ALPER HASANOĞLU ile BİLİNÇDIŞI ETRAFINDA PSİKİYATRİ SOHBETİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Adem Beyaz

    Alper Hasanoğlu, 1967 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni bitirdi. İki yıl Çorlu Devlet Hastanesi Acil Birimi’nde pratisyen hekim olarak çalıştıktan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Fizyoloji İhtisası yaptı. Fizyoloji İhtisasında özellikle stres fizyolojisi ve epilepsi üzerinde çalıştı. Ardından İsviçre’de psikiyatri ihtisası yaptı ve Basel Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Türkiye’ye döndüğü 2010 yılından beri kurmuş olduğu TherapiaGroup çatısı altında ekibiyle birlikte klinik çalışmalarına devam ediyor. Çalışmalarından bazıları: Bir Terapistin Arka Bahçesi (2009), Aşkın Halleri (2010), İlişkilerin Günlük Hayatı (2013).

     

    Medicinae Doctor ve philosophiae doctor en az bin yıllık bir ayrım, birinin işlediği bir konuyu diğeri işlemez ama “bilinç” yahut conscientia, bu iki temel bilgi uzmanlığının söz söylediği bir konu. Descartes ve Locke gibi modern filozoflar bilinç konusunu işlemeye başladı ve günümüze kadar da birçok filozof bilinç hakkında birçok söz söyledi ancak bunlar felsefi sistem içindeki spekülatif açıklamalardan ibaret görülür, tıp doktoru ise bilinci “bilimsel” yöntemlerle ve araçlarla inceler. Bu bakımdan daha nesnel ve pozitif görülür. İki doktor arasındaki farkı siz nasıl görüyorsunuz? Bilinç hakkında, felsefe doktoru “bilimsel” konuşabilir mi yahut tıp doktorunun söyledikleri “spekülasyon” niteliği taşıyabilir mi?

    Bence psikiyatri bilinç konusunda ciddi bir bilinç bulanıklığı yaşıyor. Bu soruya özgür irade bağlamında yanıt vermeye kalktığımızda sinirbilimin son yıllarda geldiği nokta neredeyse özgür irade diye bir şeyin var olmadığı yönünde. Örneğin, bu soruları yanıtlarken mutfağa gidip bir bardak soğuk süt almak aklıma geliyor, ayağa kalkmamdan birkaç milisaniye önce beynimde bilincimden bağımsız bir şekilde ne yapmam gerektiğiyle ilgili nörofizyolojik ve nörokimyasal hadiseler cereyan ediyor. Şimdi buradan yola çıkarsak yapıp ettiklerimizin tamamı için zaten daha önceden beynimizde nörobiyolojik olarak karar veriliyor sonucu çıkar mı bilmiyorum. Ben hâlâ en son noktada bilinçli bir karar verdiğimizi düşünmek istiyorum. Basit ve zararsız bir örnek olan bir bardak sütte kalırsak, dolabı açtığımızda, yarısı dolu bir şişe yahut açılmamış bir şişe almamızın ve bu kararın son tahlilde önemli olduğunu düşünüyorum. Freud’dan çok daha önce Nietzsche bedenimizin efendisi olmadığımızı, bilinçle ilgili olmayan bedensel istek, arzu ve ihtiyaçlarımızın yapıp ettiklerimizi belirlediğini söylemiş ve bilinçdışını tanımlamıştı. Amor fati demesi biraz da bu çaresizlik duygusundandı sanırım. Ama Nietzsche de kaderimizi sevmek zorundaysak eğer, biraz olsun kendimize müdahale ederek bu kader denen şeyi biraz olsun katlanılır hâle getirmek için çaba sarf etmemiz gerektiğine ve bu sonsuz döngünün daha az acılı olmasının elimizde olduğuna inanmak istemişti. Eğer böyle değilse deist olmak dışında hiçbir olasılık kalmıyor bize. Doğrusu bu da bir psikiyatr ve sinirbilimci olarak değil ama bir insan olarak hiç de işime gelmiyor. Sorunuza gelecek olursak, sanırım henüz her iki doktor da spekülatif konuşmak zorunda ve bu zaten hep böyleydi. Bilimsel olduğunu iddia edenin spekülatif olmadığını kim net bir dille iddia edebilir ki.

    Özellikle psikanaliz bağlamında düşündüğümüzde “bilinç” denince akla gelen ilk kavramlardan biri de “bilinçdışı”. Aslında bu, kelimenin Türkçedeki terim hâli. Diğer Batı dillerinde olduğu gibi Almanca ve İngilizcede bilinçdışı sözcüğünü karşılayan Unbewusste ve Unconsciousness aynı zamanda “bilinçsiz(lik)” ve “bilinçli olmayan” anlamlarına da geliyor. Sözcüğün semantik alanını belirlemek aslında bizim bilinç anlayışımızı da şekillendiriyor; şöyle ki, bilinç esas da bilinçdışı onun sadece olumsuz bir hâli midir? Bilinç “normal” olan da bilinçdışı “anormal” olan mıdır? Yoksa bilinçdışı okyanusu içinde ufacık bir ada olarak beliren, insan “olgunlaştıkça” kütlesini genişleten ve büyüyen ama hep o okyanus dalgalarının çoğu zaman güçlü saldırılarına maruz kalan bir kara parçası mıdır bilinç?

    Normal ve anormal meselesi için sözlükleri açtığımızda normal anormal olmayan olarak anormal de normal olmayan diye tanımlanır. Bu normal ve anormal nitelemeleri bize hiçbir çözüm sunmaz, hatta tehlikeli bir mecraya sürükler, o da biyolojik psikiyatri mecrasıdır. İlaç firmaları normali köşeye sıkıştırır, çok az şeye normal der ve anormalin alanını genişletir, bu sayede sayısız hastalık türetir. Trafikte iki defa kendini kaybedersen impulse kontrol bozukluğu vardır, bu da seratonin düzeyiyle ilgilidir, ve antidepresan kullanman gerekir der, yani daha fazla ilaç satmak ister. Yas ve melankoli dediğimiz meseleyi ele alalım, bizim geleneklerimizde de yedisi var, kırkı var, elli ikisi var, bundan sonra da bitmez, üzüntü devam eder ama insanlar da hayatlarına devam eder. Freud yasın gerçek bir kayıptan ortaya çıktığını ve bunun sonucunda mutsuzluk yaşandığını söyler; melankolide ise, depresyonda ise kişinin kendi içinde bir boşluk hissettiğini ve kendinde bir kayıp yaşadığını söyler, ancak ilaç firmaları belirsiz tanımlarla uğraşmaz, ilaçların tedavi edebildiği belirtiler toplamına depresyon der. Konsantrasyonu düzeltir, uykuyu düzeltir, kafamızdaki negatif düşüncelerin miktarını azaltır bu ilaçlar ve enerji verir, durup dururken mutlu hissederiz, depresyon nasıl normal değilse durup dururken neşelenmek de çok normal olmasa gerek. Bu sefer Freud’un tanımlarından tamamen çıkarız, gündelik yaşamı düzenlemeye dair çareler ararken buluruz kendimizi, hatta son tanı çalışmalarında iki haftadan sonra tutulan yası depresyon diye tanılayalım ve öyle tedavi edelim girişimi oldu, işte bu milyonlarca kutu antidepresan demek, o yüzden normal ve anormal meselesi karışık hâle gelir.

    Bilinç ve bilinçdışı bizim yalnızca var olan parçalarımız, beynimizin bir parçası mı acaba? Felsefe tarihinde ruh tanımlanır ama psikolojide tanımlanmaz, ruhsal hastalıklar tanımlanır, ruh sözcüğü verili kabul edilir, ruhun ne olduğunu bilmeden ruhsal hastalıkları iyileştirdiğini iddia etmek acayip bir çelişki. Belki de bu yüzden felsefeye muhtacız, sonuçta psikoloji derken sadece 150 yıllık bir bilimden bahsediyoruz. Felsefe de tam cevabını vermemiş olabilir, sinirbilim özellikle 1980’li yıllardan itibaren bütün karmaşayı çözeceği iddiasıyla gelişti, bir bakıma haklı, mesela, beynin gözle görülemeyecek kadar minicik alanlarında ancak tomografilerle teşhis edilebilecek limbik sistem dâhilinde oksijen kullanımının azalması ve glikoz tüketiminin çoğalmasını belirleyebiliyor mesela obsesif kompulsif bozuklukta. Ama bunun bir sonuç mu yoksa neden mi olduğunu veya bu bilgiyle ne yapması gerektiğini bilemiyor, ruhu beynin içinde bulamıyor, sinirbilimin geldiği noktada da ruh denen şey bütün vücut hücrelerine sinmiştir. Peki ruhsal hastalık demek zorunda mıyız? Değiliz. Davranışlarımız, düşüncelerimiz, duygularımız var. Ben şu tarifin daha isabetli olduğunu düşünüyorum, adına ruhsal hastalık demeyelim. Düşünceyle duygular arasındaki çatışmaların davranışsal düzlemde kendimize ve ilişkilerimize zarar veren sonuçlar doğurması olarak ruhsal hastalık veya bozukluk demeyi tercih ediyorum. Bunu söylemek için, bir başka deyişle insanlara yardım edebilmek için ruhu tanımlamaya ihtiyaç duymazsınız.

    Bilinçdışı aslında çok uzakta değil, Freud gibi bir arkeolog olup yıllarca kazmamız gerekmez, psikanaliz bile Freud’dan sonra bambaşka yerlere evrildi, bilinçdışını fark etmek bir şeyi değiştirmez. Bilinçdışı denen şey şu kadar basit aslında: Bizde nörobiyolojik olarak kayıtlı olan şeyler, ve otomatik olarak yaptığımız şeyler. Mesele bütün ilişkilerinde aşırı fedakâr davranan bir insan düşünün, buradaki bilinçdışı olgusu şu, bu fedakârlığı o insan kendi karakteri ya da kendi yapısı gereği zanneder, ama o insan aslında çocukluğunda anne babasıyla ilişkisinde koşullu bir sevgi almıştır, onların sözlerini yerini getirdiğinde onlar tarafından sevilmiştir, sonrasında da bunu bir alışkanlık hâline getirmiştir, bu da onun erişkin hayatındaki bütün davranış ve düşünüş biçimlerini etkiler, kişi devamlı başkalarını mutlu ve memnun etmeye çalışır ama diğer taraftan kendi hayatı zindan olur, işte bilinçdışı meselesi bundan ibaret. Yıllarca kazmaya gerek yok. Geçmişe gitmek önemli, ama otomatikleşmiş davranış biçimini biz birkaç seansta saptayabiliyoruz.

    Çok mistikleştirmeye gerek yok o hâlde?

    Evet. Ama bu bilgi bize yetmez, bu alışkanlığı değiştirmemiz gerekir, aklım bana ne derse desin duygum bana başka türlü davran der, çünkü kaygıya kapılmışımdır, işte ruhsal bozukluk da budur. Örneğin bir arkadaşımla yemeğe çıkmışımdır, aklım bana ne yemek istiyorsan onu söyle der, ama duygularım arkadaşımı kaybetme korkusuyla onun isteklerine tabi olur, arkadaşı kaybettiğinde tüm mutluluğun gideceğini düşünür. Korkunç bir durum. Duygu o kadar kuvvetli olur ki aklı dinlemez. Bilinçdışı malzeme dediğimiz şey aslında bize zarar veren nörobiyolojik ağlar, o ağların başka ağlara dönüşmesi gerek, aktif ağlara dönüşmesi gerek yani istediğimi söylediğimde terk edilmeyeceğim bilgisine erişmem gerek. Arkadaşım benim isteğime uyduğunda aramızdaki ilişkinin bozulmayacağını ve beni eskisi kadar sevmeye devam edeceğini bilmem gerek.

    Dolayısıyla bilinçdışı korku, bilinçli ve makul bilgiye dönüşecek?

    Evet. Ama bilinçli bilgimiz her zaman çok güçlü değil. Zaten Freud’un topografik kuramdan vazgeçip yapısal kuramı tercih etmesinin en büyük sebebi üst-benliğin önemini fark etmesi. Üst-benliğin içine vicdan, toplumsal kurallar, ailevi değerlerimiz, zamanın ruhu, kültürel yapı vs. girer. Örneğin burada baş başa söyleşi yapıyoruz. Siz güzel bir kadın olsanız ve ben sizi gözüme kestirmiş olsam, kariyerime, kişiliğime, statüme zarar gelmeyeceğini de bilsem, sizden zorla faydalanırdım. Ama tabii ki böyle yapmazdım diye düşünüyorum, üst-benlik ne kadar da güçlü, üst-benlik ne kadar zayıflarsa güdülerimin bana söylediği şeyi yapmam da o kadar kolaylaşır.

    Baştaki soruyu bu kadar dolaylı cevaplamamın nedeni aslında sorunun tam bir cevabının olmaması, bilinç ve bilinçdışı arasındaki sınır veya birine normal diğerine anormal deyip diyemeyeceğimiz aslında cevaplamaya çalıştıkça karmaşıklaşan bir sorun.

    Bilinçdışı, Freud’un temelini attığı psikanalizin en temel kavramlarından biri olmanın yanı sıra psikolojik hastalıkların çoğunun da kaynağı olarak görülür. Hatta fizyolojik birçok rahatsızlığın bile kaynağı olarak görülür. Bilinçdışı denen şey, akıl, hayal gücü, sezgi gibi bilinçli yetilerimiz gibi zihnimizde ya da ruhumuzda konumlandıramadığımız karanlık bir alan. Psikanaliz kuramının özellikle başlangıç aşamalarında “akıl dışı”, “bilim dışı” yöntemler uygulamakla hatta hurafe üretmekle suçlanan Freud bu ithamların hepsini reddetmişti, sadece uğraştığı malzemenin “akıl dışı”, “bilim dışı” ve “bilinç dışı” olduğunu anlatmaya çalışmış, buna karşın tedavi yönteminin akılcı, bilimsel, bilinçli olduğunu iddia etmişti. Bu bağlamda, rahatsızlık oluşumunda ya da rahatsızlığı iyileştirirken, ruhta ya da zihinde, bilinçli yetilerin bir topolojisini ya da hiyerarşisini yapmak mümkün mü? Bir başka deyişle, bilinçdışı içerik, bilinçli içeriğe ve hatta yetiye saldırıya geçtiğinde bir sıra gözetir mi? Yani önce yarı bilinçli duyumsama yetisine yönelip nihayetinde en soyut yetimiz akla mı yönelir? Yoksa aklı doğrudan tahrip etme gücü var mıdır? Kısacası, bahsettiğimiz rahatsızlık ruh hastalığı mı, zihinsel hastalık mı, akıl hastalığı mı? Rahatsızlığı iyileştirirken de hastalığın izlediği yolu geriye dönük mü izliyorsunuz?

    Psikiyatrinin kafası burada karışık, aslında o da bilmiyor ruhsal hastalık mı, zihinsel hastalık mı? Ruh, zihin yerine; zihin de ruh yerine kullanılıyor. Psikiyatri bilmiyor demek biz bilmiyoruz demek. Carl Jung ve Karl Jaspers’tan ilhamla söylersek, felsefe üç beş psikiyatristin hobisi olabilecek bir şey değil, bizler filozof olmak zorundayız, bunun sebebi de ortada böyle muazzam bir karmaşa olması. Bunların tamamı felsefi terimler; felsefeden psikolojiye ihraç edildi ve psikoloji de onları bilmeden kullanıyor. Biz, ne olduğunu bilmediğimiz terimlerle, bildiğimizi var saydığımız bir bilim dalı içinde insanlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. Psikanalizin açıklamaları çok seksidir, Freud’a Goethe edebiyat ödülü vermelerinin sebebi de bu aslında. Vaka analizleri harika hikâyeler sunar ama Karl Popper ve Thomas Kuhn’un bilimsellik anlayışlarını takip ettiğimizde bunların bilimsel olmasının imkânı yok. Bu yüzden, psikoloji içinde başlangıçta davranışçı terapi psikanalize karşı hortlamıştır, çünkü kişi her şeyi gördüğü şeyle açıklamak ister. Davranışı görebiliyorum, o zaman her şeyi bunla açıklamak isterim, öğrenme teorileriyle açıklamak isterim. Davranışçılar, yalnızca kaygılarla uğraşırlar, misal örümcek korkusu olan birini ikna edip avucunun içine bir örümcek konduğunda kalbi ne kadar çarparsa çarpsın zarar vermediğini gördükçe örümcek korkusu ortadan kalkar, böyle yüzleştirme faaliyetiyle rahatsızlık tedavi edilir. Psikoloji, psikoterapi ya da psikiyatri bilimsel olma ve bir bilim dalı olarak kabul edilme ihtiyacı içinde ama tıbbın kendisi ne kadar pozitif bir bilim acaba? Yıllarca bize yumurta yedirmediler kolesterol yüzünden, sonra yiyebilirsiniz dediler. 1990 yılında doktor olduğumda devlet hastanesinde çalışırken mide yanmasıyla gelen ülserli hastaları hızla tedavi etmek için dâhiliye uzmanları yatırırlardı, hafta sonu da biz pratisyen hekimler ilgilenirdik o hastalarla, saat başı bir bardak ılık süt öbür saat başı da iki tablet ilaç verirdik, 48 saat içinde hastaların ağrıları kesilirdi, şimdi süt asidi zinhar veremezsiniz, ama ben iyileştiğini gördüm. Tıbbın kararsız olduğu bir alanda psikoloji maalesef lineer, belirlenimci düşünce tarzıyla düşünmeye çalışıyor.

    Hastalığın izlediği yolu geriye dönük izliyoruz ama yol çok uzun değil, fark etme yolu kısa, uygulama yolu uzun. 4-5 seansta davranış-düşünme-duygular arasındaki harita ortaya çıkar. Sadece doktor için değil hasta için de belirginleşir ve hasta da bunu görebilir, ama bunu uygulamak çok zor, çünkü duygular çok güçlüdür; akıl, davranışı ayak sürüyerek takip eder.

    Modern dönemin bilimsel devrimlerini arkasına alan 19. yüzyıl esnasında bilimsel gelişmeler öyle hızlı yaşanıyordu ki beynin gizemini çözmeye ve insan doğasının ne olduğunu anlamaya ramak kaldığı sanılıyordu. Fakat bu zihniyet, insan yaşamının ve deneyiminin öznelliğini hesaba katmamıştı. Bizi bu gerçeğin farkına vardıran şey de en başta psikanaliz oldu. 20. yüzyılı aştığımız şu vakitlerde, başta bilinç olmak üzere insanın zihinsel yetilerini anlama konusunda, psikanalizin nöroloji ve bağlantılı bilimler karşısında konumu sizce nedir?

    Ben soruya itiraz ederek başlamak istiyorum, psikanaliz aslında kendini pozitivist dalgayı arkasına alarak sundu. Freudcu psikanaliz, pozitivist bir bilim olma iddiasındaydı. Bir zaman gelecek her şey nöro-biyolojik olarak ve nöro-kimyasal olarak tarif edilecek ama şimdilik elimizdeki en yararlı şey psikanaliz derken Freud bunu kastediyor. Bence psikanaliz değil, Daseinsanalysis ve Jaspers’ın genel psikopatoloji anlayışı insan yaşamının derin öznelliğini daha çok vurgular. Bazı şeyler cinselliğin daha az ya da daha çok yaşanmasından kaynaklanıyor olabilir, ama varoluşsal anlam ve bu anlamın varlığı ya da yokluğu, varoluşumuza anlam bulma çabası çok daha değerli gibi ve bana daha bütüncül açıklamalar sunacakmış gibi görünüyor. Çünkü psikanaliz, ne olursa olsun meseleyi cinselliğe ve anneyle çocuk arasındaki aşk ilişkisine bağlıyor, erotik bir mevzuya indirgiyor ve bunun evrensel olduğunu söylüyor. Sanıyorum Michel Onfray’in bir sözü var; Freud, kendi psikopatolojisini normalleştirmek için bütün dünyayı hasta ilan etti diyor. Psikanalizin bu indirgemeciliğini Freud’un kendi yaşamında aramak gerek. Cinsellikle alakalı küçük küçük olsa da çok fazla travması var; örneğin bir defasında annesiyle babası cinsel ilişki içindeyken odalarına girip onları âdeta basıyor, ve gidip halının üzerine işiyor, babası da onu alıp “adam olmayacak bu çocuk” deyip kapı dışarı ediyor. Freud bunu ilk sahne dehşeti olarak adlandırıyor, bu travmaların da evrensel olduğunu düşünüyor. Bu nasıl evrensel olabilir? Eski Anadolu yaşam biçimini düşünün, bütün aile tek göz evde yaşıyor, nerede kaldı ilk sahne dehşeti? Herkesin mahremiyeti olan modern evlerimiz o zamanlar yok, Viktoryen dönemde anne baba ayrı odalarda kalıyorlardı, sadece cinsel münasebet için birbirlerinin odasına geçerlerdi, ama dünyadaki herkes bu lükse hâlâ sahip değil. Dolayısıyla evrenselliği olması mümkün değil, zaten şimdi gelinen noktada simgesellik ön plana çıktı, Eros deyince illa cinsellik ve erotizm anlaşılmıyor, libidinal enerji bir yaşam enerjisidir gibi daha nesnel önermeler söz konusu.

    Bilinçdışı temelde kuşkusuz Freud psikanalizinin ürettiği bir kavram. Başlangıçta Freud’la ortak bir yola çıkmış görünse de zamanla kendi yoluna giden Carl Gustav Jung, öncüsüne büyük bir hürmetle onun bu kavramını geliştirmiş ve “kolektif bilinçdışı” terimini “psikanaliz”de olmasa da “analitik psikoloji”sinde işlemiştir. Buna göre, insan, fizyolojik özelliklerini binlerce yıl önceki atalarından genleri yoluyla alabileceği gibi, zihinsel özelliklerini de aynı yolla alabilir. Antropoloji, jeoloji, arkeoloji vs. gibi pozitif bilimlerin katkısıyla bu olgu günü geldiğinde kanıtlanabilir, ancak tersi de ispatlanabilir. Büyük bilimsel keşifler kuşkusuz elde çok fazla somut veri olmadan “sezilmiştir” ancak öne sürülen fikrin fiyasko çıkması ve tahripkâr olması da söz konusu. Özellikle insan zihni gibi son derece narin bir alan söz konusu olduğunda bu tür aşırı düşüncelere karşı nasıl bir tutum takınmalıyız?

    Ben hiçbir şekilde kolektif bilinçdışı terimine inanmıyorum. Bu benim kişisel kanaatim. Bunların gerçekten öğrenilmiş şeyler olduğunu düşünüyorum: Jung’un en çok işlediği vakalar da zaten fareden korkmak, yılandan korkmak gibi örnekler. Bunun basit bir sebebi var: veba salgını. Fareden çok korkuluyor, çocuk da bunu öğreniyor. Yılan zehirli bir hayvan ve korku yaratıyor. İnsan hiç yılan görmemiş olsa bile hikâyeler anlatılıyor ve o da bunları dinliyor. Tiksinti duygusunun ne zaman geliştiğine dair yapılan araştırmalarda doğal olarak çocuklar ele alınır, bilirsiniz bebekler her şeyi iğrenmeden ağızlarına atarlar. Dışkı şeklinde, böcek şeklinde çikolatalar yaparlar, çocuklar da kokuyu aldıklarında şekle bakmadan çikolatayı hapur hupur yerler, 4-5 yaşına geldiklerinde ise “eee pis!” gibi yönlendirici ifadeleri o kadar çok duymuş oluyorlar ki iğrenmeye başlarlar.

    Peki şöyle diyebilir miyiz? Bebeklerde hayvani taraf ön planda olduğu için koklama duyusunu esas alıyor ama hayvandan insana döndükçe ya da medenileştikçe şekil ön plana çıkıyor ve şekle dair fikri daha baskın oluyor?

    Evet ama gördüğümüz gibi medenileşmek o kadar da iyi bir şey değil, çünkü çikolatayı kaçırıyor. Büyümek de o kadar hoş bir şey değil. Erkekler ve kadınlar arasındaki duygusal reaksiyonlarda da aynı durum söz konusu, 4-5 yaşına kadar kızlar ve oğlanlar benzer reaksiyonları gösteriyorlar, ağlanacak bir durum olduğunda hepsi ağlıyor. Ama kadınların daha duygusal olduğu dayatması ve “erkek adam ağlamaz” kıstası onları dönüştürüyor. Üstelik bu testosteronla ilgili bir şey değil, ergenliği beklememize gerek yok. Erkekler 4-5 yaşından itibaren daha fazla şiddet uygulamaya başlıyor. Sahte hermafroditizm vakaları da buna dâhildir; kişi erkek doğmuş olsa da öğrenilmiş kadın özelliklerini benimser, veya kadın doğmuş olsa da öğrenilmiş erkek özelliklerini benimser.

    Bilinç ve Freudcu bağlamda bilinçdışı (ve Jung bağlamında kolektif bilinçdışı) ile yakından bağlantılı olan belki de en ilginç ürünler rüyalar. Nesnel niteliği hakkında çok iddialı bilim insanlarının bile çekinerek söz söylediği bir konu. Terapi esnasında muhtemelen rüya içerikleri çok fazla karşınıza çıkıyor. Öznel yaşantıları analiz etmenizden hareketle rüyanın nesnel niteliği hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

    Rüyalar, bilinçdışının var olduğunun en önemli kanıtı bence. Ancak az önce bilinçdışı hakkında çok fazla arkeolojik kazıya gerek yok dediğim gibi, rüyalar hakkında da nesnel ve büyük teoriler kurmamıza gerek yok, kişinin gündelik hayatını, geçmişini, korkularını, kaygılarını vs. bildiğimizde ve o insanı tanıdığımızda, rüyayı anlattığı zaman o simgelemeyi kavrayabiliyoruz. İnsanlar rüyalarında gündelik kaygı ve korkularını temize çekebiliyorlar. Bu anlamda Freudcu ve Jungcu analizi benimsemiş olmak da şart değil. Daseinsanalysis bakış açısıyla ya da kognitif bir bakış açısıyla da yapabilirsiniz bunu. Psikanalizin ya da analitik psikolojinin çok dışında konumlanan psikiyatristler ya da psikoterapistler, bu alışkanlığı edinmedikleri için rüyalardan pek söz etmezler. Ben psikanalist olmadığım hâlde insanların rüya içeriklerini getirmelerini çok fazla istiyorum çünkü rüyalar bizim net ifade tarzlarımız olabiliyor. Kişiyi tanımadan rüyası hakkında yorum yapmak ancak falcılık ve şarlatanlık olur, ama onu tanıdığımızda rüyadaki nesnenin neye işaret ettiğini öğrenebiliriz. Kısacası, rüyada görülen beyaz bir vazo illa bekâreti simgelemez. Bu tavır aşırı indirgemeci olur. Fenomenolojik bakışı benimsememiz gerekir.

    İndirgemeciliğin bize zararı ne olur, fenomenolojik bakışla ne kastediyorsunuz?

    Bir örnekle anlatayım, Anadolu’da bir köyden sevdiği karısıyla birlikte çıkıp Basel’e gelmiş bir hastam vardı, beynine bir kamera takıldığını ve bakıp gördüğü her şeyin bir televizyon ekranında yayınlandığını düşünüyordu, psikotik bir semptom bu, şizofreni belirtisi gösterdiğini görüyordum, ilaç verdim ve semptom 20 gün içinde ortadan kalktı, fenomenolojik bakışla hareket etsem bile ben o ilacı verecektim ama psikotik semptom onun hayatında hususi bir anlam ifade eder. Semptomu ilaçla ortadan kaldırdığınızda bile o anlamı fenomenolojik bakışla incelediğinizde o insanın hayatına dokunursunuz ve bazı şeyleri değiştirebilirsiniz. Şimdi, bu adam Basel’e gelmiş, gördüğü her şeyin İsviçre’nin ulusal televizyonu SF 1’den yayınlandığını düşünüyor, karısı da Almancaya aşina olmak için her gün o kanalı izliyor, ve adamın baktığı her yeri görüyor, adam da tabii yaz vakti durmadan genç ve yarı çıplak kadınlara bakıyor, ama adam karısını seviyor ve aldatmak istemiyor, “bakmamalıyım, karımı devamlı üzüyorum” fikri gelişiyor, adamın karısına olan aşkı yüzünden delirdiğini söyleyebiliriz. İndirgemeci bir yaklaşımla, semptomu duyduğumuzda şizofren tanısını koyabiliriz, ve ilaçla da hemen tedavi edebiliriz, ben de öyle yaptım zaten, nihayetinde bana gelip “Beynimin içine koca kamera sığmaz zaten.” dedi. Ben de “Evet, şimdi senle konuşabiliriz.” dedim. Ayrıntılı hayat hikâyesini alırsam şayet karısına sadakatini nasıl koruyacağı hakkında konuşabilirim, ilacı verdim, iyileşti ama asıl mesele yani sadakat meselesi hâlâ orada duruyor, bu meseleyi çözmek de fenomenolojik bakışla mümkün.

    Delilerin vahşi yöntemlerle yola getirildiği zamanları çok şükür geride bıraktık. “Deli” ifadesi aşağılayıcı anlamını hâlâ muhafaza ediyor ama 20. yüzyılda ortaya çıkan post modern sanat akımlarına ve ürünlerine baktığımızda ve bu sanatçıları incelediğimizde dehanın delilikle atbaşı gittiği gibi bir izlenim ediniyoruz. Normlara tabi olanın sıra dışı hiçbir şey ortaya koyamayacağı, özgün yaratıcılık için anormalliğin şart olduğu düşüncesi moda hâline bile geldi. Norm ve bilinci pozitif kavramlar olarak bir kefeye koyarsak anormal ve bilinçdışını da diğer kefeye koyarız. Bu durumda özgün yaratıcılık bilinçdışı bir ürün mü olacak?

    Bu bana düz bir mantık yürütmeymiş gibi geldi, yaratıcılık meselesi bence mutluluk ve mutsuzlukla daha çok ilgili. “Mutluluk yaşanır, mutsuzluk yazılır.” gibi. Bütün mutlu ailelerin öyküleri sıradandır, ama anlatmaya değer olan öyküler mutsuz ailelerin hikâyeleridir diye başlar Anna Karenina. Bu anlamda, delilik aslında mutsuzlukla özdeş bir durum, manik-depresif ataklarla boğuşan çok fazla sanatçı vardır. Delilik deyince şizofreni değil de daha çok bipolar, manik-depresif bozukluk sanatçılara ve edebiyatçılara atfedilir. Van Gogh, Virginia Woolf, Sylvia Plath bu örneklerden sadece birkaçı. Bu dalgalanma insanı öylesine kötü ve mutsuz hissettirir ki eğer bir şekilde bir yetenekleri de varsa libidinal enerjilerini o yönde yüceltebilirler, kültürel alana aktarırlar. Kısacası, mutsuz enerji sanat alanına aktarılıyor. Bilinçdışını meseleye dâhil etmeden, mutsuzlukla başa çıkma gayreti diyebiliriz. Tanıdığım ve eserlerini çok beğendiğim sanatçılarla konuştuğumda bunu bizzat görüyorum: Eserini beğendiğimi kendisiyle paylaştığım bir sanatçı bana şöyle demişti: “Bu acıyla ancak böyle baş edebildim. Bu çalışma çıktıktan sonra ancak acı biraz geçebildi.” Bir sürü yazar, yazmasaydım çıldıracaktım der. Derdi ve sorunu olmayan insan yazamaz zaten. Bu sebeple, psikoloji ve psikiyatriyle ilgilenen insanların diğerlerinden daha fazla ruhsal sorunu olmasında şaşacak bir şey yok. Bütün felsefe tarihinde de herkes kendi derdiyle ilgili. Öyle ya da böyle kendimizle ilgili sıkıntıları çözmeye, kendimizi anlamaya çalışıyoruz. Sanat yaratısı da böyle.