşları arasındaki devasa farklılığa bakan birisi haklı olarak günümüzde bile nasıl olup bu kadar az kişinin göç ettiğini sorabilir. Bu zenginlik ve kaynaklara ulaşım yolları eskiye nazaran hem daha çok hem de daha seri ve ayrıca, insanlığın dörtte birinin, geri kalan dörtte üçünün dışlandığı zenginlikleri ve kaynakları tüketmesine ve eşitsizliklerin gitgide daha da keskinleşmesine rağmen daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna dair farkındalık – medya ve yeni medya sayesinde – artıyor. Yani, göçmen sayısının çok daha fazla olmaması şaşırtıcı bir durum. Bu sayıların katlanarak artacağını öngörmek hiç de zor değil. Benzer biçimde küreselleşmenin çeperlerde bıraktığı kaybedenler de muhtemel göçmenler.

    Birleşmiş Milletler “göçmen”i, kendi yaşadığı ülkeden en az bir yıl süreyle uzak kalan kişi olarak tanımlıyor. Uluslararası Göç Raporu’na göre bu dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 3’lük bir kısmını kapsıyor; sınırsız bir göçmenler kıtası. Bu durumda kelimeler ne alakasız ne de tarafsız – kelimeler politikalara karar veriyor. 2015 yılının “göçmen krizi”nde detaylı etiketlemeler “göçmen dalgalarını” durdurmak – ya da en azından azaltmak – görevini üstlendi. Bu zorunluluk ve “karaya çıkanların sayısını” en aza indirme mecburiyeti adına kamusal söylemde gittikçe kemikleşen zorunlu bir ayrım kendini gösterdi. Ülkelerinden siyasi sebeplerle kaçanlar (ve dolayısıyla sıcak karşılanması gerekenler) ile ülkelerini “ekonomik hedefler” için ya da “hayatlarını iyileştirme arzusuyla” terk edenler (ve dolayısıyla da “meşru olarak reddedilebilecekler”) arasındaydı bu ayrım. İlk türden olanlara “mülteci” [refugee], ikinci türden olanlara ise “göçmen” [migrant] dendi.

    Eğer “mülteci” terimi neredeyse bir tür kurtarmaya karşılık geliyorsa göçmen, kendi dolaşım serbestîsini özgürce kullanmak isteyenleri hareketsiz kılmak için kullanılan bir sınır-etiketidir. Bu isimler, görünürde “tarafsız” bir seçilim ilkesine başvurarak biyopolitik güç uygulayan insancıl yönetim biçiminin vicdanını rahatlatır. Bir tarafta “iyi” olanlar, öbür tarafta “kötü” olanlar, bir tarafta “gerçek”, öbür tarafta “sahte” olanlar vardır. Böylelikle de Batılı devletler göçmenleri, bu “sahte mültecileri”, reddetme hususunda anlaşmaya vardı.

    “Göçmen” terimi basitçe göç eden insanlara işaret eder. “Mülteci” teriminde olduğu gibi herhangi bir hukuki kategoriye ait değildir. Fakat bir süredir “göçmen” kelimesi tarafsız ve niteleyici bir kelime değil; daha ziyade sıkıntılı ve küçümseyici hatlara sahip. Dünyadaki mevcudiyeti akışkan, dolaşımı dengesiz ve geçişte/arada bir figür olan – yok-yerlere mahkûm, hudutlara tahsis edilmiş – göçmen kontrol edilemez, görünmez, ele gelmez, kaçan ve istilacı olarak görünür. Ayıplanası dolaşımından başka bir şey üzerinden göçmeni tanımlamanın imkânsızlığı onu şüpheli kılar ve kendisini “[pusu] kuranın” başına bela eden bir pusu derecesine indirger. Fakat tersi biçimde o da zulmeden kişi gibi görünebilir. Zira göçmen hasmın, rakibin, sinsi ve saklı düşmanın meşum tuzaklarına sahiptir. Sonsuz bir sürgüne, bitmez tükenmez bir göçe ve mutlak bir görünmezliğe mahkûm “gizli göçmen”dir o.

    Daha az beyaz, daha az eğitimli, daha az mülkü olan ve hem daha karmaşık hem de daha sıradan faktörler yüzünden yollara düşen göçmen “sahte mülteci” olmakla suçlandı. Çünkü hem sürgün edilmiş ve muhalif “gerçek mülteci” değildi hem de bayağı ekonomik sebepleri yüce siyasi sebepler olarak göstermeye çalışıyordu. Seçilim mantığıyla birlikte bir de üzerinde dolaşan yalan hayaleti tarafından altı oyulan “kanıt” talebinin idari ve bürokratik süreci devreye sokuldu. Öyleyse mülteci olarak kabul edilmek isteyenler hâlihazırda ve daima yalancı olarak görülecekti. Kendilerini gizli tutmak ve [ülkeden] içeri kalıcı olarak girmek için daima dalavereye ve hileye başvurdukları varsayılmalıydı. Buradan da “gizli” imajı doğdu. Devlet göçmenin üzerine sifonu çekti, onu reddetti ve böylelikle de hakikati yeniden sağladı.
    Eskiden var olan fakirin onurundan bile mahrum bırakılan bu yeni figür yine de kendisini hareket etmeye iten ya da daha ziyade zorlayan ve çoğunlukla birbiriyle örtüşen bin tane sebep bulabildi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bir süredir, savaştan, şiddetten ve açlıktan kaçan göçmenlerin varışını ifade etmek için “karışık göçler”den bahsediyor. Ama bu formül bile eski ve katı kategorilerin, tarihte ilk defa ortaya çıkan bu düğümü çözme ve iyi göçmeni kötü göçmenden ayırma noktasındaki imkânsızlığını ortaya koyuyor. Sayılamayacak kadar çok yeni siyasi, etnik ve dinî çatışmada zulüm birçok biçime bürünebiliyor. Kuraklık biçimini de alabiliyor, köylüleri köylerinden çıkaran yarı-terörist bir hizip biçimini de. Eğer bu köylüler topraklarını terk ederlerse yanlış bir şekilde ekonomik göçmen olarak görülebilirler. Garip bir şekilde “savaş göçmeni” olarak tanımlanan bir Suriyeli birtakım ekonomik saiklerle davranıyor olabileceği gibi Çad’dan gelen birisi de tüm hayatı boyunca siyasi tacize maruz kalmış olabilir. Ulusal aidiyet kıstası hiçbir zaman yeterli değildi; şimdi ise tamamen güvenilmez hâle geldi.

    Siyasi zulme uğrayanlarla ekonomik göçmenler arasındaki ayrım işe yaramıyor. Bu durum, bütün bu kıtaların fakirliğinin siyasi sebepleri olmadığını iddia etmeye benziyor. Küresel sivil savaş sadece bombalarla açılmıyor. Sömürü, ekonomik krizler, sermayenin kaçışı, yolsuzluk, çevresel felaketler ve köktencilik, tehlike altında bulunmaktan, işkenceden ve tutuklanmadan daha az önemli saikler değil. Tarihsel olmayan bu kıstas sadece seçilim mantığı ve reddetme siyaseti tarafından savunuluyor.

    Çağdaş sefaletin, ekonomik aşağılanmayı da aşan en nihai versiyonu ise göçmenin hiçbir ikna edici cazibe ve egzotik büyüleyicilik sunmaması. Koyu ve gayrimeşru çıplaklığında o, en temel özü reddedilen ve hiçbir misafirperverliğin tamamen var olmasına yetmeyeceği bir misafir hayaletidir. Göçmen, kutsallığından yoksun bırakılmış ve destanı/hikâyesi başka bir yerde olan bir yabancıdır. Yirminci yüzyıl manzarasında hâlâ tanınan yabancının geçişinin/aradalığının görkeminin üzerindeki güneş battı ve yabancı yerini, göçün indirgendiği o zamansal ve mekânsal kargaşanın yeni figürlerine bıraktı. Yabancı kendi yeri hakkında bir iddiada bulunup oraya tutunamadı, zira o başka bir dünyadan gelmişti ve bu geliş onun başka bir yerle burası arasındaki geçişini garanti altına alıyordu. Onun dünyasını saran ve taşıyıcısı olduğu o gizemli hale sayesinde hâlâ bir gücü bulunuyordu. Çıplaklaştırılan yabancı olan göçmen başka bir yerle olan münasebetini yitirdi ve tam da bu sebepten artık buraya da erişemez oldu. Bir yer için verilen ve eşi benzeri görülmemiş küresel mücadele içinde onun yeri yok. Sadece mevcudiyeti burada onun varoluşunu meşrulaştırmıyor.

    “Sen buralı değilsin!” cümlesi göçmenin yüzleşmek zorunda olduğu suçlamadır. “Neden buradasın?” sorusu ona her zaman eziyet edecek olan sorudur. Suçluluk hissi onu sonsuza kadar takip edecek. Kendi arzusu dışında kınama ve karşı kınama, suçlanma ve kendini suçlama arasında sıkışacak daima. Göç eden her kimse tüm hayatı boyunca duruşmadadır. Ama bir şeyler olmuştur; ne tür değişiklikler olursa olsun, ailesinin hikâyesi ya da ülkesinin durumu ne olursa olsun bir şeyler olmuştur ve ister itilmiş ya da zorlanmış isterse daha özgür bir şekilde hareket etmiş olsun o her hâlükârda şahsi seçimini, o nihai kopuşunu açıklamak için duruşmaya çağrılır. O zaman göç etmenin, siyasi ve varoluşsal olarak geri dönülemez bu kopuş eyleminin kendisi ilk hatadır, ilk günahın ta kendisidir. Dahası eylemin kendisi gibi bu eylemin sonuçları da siyasi ve varoluşsaldır.

    Göçü masum göstermek için hangi girişimlerde bulunulmuş olursa olsun göç şüphelidir. Sırf ulusların dolaysızlığını, her kişinin doğduğu yerde kendi yerini aldığı ulusların sözde doğallığını bozduğu için bile böyledir bu. Buradan bakıldığında göç siyasi düzenin bütünlüğü içinde açık bir yara, ürkütücü ve korkutan bir tahribattır. Coğrafi yersizlik [atopia], siyasi gariplik, neredeyse anarşiye dönüşen bir kuralsızlık olan göç – mekânda yer değiştirmek – aynı zamanda ahlaki bir sapmadır da. Bu sebeple de kronolojik anlamdan daha çok ontolojik anlamda bir ilk günahtır. Hiçbir mahkeme kararının ya da cezanın temizleyemeyeceği o ilk günahtan sonra gelen günahların hepsi – ki kaçınılmaz olarak geleceklerdir – o ilk günahta mündemiçtir. Bu günah silinmez, kir çıkarılmaz, iz daimî olarak kalır.

    Göçmen olmaması gereken yerde olmakla, kendi hakkı olmayan başkasının yerini işgal etmekle suçlanır. Onun mevcudiyeti aşırı – öngörülemeyen, istenmeyen, hoş karşılanmayan, taciz eden – bir mevcudiyettir. Göçmen, onun etrafındaki sınırı sürekli yeniden inşa eden sözde yerliler tarafından kendi var-oluşuna/olmayışına indirgenir.

    Bu durum o raddeye varır ki göçmen, durumun tüm trajik boyutlarıyla birlikte maruz bırakıldığı var-oluşu/olmayışı idrak eder, onu tanır ve üstlenir. Bu onun, hiçbir çıkış yolu bulamadığı, kendi sınır-durumudur. Artık ne burada ne de orada hisseder. Göç ettiği, uzağa gittiğinden beri sanki bu kırılmayla birlikte tüm bağlar da kopmuştur. Hatta bu durum çifte bir varolmayıştır: ne vardığı ve reddedildiği yerde ne de yola çıktığı ve – her çabasına rağmen – artık bulunmadığı yerde var olur. Hiçbir sığınağın bulunmadığı yerde – bu bulunmayışı daha ziyade onun suçu olarak kendisine yüklenir. Göçmen her zaman orada, terk ettiği ülkede olsa bile hayatı yırtık, yarık ve kırık bir şekilde başka bir yerde devam eder. O kopuştan sonra bağları yeniden bağlamaya çalışan her umutsuz çaba akim kalmaya mahkûmdur.

    Göçmenin hayatı artık yaşanmaz ve çoğu zaman acımasız ve boğucu bir geliş ve gidiş tuzağına kapatılmış olarak bu çaba içinde tükenir. Mekânsal yarılmanın zamansal yan etkileri de vardır: hayat, geçmeyen bir geçicilik hâline gelen şey içinde ertelenir. Sanki bir aradaymışçasına yaşamayı bekleyen muhacir-göçmen, – ayrıldığı ve vardığı – iki toplumun birbiriyle uzlaşmaz zamanı arasındaki çelişkiyi kendi üstünde taşır. Bu iki toplumun ikisine de tam anlamıyla ait değildir. Bu zamansal çelişki göçmenin hayatına geçicilik damgasını vurur ve mekânsal yarılma da aşılmaz bir set hâline gelecek kadar keskinleşir. Kendi ülkesine dönüş yaptığı zaman dahi dönüşmüş olduğu göçmen orada kalanlara yabancı hâline gelmiştir. Yabancılık gittiği her yerde onu takip eder ve peşini bırakmaz.

    Artık evinde hissettiği bir yer yoktur onun. Fark etmeden birinden öbürüne geçilen iki dünya arasına sıkışan ve her seferinde diğer dünyayı kafasında – boşu boşuna – mükemmelleştiren göçmen, kopan bağı yeniden bağlayamayacak, aksine çifte dışlanmışlığın arada olma hâline terk edilecektir. Bu çifte dışlanmışlığın biri yola çıktığı toplumdan, diğeri ise vardığı toplumdandır. Bulunmayış gibi suçluluk hissi de ikiye katlanır. Muhacir-göçmen her yerde varoluşunu gerekçelendirmeye zorlanır. Onu bazıları ihanetle, terk etmekle ve lanetlemeyle bazılarıysa rahatsızlık vermekle, işgalcilikle ve kargaşa çıkarmakla suçlarken o bu sürece pasif bir şekilde boyun eğer. İlk ve bağışlanmaz göç etme günahını hem kendi hem de başkalarının gözünde sürekli olarak mazur göstermek zorunda olduğuna kani olmuştur o. Kendisini bu ayıptan hiçbir zaman kurtaramaz.

    Misafirperverliğin ilk düşmanca koşulu yabancının yabancı olmayı bırakması, kendini yerli halka benzetmesi ve ulusun özdeş kendiliğine asimile ve onun bir parçası olma niyetini göstermesidir. Bu özdeşliğin/kimliğin gerçekte ne olduğunun hiç de belirgin olmamasıysa önemsizdir o hâlde. Göçmenin gelişi – doğrudan bir işgal değilse bile – izinsiz bir giriş olarak görüldüğü sürece yabancının en azından bu yabancılığından kurtulması gerekecektir. Ya da daha ziyade göçmenin kendisi rahatsız edici başkalığını derece derece azaltmaya hazır olduğunu bildirir. Kim bilir belki bir gün o da yerli halk gibi doğallaştırılır, “doğal” olur. İnsanları entegre etmeyi başaran açık liberal bir toplumun talep ettiği asgari şart ötekinin en kısa sürede biraz daha az “öteki” olması ve bunun görülebilir kanıtını sunmasıdır. Bundan beklenen sonuç göçmenin ulusal sınırlar içindeki mevcudiyetinin tamamen gayrimeşru olmasını engellemektir.

    Göçmenin hakları, bu tarz kanıtlar beklentisinde askıya alınmıştır. Bu arada da vazifelerini yerine getirmesi istenir ondan. Burada not etmemiz gereken bir tersine çevirme vardır: Misafirin kendi haklarının onaylanmasından ve kabulünden ziyade – gerçekten de potansiyel bir düşman olarak – yükümlülükleri hatırlatılır ona. Cömertlik edimleri olarak sunulan bu tek yanlı yükümlülükleri yerine getirip getirmemek ve vermesi gereken belirsiz tavizleri verip vermemek ona kalmıştır. Misafirperverlik, ulusun sözde bütünlüğüne muhtemel bir tehdit oluşturma noktasındaki düşmanca bir perspektif içinde düşünülür.

    Bu şöyle bir senaryodur: devlet-merkezci ve etnik-merkezci olan kendini dayatır ve muhaciri, kendisine zımnen atfedilen noksanları aşarak onu kabul eden yüce gönüllü topluma karşı minnetini göstermesi gereken göçmene indirger. Göçmen ulussuz ve dolayısıyla da apolitik biri olduğu için, göçmeni kabul etmeyi tamamen teknik ve ahlaki bir soru olarak ele alarak bir kez daha göçü siyasetsizleştirme girişiminde bulunulur.

    Tahakkümün söz dağarcığı bayağı bir çeşitlidir. Bu sözler arasında uyumdan dâhil etmeye, katmadan asimile etmeye kadar çok şey anlatan bazılarından bahsedilmesi gerekiyor. Tüm bu terimler kendi içlerinde ötekilikten aynılığa geçişi ifade ediyor. Görünüşte rastgele olan bu geçiş aslında yönetiliyor, yönlendiriliyor ve idare ediliyor. Baskı incelikli olduğu kadar ısrarcıdır da. Bu baskının resmî ve genellikle barışçıl versiyonu gerilimleri görmezden gelip çatışmaları sessizlik içinde geçiştiriyor ve bunların yerine aynılığın özdeşliğine doğru giden, rızaya dayalı ve uyumlu bir yolculuk fikrini teşvik ediyor. Bu tahakküm sözlüğü “biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırı kuvvetlendirir. Ulusal kimlik standardı, mit ve bürokrasi arasında, bu – az ya da çok zımnen dayatılan – yolculuğu engellemek için dikilir, bu yolculuğu engeller ve bariyerlerle parçalar. İstenmeyen yabancının ne zaman ve nasıl “biz”imle aynı olmayı başardığı ise belirsizdir. Test hiçbir zaman bitmeyebilir. Başarı, bu başarıyı belgelemek için verilen belgeler – aslında “kimlik belgeleri” – tarafından onaylandığı, doğrulandığı ve desteklendiği zaman dahi başarısızlık ihtimali ortadan kalkmaz. Uyum mecburiyetinin içinde, bulunmayışın, doldurulmayı bekleyen boşluğun yankısı çınlar – o yüzden de Demokles’in kılıcı yabancının başı üzerinde sallanmaya devam eder.

    Ulusun noktainazarından göçmenin [ulusa] dahli gerçekten de göçün nihai noktasıdır. Sözde göç politikası sadece “göç dalgalarını yönetmeyi” amaçlamaz, aynı zamanda göçmeni kontrol altına almayı ve etkisiz kılmayı da hedefler. Ama boşuna. Zira göçmen, hem dalgalı hem de içindeki göçmenin sürekli işaret ettiği açıkça merkezsiz kişiliğiyle, geçici ikametin figürüdür. Bu figürde, diğer ikamet edenler de kendilerini görür, onun sürgününde kendi sürgünlerinin ayırdına varır.Normatif bakış açısı daima devlet merkezcidir. Devlete ait olan vatandaşların, kapıyı çalan yabancıyı kabul etme ya da reddetme kararını verme imtiyazına, hakkına apriori sahip oldukları kabul edilir. Hayır deme noktasındaki egemen güç tüm şüphelerin ve itirazların ötesinde gözükür. Fakat bu hak meşru mudur?

    Ayrımcı oyun sadece kan üzerinden değil toprak üzerinden de oynanabilir. Buradan da kök[lülük] ihtiyacı ve herkesi kendi yerinde tutma arzusu doğar. Hareketlilik aslında tehlikeli bir karışım ve kirlilik kaynağı olarak görülür. Çoğu zaman göz ardı edilen ve edilmeye de devam eden bir gerçek vardır ki o da toprağa kök salma kavramının doğrudan Hitlerizm’in mirası olduğudur. Hitlerizm’in yeni milenyumdaki çağdaş biçimleri değişmeden, kandan ziyade toprağa vurgu yapıyor. Kan miti ise kısmen perde arkasına çekilmiş durumda. “Herkes kendi ülkesine!”, Nazizm, gezegenin biyopolitik açıdan yeniden düzenlenmesi için birlikte yaşama biçimleri ve bu birlikte yaşama için sabit kıstaslar ortaya atan ilk projeydi.

    Nazi sonrası dönemde, kiminle birlikte yaşayacağına karar vermenin meşru olduğu fikri yerini korudu. Bu nokta, yeni Hitlerizm’in güç odağını, yeni ırkçılığın ise zıplama tahtasını oluşturuyor. Kişinin kendi varsaydığı ve bilinmeyenin yanı sıra itici olan öteki tarafından tehdit edilen kimliği için duyduğu korku “gizli”ye, “göçmen”e karşı duyulan nefreti kışkırtıyor. Bu korku, fakirler arasında da yayılan sınıf pozisyonunun kaybı için duyulan korku ve endişe ateşini yakıyor ve yabancı düşmanı popülizmi alevlendiriyor.

    Öyleyse Hitlerizm’den artakalan şey ne? Kiminle birlikte yaşayacağını seçmenin mümkün olduğu fikri. Bu miras varlığını sürdürdü ve göçle ilgili olarak birlikte yaşama özgürlüğü prensibini yeniden öne süren ve bu prensibin geçmişte hangi sonuçlara yol açtığı üzerine düşünmeyen liberal tezlerin arasından ışıldıyor. Fakat kişinin kendisi için bu özgürlüğü talep etmesi bir soykırım siyasetinin izinden gitmek demek zaten. Bu özgürlüğün altında yatan ve onu muaf/bağışık kılan [immunising] ilke aynı.

    İnsan kiminle beraber yaşayacağını, kiminle aynı çatıyı paylaşacağını veya kiminle komşu olacağını seçebilir ama kiminle birlikte yaşayacağını seçemez. Bu noktada karmaşa yaratmak ölümcül bir hata. Bu bağlamda birlikte yaşama, her bir bağın temelinde yatan ve insan varoluşunun kendisini niteleyen birlikte olma, tüm siyasi kararlardan önce gelir. Bu tarz siyasi kararlar, eğer çok tehlikeli bir yoldan gitmek istemiyorlarsa birlikte yaşamayı muhafaza etmek zorundalar.

    Ayrımcı muamele, yer üzerinde tek söz sahibi olduğunu iddia eder. Bu muameleyi yapan kimse kendisini egemen bir özne olarak sunar. Kendisi ve bu yer arasında sözde bir özdeşlik iddia ederek – o yerle bir olduğunun fantezisini kurarak – o yer üzerinde sahiplik hakkı ileri sürer. Bu iddianın içinde gizli olan şey atalardan kalma bir şiddettir. İster bir “ben” ya da “biz” olsun isterse tekil ya da çoğul şahısta söylenmiş olsun, bu egemen özne ötekinin yerine geçme ve onu kapı dışarı ederek onun her izini silme peşinde koşan bir gaspçıdır. O yerde daima ve hâlihazırda kendinden önce gelen ötekinin sanki orada hiçbir hakkı yoktur ya da daha ziyade sanki öteki hiçbir zaman var olmamıştır. Bundan dolayı egemen özne ötekini silmenin yanı sıra her türlü etiği de siler. Zira hiç kimse hiçbir zaman seçilmemiştir. Herkesin bu daha önceden bir başkasının yaşadığı dünyada geçici olarak bir yeri vardır. Bu yüzden de bu yer kimsenin sahiplik iddia edebileceği bir yer değildir. Kişinin, ikamet ediyor bulunduğu yere ilk olarak bir başkasının geldiğini fark etmesi, sadece bir yakınlık etiğine değil aynı zamanda bir birlikte yaşama siyasetine açılması anlamına gelir.

    *Prof.Dr., Sapienza Üniversitesi Roma, Felsefe bölümü.