BESTE HİKÂYELERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Türkan & M.Hakan Alvan

    Uykuda Beste Yapanlar
    Uykuda beste yapılır mı? Bu sorunun yanıtını ünlü bestekârımız Ârif Sâmi Toker’in kendi ağzından anlattığı güzel bir hikâyede bulacağız. Bestekârımız Ârif Sâmi Toker (1926-1997) bir gün öğle uykusuna dalar. Uyku ile uyanıklık yani yakaza hâlindeyken kendini Sultan III. Ahmed’in huzurundaki sazlı sözlü bir mecliste bulur. Mecliste bulunan sanatkârların her biri bir hüner sergilemektedir. Derken III.Ahmed Han, Lale Devri’nin meşhur şairi Nedîm’e seslenir:

    – Haydi bakalım! Sen de bize bir şeyler oku! deyince şair Nedîm meşhur şiirini mecliste okur:

    Erişti nevbahar eyyâmı açıldı gü ü gülşen
    Çerâgân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen
    Çemenler döndü rûy-i yâye reng-i lâle vü gülden
    Çerâgân vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen

    Rüya bu ya! Sultan III. Ahmed bu sefer bestekârımız Ârif Sâmi Toker’e dönerek:

    – Eee! Ârif Efendi sen öyle duracak mısın? Gönlüne doğan bir besten yok mu? deyince Ârif Sâmi Toker bir anda Nedîm’in okuduğu şiiri bestelemeye başlar. Uyanır uyanmaz aklındaki nağmeleri notaya döker. Ârif Sâmi Toker’in nihavend makamında bestelediği bu eser hâlen sevilerek dinlenir.

    * * *
    Ünlü bestekâr Lem’i Atlı’nın (v.1945) da rüyada bestelediği bir eserin hikâyesi hayli ilginçtir. Lemi Bey, Boğaz’da Vaniköyü’ndeki Beşiktaş muhafızı Hasan Paşazade Said Paşa Yalısı’nda bir gece ziyafetinden sonra yatılı misafir olarak kalır. O gece rüyasında Nâmık Kemâl’i görür. Rüyada Nâmık Kemâl kendisine iltifat eder ve “Zevkin ne ise söyle hicâb eyleme benden” mısraıyla başlayan güftesini Manyasîzâde suzinak bestelemişse de bundan hoşlanmadığını ve bu şiirin bir de Lem’i Bey tarafından bestelenmesini arzu ettiğini söyler. Vatan şairi Nâmık Kemâl’in bu isteğinden sevinç ve gurur duyan Lem’i Bey, o anda aldığı ilhamla güfteyi nihavend makamında besteler. Bu rüyadan heyecanla uyanan Lem’i Bey, o anda aklında kalan bu bestenin rüyada yapıldığını diğer yatakta uyumakta olan Leon (Hancıyan) Efendi’yi uyandırarak anlatır.”

    Gerçekten de bu eserin Hacı Ârif Bey’in kürdilihicazkâr, Manyasizâde Refik Bey’in sûzinâk ve Lemi Atlı’nın nihavend makamındaki besteleri günümüze ulaşmıştır. Bu eserleri ayrı ayrı dinleyip hangisinin güzel olduğuna siz karar verebilirsiniz.
    * * *

    Bir Servet-i Fünûn Şairi Derviş Olursa!
    Servet-i Fünûn şairlerinden Hüseyin Sîret Özsever (1872-1959) jurnal devrinde Jöntürklere uygulanan kısıtlamalardan nasibini alır. Önce Adıyaman sürgünü ve Avrupa’ya kaçışının ardından II. Meşrutiyet’in ilanından sonra biraz rahata kavuşsa da Mahmud Şevket Paşa hükümeti devrinde yine koğuşturmaya maruz kalır ve İttihatçıların tehdidi karşısında yine yurt dışına çıkar. 1920’lerde İstanbul’a tekrar döner. Gençlik yıllarını sürgünler, kaçışlar, yoksulluk içinde geçiren Hüseyin Sîret; artık huzurlu bir hayat arzusuyla Cerrahî Âsitânesi postnişini İbrahim Fahreddin Efendi’ye (v.1966) intisâb eder. Bu güler yüzlü, ufak tefek şeyh efendi hayata bakışını tamamen değiştirir.

    Hüseyin Sîret Bey, kendisi de bir şair olan şeyhi Fahreddin Efendi’yle sık sık sohbet eder. Gençlik yıllarında peşinde koştuğu boş emellerin kaybını telafi etme gayretiyle nefis terbiyesine girmiştir artık. Hüseyin Sîret Bey’in bu duygularla şeyhi Fahreddin Efendi’ye ithafen yazdığı şiiri tam da serencamını özetler gibidir. Şükrü Tunar’ın hüseyni, Şehzade Abdullah’ın suzidilara, Haydar Tatlıyay’ın hicaz, Dirri Turan’ın bûselik, Nuri Halil Poyraz’ın beyatî makamında bestelediği bu eser İstanbul sanat çevrelerinde hâlâ sevilerek dinlenir:
    Geçti sevdalarla ömrüm ihtiyâr oldum bugün
    Ak pak olmuş saçlarımla bî-karâr oldum bugün
    Bir muhabbet neşesiyle ilkbahar oldum bugün
    Ben huzurunda yer öptüm tâcîdâr oldum bugün

    Bir gün Adalar’a dervişleriyle geziye giden Fahreddin Efendi’nin yanında Hüseyin Sîret Bey de vardı. Muhabbet-i Muhammedî sohbeti hayli koyulaşmıştı. Bir ara Fahreddin Efendi, Hüseyin Sîret Bey’e dönerek “Madem şairsiniz, niçin Peygamber Efendimize bir methiye yazmadınız?” deyince Hüseyin Sîret Bey mahzun bir hâlde:

    – Efendim, malumunuz biz parnasyen şairlerdeniz, gördüğümüz güzellikleri anlatmayı biliriz. O Gül Yüzlü Sultan’ı görmek nasip olmadı ki şiirini yazayım! deyiverdi.

    Fahreddin Efendi bunun üzerine “İnşallah görürsünüz de bir naat yazarsınız,” diye dua etti. O gece Hüseyin Sîret Bey’in muradı gerçek olmuştu. Ertesi gün sabah erkenden Fahreddin Efendi’nin yanına koştu. Elindeki şiir yazılı kâğıdı şeyhine uzattığında gözlerinin içi gülüyordu:

    – İşte, efendim! Himmetinizle Peygamber Efendimizi görmek bu fakire nasip oldu. Bu iştiyak ile yazdığım na’t-ı şerîfi arz ediyorum.

    20 beyitten müteşekkil bu na’t-ı şerîfi yıllar sonra Fahreddin Efendi’nin halifelerinden ve Cerrahî Âsitânesi sonraki postnişinlerinden Safer Dal Efendi (v.1999) tarafından sabâ ve Serhat Başar tarafından sûzinâk makamında bestelemiştir:

    Ey mihr-i lâ-yezâlin mehtâb-ı müstenîri
    Envâr-ı kibriyâya sensin yegâne mazhar
    Zâtınla zât-ı akdes olmuşdu zarf u mazruf
    Dillerde ism-i pâkin Allah ile beraber

    Asr-ı sa’âdetinde gelmek nasîb olaydı
    Görmüş olurdu billâh, Allah’ı görmeyenler
    Hakk’ın yanında mehtâb sönmüş çerâğa benzer
    Leylâ misâli hûbân pâyinde zıll-i kemter

    Mahbûb-ı müctebâsın sultân-ı enbiyâsın
    Uşşâka reh-nümâsın sen ey şefî-i mahşer
    Sîret ne söyleyim ben, meddâhı Kibriyâ’dır
    Tavsîfe muktedir mi mehtâb-ı germ-i ahter 

    * * *

    Ahmed Rasim Bey’in Besteleri
    Gerçek bir İstanbullu olan Ahmed Rasim Bey (v.1932), şairliği ve edipliği yanında başarılı bir bestekârdı. Henüz mahalle mektebindeyken eğlence niyetine başladığı musiki meşkleri, Darüşşafaka’daki hocası büyük bestekâr Zekâî Dede sayesinde ciddi bir uğraşı hâline geldi. Okuldan mezun olduğunda Bahariye Mevlevihanesi’nde kudümzenbaşı olan hocası Zekâî Dede sayesinde musiki terbiyesini oldukça ilerletti. Eski İstanbul kahvehanelerine olan aşinalığı sayesinde Ahmed Rasim Bey, mâniciler ve saz şairleri sayesinde zengin bir şarkı, türkü, destan, muamma, nefes vb. türlerde repertuvara sahip oldu Güzel bir sesi vardı, muzipti, gece hayatını seviyordu. Rind-meşrep bestekârlardan Şevki Bey, Kemanî Tatyos, Kemençeci Vasil Ahmed Rasim’in yakın dostlarındandı.

    Ahmed Rasim Bey’in şarkı formunda bestelediği 70 kadar eserin çoğunun güftesi kendisine aittir. Uşşâk makamında bestelediği kıvrak nağmeli bir şarkısının öyküsü hayli ilginçtir: Arkadaşlarıyla Şehzadebaşı’nda büyük ihtimalle Fevziye Kıraathanesi’nde takılıp aylarca ortalıktan kaybolan Ahmed Rasim Bey, bir gün evine döner. Hanımı son derece uysal ve sabırlı biri olduğundan hiç sitem etmeden onu karşılar. Ahmed Rasim Bey, yıkanıp paklanır, biraz istirahat ettikten sonra yine dışarı çıkmaya hazırlanır. Önemli bir misafir beklediklerini söyleyen karısı hassaten “Sakın geç kalma, erken gel!” diye tembih eder. Kemanî Tatyos’a olan biteni anlatırken birden uşşâk makamında şu beste ortaya çıkar. Ahmed Rasim’in de pek beğendiği bu eseri günümüzde hâlâ popülerdir:

    Bu akşam gün batarken gel
    Sakın geç kalma erken gel
    Tahammül kalmadı artık
    Aman geç kalma erken gel

    Cefâ etme bana mâhım
    Sonra tutar seni âhım
    Üzme beni şîvekârım
    Aman geç kalma erken gel

    Ahmed Rasim Bey’in başka bir beste yapma hikâyesini kendi ağzından aktaralım:

    “(Bir gün arkadaşlarla bir lokantada yemek yerken) Saatin alaturka 8’i vurduğunu dinliyorduk ki bir kanun zabiti başucuma dikildi:

    – (Ahmed Rasim Bey!) Zât-ı âlîlerinizi Merkez Komutanlığı’na götürmeğe memurum.

    Şöyle bir an ayıldım. O gün, o günden evvelki makalelerim birer birer gözümün önünden geçti. Öyle şüpheli bir şey yazmamıştım. O hâlde merkez komutanı Sadeddin Paşa, Sultan Hamid’in baş mutemedi acaba beni ne diye arıyordu? Soğuk bir terin ensemden belkemiğim boyunca indiğini hissettim.
    Dışarıda bir kanun-i evvel (Aralık) gecesinin yarısı, rüzgârlı, uğultulu, tenha ve titrek kararıp gidiyordu.

    Zabit (subay) bir fayton çağırdı. Şemsiyemi kapadım, bir köşeye suçlu suçlu büzüldüm.
    Çok bekletmediler. Fesimi, gözlüğümü düzelttim, redingotumun düğmelerini yokladım, acele ilerleyip etekledim. Paşa’nın gözleri kıpkırmızı idi. Dedi ki: -Sizi rahatsız ettik Rasim Beyefendi… İçim biraz ferahladı:

    – Başımıza geleni sormayın; Bestenigâr Kalfa sizlere ömür…

    – Cenab-ı Hak ömr-i devletlerini müzdâd buyursun, duasını mırıldandım. Paşa’nın konağı zamanının musiki akademisi idi. Hatta Sultan Hamid’e raks için, saz ve söz için Çerkez kızları talim ve terbiye edilirdi. Bestenigâr Kalfa Paşa’nın sazının başhanendesi idi. O ne ses! Kemençe gibi bir ses ki bir kemençenin perdelere ram emniyeti bile onda vardı. On beş gün evvel „Enfloenza“ gibi başlayan dörtnala bir verem, o kahrolası hastalık o güzeller güzeli tazeyi alıp götürmüştü. Paşa devam etti:
    – Şimdi, zât-ı âlîlerinden rica ediyorum. Hâle münasip bir güfte kerem buyurun…
    – Ferman efendimizindir, dedim; dışarı çıktım. Beni yan odaya aldılar. Bir de ne göreyim Hâfız Hüsnü de orada değil mi? Onu da çalyaka edip getirmişler ki, güfteyle beste olsun diye… Oturdum… Korku ile kaderin, mesti ile hûşyârlığın memzûc ve mümtezici şu mısraları söyledim:

    Çok sürmedi geçti tarâb-ı şevk-i bahârım
    Soldu emelim goncalarım reng-i izârım

    Bir bülbül-i raksân-ı tarâbnâk idim amma
    Bilmem ki neden terk-i hevâ etdin hezârım

    Bu nağme-yi dilsûz-ı gamım düştü Irâka
    Ben böyle gönüller yakıcı Bestenigârım
    Hâfız Hüsnü, bestesini bestenigâr eyledi. Geçtik Paşa’nın yanına… Ben güfteyi okudum, Paşa merhum hıçkırdı. O besteyi terennüm etti hüngürdedi… Etekleyip dışarı çıktıktan sonra bize altın 20’şer lira ihsan geldi. Eh! Bestenigâr Kalfa’nın bestesi, hafızın sesi bir araya gelince döndük yine meyhaneye. Meyhanelerdeki küp kırığından fazla tövbe kırığı vardır…”

    * * *

    Yeter ki Gel Bana Senede Bir Gün
    Ünlü yazarımız Ahmed Rasim’in torunu büyük bestekâr Osman Nihat Akın (1905-1959), tarihi sevdiren yazar olarak tanınan Ahmet Refik Altınay (1881-1937) ve ünlü ressamlarımızdan İbrahim Çallı (1882-1960) yıllardır hiçbir engelin bozamadığı güzel bir dostluğu paylaşıyorlardı.

    Bu üç arkadaş Büyükada’da güzel bir akşam sohbet ederken birbirine söz verdiler. Bundan sonra her yıl aynı gün ve saatte Büyükada’da buluşacaklardı. Dostluğun göstergesi olarak bu buluşmaya hiçbir mazeret engel olmayacaktı. Sadece ölüm… Eğer buluşmaya içlerinden biri gelmezse diğerleri bilecekti ki gelmeyen arkadaşları vefat etmiş.

    1937 yılının güzel bir ekim akşamında Osman Nihat Akın ve İbrahim Çallı yine sözleştikleri gibi buluştular. Dostları Ahmet Refik Altınay’ı bekliyorlardı. Fakat, saatler geçmesine rağmen Ahmet Refik Altınay bir türlü gelmiyordu. İki dost umutsuzca birbirinin yüzüne baktı. Söylemeye dilleri varmasa da acı gerçeği anlamışlardı. Ahmet Refik Altınay vefat etmiş olmalıydı. Osman Nihat Akın üzüntüyle kâğıt kaleme sarıldı ve o anda aklına gelen mısraları yazdı ve nihavend makamında besteledi:

    Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi
    Dilde yalnız dolaştım hep gözyaşlarım dinmedi
    Ben de şaştım nasıl oldu yüreğime inmedi
    Dilde yalnız dolaştım hep gözyaşlarım dinmedi

    Osman Nihat Akın bu şarkıyı mırıldanırken ikisi de bir umut belki dostlarının çok mühim bir işi sebebiyle gelmediğine inanmak istiyordu. Bu karışık duygularla iskeleye doğru ilerlemeye başladılar. Bu esnada rıhtıma yanaşan bir küçük tekneyi fark ettiler. Tekne iskeleye yaklaşınca içinden dört kişinin taşıdığı bir tabutu gördüler. Korktukları başlarına gelmişti. 56 yaşındaki Ahmet Refik Altınay, Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders verirken rahatsızlanıp Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılmış ve zatürre teşhisiyle burada vefat etmişti. Evi Büyükada’da olduğu için naaşının Büyükada’ya getirilişi garip tecelli olarak buluşma gününe rastlamıştı.

    Aslında bu güzel dostları ölüm dahi ayıramamıştı; Ahmet Refik Altınay sözünde durmuş o gün yine aynı saatte Büyükada’ya gelmişti.

    * * *

    Sakın Terk-i Edebden!
    Hikemi şiirin üstadı şair Urfalı Nâbî (v.1712), İstanbul’a ilim tahsili için geldikten sonra Muhasib Mustafa Paşa’nın himayesine girmiş. Şair Urfalı Nâbî’nin (v.1712), devlet erkânıyla bir hac yolculuğunda “Sakın terk-i edebden” diye başlayan şiirinin yazılış hikâyesini bilmeyen pek yoktur. Medine-i Münevvere’ye yaklaştıklarında Kubbe-i Hadrâ’yı görünce Peygamber Efendimizin (sav.) haremine girmenin sevinciyle yerinde duramayan Nâbî, bir de bakar ki -büyük ihtimalle Mustafa Paşa veya yanındakilerden- biri ayakları Ravza’ya doğru uyumaktadır. Velî-yi nimetini incitmeden bu gafletin nasıl büyük bir edepsizlik olduğunu anlatmak için kıvranır durur. O anda kendisine bu gazel ilham olur. O zaman Nâbî, yavaş yavaş Paşa’nın duyacağı şekilde gazelini terennüm etmeye başlar. Durumu fark eden Paşa hemen toparlanır:

    İşte geldi Nâbî-i dil-haste hâk-i pâyine
    İde zahm-ı cürmüne lütfunla merhem es-selâm

    Medine-i Münevvere’ye girdiklerinde ezan okunmaktadır. Osmanlı zamanında muhtelif zamanlarda minareden Mekke-i Mükerreme’de münacaat Medine-i Münevvere’de naatlar Türkçe, Arapça, Farsça okunurmuş. İşte Nâbî ve beraberindekiler Medine-i Münevvere’ye girdiklerinde ezanın ardından müezzinin Türkçe bir naat okuduklarını duyarlar. Nâbî, hayretle, okunanın kendi şiiri olduğunu fark edince hemen müezzinin yanına koşar ve bu şiiri nereden öğrendiğini sorar. Müezzin önce kafamı kessen söylemem, derse de Nâbî’nin ısrarıyla şöyle cevap verir: “Bu gece rüyamda Peygamber Efendimizi (sav.) gördüm, bana -Ümmetimden şair Nâbî’nin şu gazelini oku! buyurdu.”

    Tabii böyle bir lütuf karşısında Nâbî’nin sevincini tahayyül etmek zor değil. Nâbî’nin bir hac ziyaretinden bahsettiği Tuhfe-i Haremeyn adlı eserinde bu şiir bulunuyorsa da şair, bu rivayetten hiç bahsetmemiş; ama bu rivayet dilden dile günümüze dek gelmiş. Günümüzde Hâfız Âmir Ateş tarafından segâh makamında bestelenen bu eser sevilerek dinlenir. Güzel bir tevafuk ki Âmir Ateş, tıpkı Nâbî gibi bu eseri Ravza-yı Mutahhara’dayken aşk-ı Muhammedî’nin tesiriyle bestelemiştir. Eserin makta kısmındaki bûsegâh-ı enbiyâ ifadesi bestenin segâh makamında bestelendiğine tevriye yoluyla işaret ediyor:

    Sakın terk-i edebden, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu
    Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu
    Felekte mâh-ı nev Bâbu’s-selâm’ın sîne-çâkidir
    Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu

    Habîb-i Kibriyâ’nın, hâbgâhıdır fazîletde
    Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu

    Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil
    Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu

    Murâad-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
    Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu