İTİRAZDAN İSTİĞNAYA: YOLUNU ŞAŞIRMIŞ EDEBİYATA İSTİKAMET ÖNERİSİ!

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    Sanatın gündelik ya da kuramsal anlamda siyasi tutumunun ne olduğu epeydir tartışılan bir mevzudur. Dünyadaki örnekleri kadar nitelikli olmasa da Türkiye entelektüel kamuoyu da bu tartışmaya bir şekilde iştirak etmiştir. Elbette her zamanki gibi özbeöz Türk usulüyle. Son zamanların güncel ama sığ tartışmalarında sıklıkla tesadüf ettiğimiz bu tutumun özeti basit ama yanlış kurulmuş bir sorudur aslında: Sanat muhalif midir?

    Yanlış sorunun doğru cevabı olmaz. Lakin galat-ı meşahir ülkesinde bunun da pek anlamı olmuyor. Hatta sorunun bu hâliyle çok daha bereketli olduğunu bile iddia edebiliriz. Bu soruya vereceğiniz cevaba göre iyi kötü bir kâr ortaklığına paydaş oluveriyorsunuz. Hâliyle rağbeti de çok oluyor. Popüler kültürün ve onun doymak bilmez kitlesinin temin ettiği destekle var olan şarkıcılardan tutun, fularlı rejim tenkitçilerine, belediye sirklerinde boy gösteren panayır soytarılarından, asgari ücrete figüranlık yapan kısa metraj entel bunalımı röprezantlarına kadar geniş bir müşteri portföyü oluveriyor. Bu bereketli pazara rağmen soru en azından çağrıştırdıklarıyla onulmaz bir sancı gibi ortada duruyor. Bu ağrının en belirgin semptomu da tavaif’ül-mülük devrini hatırlatan celali çetelerin birbirlerine olan öfkeleri. Her şeyi bu kayıkçı kavgasının ortasında görmeye alışkın olanlar için de sanatın muhalif olması ya da olmaması pazarın devamı için hayati bir önem arz ediyor elbette.

    Epeydir kuraklaşan sanatın topraklarından faydacı siyasetin ve obez hamasetin meralarına göçen bu nomadların elbette ki yerleşik bir tavır, medeni bir özgüven ya da köklü bir eleştiriye sahip olmaları beklenemez. Kendi feodal beyliklerinde beylik tabancalarıyla dosta izah düşmana mizah olmaktan başka bir işe yaramadıklarını da göremiyorlar ne yazık ki!

    Sağ ya da sol fark etmiyor. Banalliğin ve komisyoncu siyasetin güdümünde kendi kutsal içkileriyle sarhoş olup duruyorlar. Her nevi mükeyyifat ve mezenin bulunduğu masalarda kalem oynatanların sağı solu olmayacağı ya da sağını solunu ayırt edemeyecek kadar çakırkeyif olacaklarını herkes tahmin edebilir. Bu çakırkeyiflikte de yanlış sorulmuş bir soru kadar keyif veren meze de az bulunur elbette.

    Her şeyin birbirine karıştığı, bütün makul anlamlarının akıl ve izan sınırları ötesine göç etmek zorunda bırakıldığı kavramların gösterişli bir fakirliğe mahkûm edildiği bir entelektüel kamuoyunda sanat üzerine düşünmek pek kârlı olmasa da bunun yanlış olduğunda ısrar edelim. Ve başka bir soru soralım. Sanat muhalif olmak zorunda mıdır?

    İşbu tartışmanın malzemesi olan muhalif kavramı fazlasıyla zamana endeksli, mevzubahis edildiği ana mukayyet ve son kullanma tarihi yakın olan bir kavram olarak arzıendam ediyor. Yani hâlihazırda hükümet edene, iktidar olana karşıt, hakkın karşısında batılla ittifak eden, sütten çıkmış ak kaşığa karalar çalmak için fırçasını karanlığa daldıran, aksi, muteriz, şer odaklarının maşası manalarına geliyor.

    Konumunuzu değiştirdiğinizde anlamını da değiştirebilen bir iki yüzlülüğe sahip olan bu ifade yukarıda yüklendiği anlamlarla, başka hiçbir müttefike ihtiyaç duymadan, sanatın göğünü karartacak, bağışıklığını çökertecek kudrete sahip görünmekte. İktidarın zaviyesinden bakıldığında kötücül bir cin olan mezkûr kavram henüz iktidar olamamış kesimin sisli zaviyesinden bakıldığında ise korkusuz, sözünü sakınmayan ve kutsallığını gizlemek konusunda mahir, devrimci bir melek oluveriyor.

    Dilin doğası gereği her kelimenin farklı anlamlara, katmanlara, yorumlara açık olduğunu biliyoruz. Lakin burada doğrudan bir mühendislik gayretiyle kelimeye kaldıramayacağı yüklerin yüklenmesi söz konusu. Bu yük beraberinde yola çıktığı diğer tüm kelimelerin de yolunu kaybetmesine sebep olmaktadır. Yani muhalif sanat ya da muhalif olmayan sanat ifadesi sanatın yükünü artırmakta, onu kaldıramayacağı bir yük yüklemekte.

    Oysa lügatlerde uygun olmayan, uymayan, aykırı, zır, karşı çıkan, karşı koyan manalarına gelen muhalif ifadesi herhangi demonik bir anlamı havi değildir. O hâlde bu yok yere yaygaranın sebebi nedir? Bunca tiyatronun, bu kuru gürültüde sanatın orasından burasından çekiştirilmesinin hikmeti ne olabilir?

    Elbette bu soruların her biri ayrı ayrı çalışmaları hak edecek niteliktedir. Fakat konudan fazla uzaklaşmadan cevap vermek gerekirse; sanatın sahip olduğu servetin heba edilmesi arzusudur. Tarih boyunca her türlü tahfif, tahkir ve tezyife rağmen kitleleri etkilemek, büyülemek ve hatta manipüle etme konusunda yeri doldurulamayacak kudrette bir simya, silah olarak görüldüğü için onu gündelik siyasi zeminde terbiye etmek imkânı pazarın tüm kartellerinin iştahını kabartmaktadır.

    Oysa sanat muhalif olmak zorunda değildir. Bir yerden bakıldığında insandan yana olması gereken sanat insanın karşısında olan her şeye muhaliftir, evet. Mesela hakikattir, batıla muhaliftir. Merhamettir, zulme muhaliftir. Paylaşımcıdır, tekele muhaliftir. Asildir, soysuzluğa muhaliftir. Sahihtir, sahtekârlığa muhaliftir. Açık fikirlidir, yobazlığa muhaliftir. Mütesettirdir, dekolteye muhaliftir. Aydınlıktır, karanlığa muhaliftir. Özgürdür, baskıya muhaliftir. Fakat sanat burada ifade edilenden çok daha fazlasıdır. Kendisine dair tartışmanın kendi paradigması dâhilinde yapılmasını dayatacak kadar köklü ve kudretli bir alana sahiptir. Müstakildir. Bu müstakilliğiyle de sanat her şeyden evvel müstağni olmalıdır. Medeniyetin tarihinde rüştünü ispat edip kendi kurumsallığını, özgünlüğünü, tarihini inşa eden ve buna bağlı olarak müstakilen hayatını sürdürebilen sanat bundan daha azına razı olamaz. Elde olana kanaat edip başka bir şeye ihtiyaç duymama, tokgözlülük, gönül tokluğu, bir şeye karşı nazlı davranma, tenezzül etmeme gibi anlamlara gelen istiğnanın bu dünyada sanattan daha fazla yakışacağı çok az şey vardır.

    Michelangelo’ya Kıyamet Günü sahnesini yaparken kendisini rahatsız eden kardinali bir şeytan olarak çizdiren ya da Fuzûlî’ye Şikâyetnâme’yi yazdıran cesaret tam da bu istiğnadan mamuldür. Bu istiğna elbette soylu bir küskünlük kadar, cömert bir feragat ya da fedakâr bir ittifakı da içerebilmektedir. Lakin her hâl ve şartta dünyanın diğer bütün güçleri, kurum ve kuruluşlarıyla denk bir ilişki içerisinde olmak konusunda musırdır. Muhalifin itirazı, hak bilirliği iktidar olana kadardır. Oysa müstağni konjonktüre ve konuma aldırış etmeden her daim hakkın yanında olmaya riayet eder. Bu yüzden vaktiyle methiyeler düzdüğü bir otoritenin yüzüne yeri geldiğinde yanlışlarını ve eksiklerini de vurabilecek cesarette olabilecektir.

    Sanat işte bu istiğnayla anılmalıdır. İnsandan yana kalmalıdır. İnsan derken gündelik hayatın hay huyu içerisinde giderek kaybolan, menfaatinin tanrılarıyla meziyeti ölçüsünde ittifak yapıp gemisini yürüten beşerden söz etmiyoruz elbette. Tarih boyunca yüklendiği bütün anlamları içerdiğini bildiği hâlde temsil ettiği asıl manayı unutmayan insandan söz ediyoruz. Kendisine sunulan imkânlar dâhilinde eylem ve söylem alanını kurabilen insanı işaret ediyoruz. Elbette ki kendi hırsları, beklentileri ve heveslerinden değil kendi varoluşundan söz eden insanı tarif ediyoruz. İşte sanat tarihi boyunca bu insandan yana olmuştur, olmalıdır.

    İnsan, uzun yıllardır ulus devletin ve sonrasında devletler üstü sistemin durmaksızın devam eden acımasız mühendislik faaliyetiyle kalıptan kalıba girmeye zorlanıyor. Hamasetin, ticaretin, siyasetin tezgâhlarında farklı pazarlama ve paketleme teknikleriyle bir ürüne dönüştürülüyor hâliyle. Şimdilerde de yapay zekâyla tehdit edilip güya tedip edilmeye çalışılıyor. Sanatın kabul etmemesi gereken, müstağni durması gereken yer tam da burasıdır. Acımasızca hedef alınan insandan yana olmalıdır sanat. Kendisini bir tanımın içine hapsetmesine gönlü razı olmayan, bununla uyuşmayan ama buna dair farklı ideolojileri ya da güç odaklarını heyecanlandıran bir zayıflığa da gönül indirmeyen insandan yanadır. Elbette ki kendi sınırları içerisinde bir mana ifade eden soylu istiğnasıyla. Burada hormonlu ve gündelik siyasetin nazı olarak tarif edebileceğimiz muhalefetin bütün agresifliği ve aktifliğine rağmen kayda değer bir sonuca ulaşamayacağını söyleyebiliriz. Böylesi bir muhalifliğin sanata katacağı bir fayda da yoktur.

    Oysa soylu bir istiğna sanatın boşa kürek çekilecek bir eylem alanından ziyade uyarıcı, yol gösterici, tavsiye edici bir söylem alanında hâkimiyet kurduğunun en bariz göstergesidir. Elbette bu tavır pasiflik olarak küçümsenecektir. Elbette sanata muhaliflik görevi tevdi eden herkes, iyimser ya da kötümser, onun bu tabi pasifliğini militan bir aktiviteye döndürmeye gayret edecektir, ediyor da. Sanata istiğnayı yakıştırmamızın, onun böylesi bir hâlle hâllenmesi gerekliliğindeki ısrarımızın sebebi de bu anlamsız gayretin muhtemel ve mukadder zararlarıdır neticede. Tarih hiçbir kayıkçı kavgasını kaydetmemiştir. Ama sanatın boş yere yaygara koparıp cebini dolduran isimsizleri ölümsüzleştirerek cezalandırdığı çok olmuştur.

    İnsandan yana olan müstağni bir sanatın muhalifin muarızı, muhatabı ve mütemmim ötekisi olan ulus devletle mesafelidir. Çünkü ulus devlet, özellikle de güneşin erken doğduğu kesimlerde çoğu zaman insanın karşısında tutum alır. Mezkûr coğrafyalarda ulus devlet hep kendisinden, kendi varlığını pekiştiren onu kendi kârına dönüştüren müttefik ya da azınlıklardan yanadır. Sanatın insanı boğan ya da James Joyce’un harikulade ifadesiyle üzerine ölü toprağı seren bu anlayışla uyumlu olması elbette beklenemez. İktidar olana kadar değil, iktidar kendisine çekidüzen veren kadar devam ettirir bunu. Sanatın zulümden, haksızlıktan yana olması beklenemez. Picasso’nun Guernica’sından Akif’in şiirlerine kadar her türde ve katmanda bu zulmün karşısındadır. Bu evrensel bir tavırdır. Dünya yüzeyindeki bütün güçlerin bozulma ihtimali vardır. Sanat da bundan muaf değildir. Lakin bunu dahi kendi doğasına uygun bir şekilde yaşar. Tarih birçok zalimin ziyadesiyle adil biri olarak gösterildiği manzum yada mensur muhtelif metinlere kaydetmiştir.

    Klasik kaynaklar din ve devletin ikiz kardeş olduğundan söz ederler. Bu manada dinle sanatın ikiz kardeş olduğu da söylenebilir. Mesela “Kızım Fatıma dahi olsa elini keserim.” anlayışının en üst makam tarafından ihdas edilmesine rağmen adaletin asabiyeye kurban edildiği zamanlarda İslam’la dönemin Müslümanları nasıl ayrışıyorsa sanatla dönemin sanatçıları da öyle ayrışır. Başka bir örnek vermek gerekirse kendisine peygamberlikten vazgeçmek şartıyla krallık dahi verilebileceğinde bunu düşünmeden reddeden bir irfan nasıl hakikatse kendisiyle karanlık ittifak yapmak istediğinde istiğnasıyla bir kere daha büyüyen sanat da öyle hakikattir. Ezelî körlüğünden dolayı hiçbir şeyi doğru dürüst görememiş odakların bu tavrı muhalif olarak tanımlaması hiçbir şeyi değiştirmez. Bu istikametinden emin bir istiğnadır.

    Fazlasıyla suni bir aydınlatmayla birçok karanlığı örten salonların, kirli ittifakların zehirli elması kabilinden ödüllerin, şehvetli ama baş döndürücü iltifatlarıyla sanatın yolunu daraltan yığınların varlığına aldanıp yolunu kaybeden bir sanatçının bu asaleti tevarüs edemediği, bu vazifeyi idrak edemediği, bu emanete layık olamadığı ziyadesiyle aşikârdır. Böylesi bir tavrı tercih etmiş her sanatçı, müstağni değil ama muhalif olarak adlandırılabilir. Elbette kendi tabiatına ve hakikatine muhalif.

    Bugünün şartlarında istiğna zordur. Aksi bir tavrın çok daha kolay ve konforlu olduğu aşikârdır. Lakin tarih boyunca şaşmaz bir şekilde gözümüzün önünde olan bir hakikat vardır ki o da insan olmanın, insandan yana olmanın zor olanı tercih etmek demek olduğudur. Ehl-i tarikin dillendirdiği bir kelam-ı kibar vardır. Tarikat ruhsat yolu değil azimet yoludur, derler. Sanatın, sanatçının da yolu biraz buralardan geçer. Keşişvari bir yokluk güzellemesi, Nietzscheci anlamda çileci bir tavrın tavsiyesi değildir bu. Nimetle külfet arasındaki dengenin hakkıyla gözetilebileceği hassas terazidir. Bu teraziye sahip olamayanlar iktidarın hizmetine girmeye gönüllü bir mülayemet ve uzlaşmacılıkla avunurlar. Öyle ki bir süre sonra gönüllü bir kastrasyon operasyonuyla soprano iktidar borazanlarına dönüşüverirler. Kendi trajedilerini fark etmeden hakikatin yegâne temsilcisiymiş gibi sürekli mülayemet ve uzlaşmayı tavsiye ederler. Çünkü bu tavsiyeye inandığı ölçüde cerre çıkacak, bu tavsiyesi iltifat gördüğü ölçüde de pazarda post serebilecektir.

    Sanatın bu sentetik mülayemet peygamberliğiyle insandan yana olmak gerekliliğini eğip bükerek onu kendi menfaatinin karanlık zamanına mukayyet kılması çok yaygın artık. Bu vizyon ve misyonla kurumsal kehanetini ve temsiliyetini beslemeyi de ihmal etmeyecektir elbette. Muhatap olduğu güdük ideolojinin güncel kilisesinden aldığı ölümsüzlük icazetiyle caka satacak, aynı icazetle kendisine müritler devşirecek ve onlara güya ölümsüzlük iksirinin bulunduğu varaklar satacaktır. Sanatın değil saltanatın, ahlakın değil ahlakçılığın havariliğini yaparken devlet malzeme ofisinden eşantiyon olarak aldığı haleyle dolaşmayı âdet edinecektir. Sahih sanatı ilk aforoz etme girişimi, tekfir etme çabası da onlardan gelecektir.

    İşte bu kullanışlı mülayemetle başından beri itiraz ettiğimiz muhalefet kardeştir. Aynı genetik kodlara, aynı kusurlu terbiyeye sahiptir. Hâliyle bu mülayemetin olduğu kadar bilinçsizce yürütülen bir isyanın, itirazın yani muhalefetin içerisinde de bir iktidar arzusunun var olabileceğini kabul etmek icap eder. Gücün, otoritenin sıklıkla kullandığı ve aynı sıklıkla gözden kaçan en etkin silahlarından biri de rekabettir. Bu rekabet tiyatrosunda mülayemetin kapıkulları kadar, isyanın fedaileri de kendilerine verilen rolü oynamaktan öteye gidemezler. Tam da bu gerekçelerle isyanın, itirazın ya da sık başvurulduğu şekliyle muhalefetin sanatın asaletini karşılayamayacağı açığa çıkar.

    Diğer yandan mezkûr arzunun, pazar hevesinin, güç hayranlığının pek sirayet edemeyeceği ya da kolaylıkla kendisini ele vereceği istiğna için bu tehlike söz konusu değildir. Çünkü istiğna baki, itiraz fanidir. Muhalefet her dönemde aynı kıyafet ve merasimle arzıendam edecekken istiğna her daim özgür olacaktır. Bu özgürlük muhalif sanat yaygarası etrafında tezgâhını kuran her iki kesimin de bir şekilde cazgırlığını yaptığı vaaz etme zorunluluğunu da bertaraf eder. Sanatın güya ahlak/çılık misyonunu boşa çıkarır. Feraset ve basiretle birlikte alınmadığında doğrudan zehirleyici bir etkiye sahip olan vicdanın komisyoncularına kapıyı gösterir. Farklı sunumlarla çeşitlendirdiği nimetlerin ardındaki iktidar hırsını ya da goygoyculuğunu ortaya çıkarır. Sanat bu özgürlükle kendini bulur, sanatçı bu özgürlükle kendine gelir. Ahlakın üzerindeki bulutlar bu özgürlüğün temin ettiği rüzgârlar neticesinde kayboluverir.

    Sanatın, edebiyatın tırnak içinde ahlak gibi bir derdi yoktur. İnsanın tarafında olmak başlı başına yeterli bir tavırdır. Ayrıca izah etmeye çalışmanın, ayrıntının rantabıl koridorlarında gevezelik ederek vakit geçirmenin anlamı yoktur. Ahlak çoğu zaman ahlakçılıkla karıştırılır. Özellikle de kriz zamanlarında bu karışıklığın bizatihi kadrolu sanatçı, edebiyatçıların marifetiyle bir silaha dönüştüğü çok olmuştur. Bir sanatçının, edebiyatçının yine tırnak içinde iyi görünmek, iyiliği vaz etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Çağının meselelerine bakışı çağdaşları gibi olmak zorunda değildir. Çağdaşları gibi anlamak ve onlar gibi anlatmak zorunda değildir. Belki de bir ömür rüyasına yattığı tatlı hayatın Kafdağı’nın değil de Ege Denizi’nin ötesinde olduğunu düşünerek suya girip boğulan bir göçmenin resmini çizmek, şiirini yazmak, hikâyesini anlatmak zorunda değildir. Lakin onu kendi gerçekliğinden bu rüyaya kaçmak zorunda bırakan sistem ve türevleriyle hep mesafeli olmak durumundadır. Sanat bu mesafenin sıhhati ölçüsünde yükselir, serpilir. İyi bir okur kendi içine göçen insanın hikâyesini okurken de bir anda bu trajik boğulmaya şahit olabilir. Bundan şüphesi olan sanatçının müstağni sanatın özgürlüğüne değil, muhalif sanatın pazarlık gücüne inandığı da ortaya çıkmış olur.

    Sanat bakkaldan ekmek alan bir adamın dilinin sadeliği ve açıklığından ziyade ekmeğimin peşindeyim diyen bir faninin derme çatma sembolizminde mümkündür. Sanatın, edebiyatın toprakları, çoğu zaman, hüsnüzannın yetişebileceği bir iklime sahip değildir. Sanat her zaman ne kadar derin kazılırsa o kadar sağlam olacak bir binadan, ne kadar derine gömülürse o kadar güçlü filizlenecek bir fidandan yanadır. Bunu da bir yatırım aracı olarak görmez, bir zorundalık olarak yaşar.

    Hülasa sanat müstağni olmalıdır. George Steiner, bir yerde, “sanatın, yaşayanlar tarafından bilerek yaratılan o dikkate alınmama tehlikesi karşısında bile, henüz devreye girmemiş olanlara seslendiğinden” söz ediyordu. İstiğnanın çağlar üstü bir hakikat olduğunu ve bunun idrakine varan sanatçının gündelik tartışmaların çamurundan pek de etkilenmeden yürümeye devam edeceğini bundan daha güzel ifade edebilen çok az cümle vardır.