VARLIĞIN SIRRINI GİZLEYEN ÖRTÜ: PERDE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Muhammed Bedirhan

    Bazı tasavvuf terimlerini incelemek ve onlar hakkında yazı yazmak, terimlerin kapsamları, etkileşim alanlarındaki genişlik ve bazen de terimin hem negatif hem pozitif yoruma sahip olması gibi paradokslu yapısı dolayısıyla çok kolay değildir. Buna bir de tasavvufun bilgi ve varlık anlayışının iç içe geçmiş örgüsü de eklendiğinde durum epeyce karmaşıklaşır. Tasavvuf kavramları arasında yer alan ve hicâb, nikāb, reyn, ğayn, ğitâ, sitr vb. kelimelerle de ifade edilen perde kavramını incelemek araştırmacıyı tam da böyle sorunlarla karşı karşıya bırakır. Zira bu kavram bir yönüyle tasavvuf psikolojisini ve dolayısıyla bilgi teorisini ilgilendirirken diğer yönüyle tasavvuf metafiziği, teolojisi ve ahlak teorisiyle ilintilenmektedir. Bazen gizlenmesi ve korunması gereken bir şeyin örtüsü anlamında müspet kullanıma sahipken bazen de sâlikin matlûba erişmesine mani bir bariyer olur, geçilmesi ve açılması gerekir; bu bağlamda menfi bir açıdan yorumlanır. Bununla birlikte her nasıl kullanılırsa kullanılsın perde kavramının, hakiki bilginin talimle tahsil edilmeyip hatırlama yoluyla elde edildiği ve bunun da keşfle yani perdenin kaldırılmasıyla mümkün olduğu iddiasını benimseyen mistik bilgi ve varlık teorisini kabul eden tasavvuf için anahtar kavramlardan biri olduğu söylenebilir.

    Sufilerin perde ile ilgili görüşlerinin kaynağı büyük ölçüde dinî metinlerdir. Nitekim Allah’ın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesinin bulunduğu ve eğer bunlar keşfedilecek/açılacak olsaydı subûhât-ı vechinin eriştiği her şeyi yakıp yok edeceği mealindeki hadis, bu açıdan sufilere rehberlik eder. Bu hadisten hareketle sufiler kul ile Allah arasında çok sayıda perde olduğunu savunurlar. Kul, bu perdeleri aşıp Allah’a ermedikçe de gerçek anlamda marifetullah/mârifet-i nefs/mârifet-i âlem sahibi olamaz. Bu çerçevede sufilerin görüşleri değerlendirildiğinde perdeleri marifete dair olanlar ve varlığa dair olanlar şeklinde iki ana gruba ayırmamız mümkündür.

    Marifete dair olan perdeler tasavvufun bilgi sistemiyle ilişkilidir ve olumlu ve olumsuz iki farklı kullanıma sahiptir. Zira sufiler onu hem mârifet-i nefs, mârifet-i Rabb ve mârifet-i âlem için bir engel, hem de bütün bunlar için bilginin kaynağı olacak biçimde paradoksal bir tarzda kullanırlar. Perdeyi marifet için bir engel sayma anlayışı ilk devir sufilerine kadar dayanır. İlk sufiler perdeyi genellikle ontolojik içeriğine gönderme yapmaksızın yalnızca tasavvufi bilgi sistemiyle irtibatlı bir şekilde, daha çok kul ile Rabb arasındaki ilişkinin doğasının açıklanması bağlamında ve olumsuz anlamda kullanmaktadırlar. Onlara göre perde gaflet, nisyan, cehalet ve uzaklık kaynağıdır. Nitekim bu durum ilk sufilerin perde/hicâb kavramını tanımlamalarında göze çarpar. İlk tasavvuf el kitaplarından birinin müelliflerden olan Serrâc, perdeyi tâlib ile matlûb arasına giren engel olarak tanımlar. Burada tâlib ile Allah’ı yakinen bilme ve görme yani seyr u sülûk yolculuğu yapan kul, matlûb ile de Allah kastedilir. Dolayısıyla sonraki bazı sufilerce marifet açısından perde, kalbe yerleşerek onun Allah’ı bilmenin kaynağı ve yolu olan ilahi tecellileri kabulünü engelleyen maddi suretler olarak kabul edilmiştir.

    Nurânî ve Zulmânî Perdeler
    Kulu marifetten ve Allah’a yakınlıktan alıkoyan perdeler genelde nurânî ve zulmânî şeklinde iki kısımda mütalaa olunmuştur. Nurânî perde ruhun nuru, zulmânî perde ise cisim ya da bedenin karanlığı olarak yorumlanmıştır. Sufilerin açıklamaları, onların bazı perdeleri genel bazılarını ise özel kabul ettiklerini düşündürtür. Nitekim Temhîdât müellifi Aynülkudât Hemedânî yukarıda zikrolunan hadiste geçen Allah’ın zulmet ve nurdan perdelerini havassa ait kabul eder. Havassü’l-havassın nur perdelerinin ise Allah’ın sıfatları olduğunu söyler. Bu perdelerin avam ve havas arasında ortak olduğunu kabul eden Hemedânî, avam için bu perdelerden başka, bazısı zulmânî, bazısı nurânî olmak üzere binlerce perde olduğu görüşündedir. Bunlar yalnızca avama özgü olan şehvet, gazap, kin, haset, cimrilik, kibir, ucub, mal ve makam sevgisi, riya, hırs, gaflet gibi yerilmiş sıfatlar zulmânî; namaz, oruç, zekat ve sadaka, tesbîh ve zikir gibi sair övülmüş sıfatlar ise nurânî perdelerdir.

    Yine bazı sufiler zulmânî perdelerin butûn, kahr ve celal sıfatlarından kaynaklandığı görüşünde olup kötü ahlakı bu bağlamda zulmânî bir perde olarak yorumlarlar. Onlara göre nurânî perdeler de lütuf ve cemalin zuhurudur. Aynı şekilde bütün övülmüş ahlaki davranışlar da nurânî perdelerdir. Bunlara bağlanmak ve asıl maksat olan ilahi kurbiyyeti bunlar için terk etmek de sufiler tarafından hoş karşılanmamaktadır.

    Bazı sufi müellifler bu genel ve özel nurânî ve zulmânî perdelerin engel teşkil ettikleri idrak araçları ve perdelerin özellikleri üzerinde de durmaktadırlar. Nitekim Keşşâfu Istılahâti’l-Funûn müellifi idrak araçları ve bunlara arız olan perdeler hakkında bazı sufilerin görüşlerini nakletmektedir. Buna göre nefs, kalb, akıl, sır, ruh ve hafî gibi bâtıni idrak araçlarının da perdeleri vardır. Nefsin perdesi şehvet, lezzet ve eğlencedir. Kalbin perdesi Hakk’tan başkasını mülahazadır. Aklın perdesi manalar ve makullere takılıp kalmaktır. Şehvet, lezzet ve eğlenceye aldanan kimseler mârifet-i neftsen perdelenirler. Mârifet-i neftsen uzak kalan marifetullahtan da uzaklaşır. Hakk’tan gafil olan ya da Ondan başkasına gözü takılan kişinin kalbi Hakk’a asla ulaşamaz. Akli manalara takılan yani mâkûlât âlemi tarafından meşgul edilen şahıs da aklın kemalinden uzaklaşır. Çünkü aklın kemali Allah’ın zatına ve sıfatlarına nazar etmektir. Yoksa filozoflarda olduğu üzere akli manalara muttali olmak demek değildir. Filozoflar şöyle söylerler: “Sâlik perdesini kaldırdığı ve Akl-ı Evvel’in safiyetini gördüğü ölçüde aklı açılır. Mâkûlât manaları kendisine aşikâr olur. Mâkûlâtın sırları kendisine keşfolur.” Bu nazari bir keşiftir. Buna güvenilmez. Sırrın perdesi sırlara takılıp kalmaktır. Sâlike mahlukatın sırları ve her bir şeyin varlığının hikmeti keşfolunursa buna ilahi keşif adı verilir. Sâlik bunlara takılır kalırsa ve bunların asıl hedef olduğunu sanırsa bunlar kendisi için perde hâline gelirler. Sâlikin ruhani perdeyi aşması ve ruhani keşif diye de adlandırılan mükâşefeye ermesi için yapması gereken birtakım şeyler vardır. Ruhani keşifte sâlike zaman, mekân ve yön perdeleri kalkar. Geçmiş ve gelecek zaman tek bir şeye dönüşür. Kerametlerin büyük çoğunluğu bu makamda ortaya çıkar. Sâlikin bunlara kanaat getirmemesi lazımdır. Çünkü bunlar da ruhun perdeleridirler. Hafînin perdesi azamet ve kibriyâdır. Bu makam sıfatlara ait keşiflerin makamıdır. Burada sâlikin zati tecelli ve hakiki nura ermek için bir adım daha öne çıkması gerekir. Vasıl olan kişi bütün bu sayılan perdelere hiçbir şekilde iltifat etmeyen kişidir.

    Perdeler marifete engel oluş dereceleri açısından da tasnife tabi tutulur. Nitekim Hucvîrî’nin tasnifi buna örnek teşkil eder. Hucvîrî perdeleri reynî ve ğaynî şeklinde iki kısma ayırır. Reynî hicâp, zati bir perde olup kişide yerleşiktir. Bundan dolayı da reynî perde sahipleri sürekli perdeli kalırlar. Ğaynî perde ise arızidir. Tıpkı güneşin ya da ayın önüne bir bulutun gelip ışığını engellemesinde olduğu gibi bulutun dağılması ya da geçip gitmesiyle ortadan kalkan bir engeldir. Dolayısıyla sıfatsal bir özellik taşır.

    Marifete engel oluş açısından en kalın perde nefs perdesi kabul edilir. Nitekim ilk sufilerden Zünnûn el-Mısrî kul ile Mevlâ’sı arasında çeşitli perdelerin bulunduğunu, bunların en kapalı ve en kalın olanının nefs yani benlik olduğunu söyler. Sonraki sufiler de onun bu anlayışını tekrar eder ve sâlikin varlığının hiçbir günahla kıyaslanamaz derecede büyük bir günah olduğunu savunurlar. Ayrıca bu perdenin sâlike en yakın perde olması da söz konusudur. Bu perdenin ortadan kaldırılması ise ancak fena tecrübesi sayesinde gerçekleşir. Yine bu çerçevede Hakk yolcusunun her türlü benlik kokusu taşıyan iddiayı terk etmesi de gerekmektedir. Çünkü bu tür iddialar yolcunun ayağını kaydıran büyük tehlikeler arasında kabul edilmektedir.

    Sufiler nazarında nefse ait perdelerin en güçlüsü şehvettir. Çünkü şehvet hayvani sıfatların hem en büyüğü hem de kemalini gösteren bir sıfattır. Nefse ait diğer perdeler yine hayvani sıfatlar olan yeme-içme ve uyuma onu takip ederler. Böylece kulun nefsani perdesi giderek kesifleşir. Şehvet perdesi ile hevâ/ nefsani arzular perdesi arasında da paralellik kabul eden sufiler bu ikisinin insanın aklını, bilgisini ve ayırt etme yeteneğini doğru çalışmaktan alıkoyan engellerden sayarlar. Hevânın bu bağlamda devreye girmesi sâlikin doğası ve nefsine uymasıyla ilişkilendirilmektedir. Eğer sâlik doğasının karanlığına düşer ve nefsine tabi olursa Allah bir hevâ/arzu yaratarak onu kuluyla arasına yerleştirir. Böylece bu kul bu perdenin altında mahpus kalır. Dolayısıyla kul ile Allah arasındaki engellerin en büyüğü nefs ve onun hevâsı kabul edilir. Hevânın esiri olan kişi de aramakta olduğu Hakk’a vuslattan perdelenir. Sufiler nefsin hayvani perdelerinden ve hevânın engellerinden kurtuluşun ise riyâzat pratiklerine bağlı olduğunu kabul ederler.

    Sufiler dünyevi şeyler kadar uhrevi şeylerin de sâlike perde teşkil edeceğine kanidirler. O kadar ki, ibadetin sevabını görmeyi ve cenneti bile bir perde olarak kabul edilmektedir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî âşıklar için cennetin bile bir perde olduğunu söylemiştir. Bir diğer sufi ise ibadetin sevabını görmenin ucba yol açabileceği endişesindedir. Bu da Allah ile sâlik arasındaki karanlık ve sakınılması gerekli perdelerden biri kabul edilmektedir. Sufileri bu şekilde düşünmeye iten neden onların günah tanımında gizlidir. İster dünyevi ister uhrevi olsun kul ile Allah arasına giren her şey şeklinde tanımlanan günah, klasik anlamdaki zahirî-şeri kapsamının oldukça dışındadır. Bu bağlamda sufiler Allah’a talip olan bir kulun cennetle meşguliyetini dahi günah varsaymışlar ve cenneti de bir perde sınıfına koymuşlardır. Bazı sufiler buradan hareketle cehennem azabını değil perdeli olmayı en büyük azap sayacak kadar ileri giderler.

    Hakk’a Ulaştıran bir Vasıta Olarak Perde
    Perde, Allah ile kul arasında engel olarak görüldüğü kadar aynı zamanda Ona ulaştıran bir vasıta olarak da görülmüştür. Perdenin bu olumlu anlamını ise kısmen İbnü’l-Arabî öncesi birkaç isme ve büyük ölçüde ise Şeyh-i Ekber’in kendisine borçluyuz. Şeyh’e göre perde olumsuz anlamlar taşıdığı kadar olumlu anlamlara da sahiptir. Zira şeriatın da bildirdiği üzere Hakk ancak perde arkasından konuşur ve perde aracılığıyla görünür. Öte yandan Hakk’ın dışındaki her şey perdedir. Dolayısıyla bir şeyi Hakk’tan perdeleyen şey, perdelediği şeyi hem engelleme hem de Ona ulaştırma özelliği taşır. Şöyle ki, Allah âlemi var ettiğinde onları kendisine perde kılmıştır. Bu bakımdan biz hem Allah’tan, hem kendimizden hem de âlemden yine Allah ile perdelenmiş oluruz. Bunların perde olduğunu kabul edenleri bu perdeler Allah’a iletirken bunları rab edinenleri ise Allah’a ulaşmaktan alıkoyar. Bu bağlamdaki perdeler Şeyh tarafından halkı Hakk’tan perdeleyen perdeler olarak kabul edilen engel/mâni‘a hicâbları olarak adlandırılır. Âlem hem hicâb-ı mâni‘a hem de hicâb-ı mûsil özelliğine sahiptir. Âlemin çokluğunu gören ve buna gerçeklik atfeden kişi teklikten perdelenir. Şeyh bu görüşünde açık bir şekilde tasavvufun dünya görüşünü belirleyen unsurlardan olan nedenselliğin (causality) reddi ve vesilecilik (occasionalism) anlayışını tekrar etmektedir.

    Ayrıca Şeyh-i Ekber’e göre Hakk’ın perdelerinin bir kısmı Onun mahlukatına şefkatinin sonucudur. Bunları inayet hicâbı olarak adlandıran Şeyh, bu perdelerin subûhât-ı vechin nurlarının mahlukatı yakmasına engel teşkil ettiğine dikkat çeker. Ayrıca Allah hakkındaki en üst bilgi türü olan rü’yetullahın da Allah’ın suretlerle yani perdelerle tecellisiyle gerçekleşeceğini kabul etmesi dolayısıyla Şeyh yine perdeyi hicâb-ı mûsil anlamında olumlu şekilde kullanır. Buna göre ahirette mahşer yerinde insanların ve cennette de müminlerin Allah’ı görmeleri Onun çeşitli suretlerle tecellisi ile gerçekleşir. Bu suretleri Şeyh, Hakk’ın kendisiyle halktan perdelendiği perde olarak kabul eder. Bu çerçevede cennet ve cehennem algısı da değişir. Cennet görme diyarı, cehennem ise perdelenme diyarı olarak karşımıza çıkar.

    Sâliki marifete ve kurbiyyete ermekten alıkoyan perdelerin ontolojik bir hakikat taşımadıklarını savunan sufilere de rastlarız. Bunların başında İbnü’l-Arabî gelir. Şeyh, Perdeler Kitabı/Kitâbu’l-Hucub adlı eserinde perdelerin nesnel gerçekliğini reddeder. Ona göre bunların bir gerçeklik taşıdığını savunanlar, hakikatlerin tadını tatmamış olanlardır. Zira sevenle sevilen arasındaki perde eşyaya takılıp kalmaktan başka bir şey değildir. Eşyaya takılan kişi ise idrakinin zayıflığından böyle yapar. İdrak zayıflığı yokluk anlamı taşımaktadır. Bu yokluk da perde olarak adlandırılmaktadır. Yokluk hiçlikten ibaret olduğuna göre aslında ortada perde yoktur. Şeyh, perdenin ontolojik bir gerçekliğinin olmadığını kulu perdeleyen şeyin Allah’ı perdelememesine bağlar. Buna göre eğer perdenin nesnel bir gerçekliği bulunsaydı kulu engellediği gibi Allah’ı da kula erişmekten engellemesi gerekirdi. Şeyh, perde hakkındaki bu görüşünün ancak Hakk’ın işitmesi ve görmesi durumuna gelen kişiler tarafından anlaşılacağını da savunur. Şeyh, görüşünü örneklendirir. Buna göre herhangi bir iş veya duruma yoğunlaşıldığında zorunlu olarak o işe takılıp kalınır. Bu takılma perdedir. Bunun üzerine kişi o şeyle takılıp kalmış olmasının bir perde olduğunu sanır. Durum ise böyle değildir. Mahlukatla takılıp kalmak kişiyi Hakk’tan perdeler. Hakk’a takılmak ise kişiyi halktan perdeler.

    Marifet açısından perdenin kalkması ne anlama gelmektedir? Sufilere göre perdelerin kalkması bilgide kesinliğin ve eşyanın hakikatlerinin gerçekte nasıl iseler o şekilde algılanmasının yegâne yoludur. Dolayısıyla Molla Sadrâ gibi mistik yönü ağır basan bir filozof keşfi olmayanın ilminin de olmadığını ileri sürecek kadar ileri gider. Dolayısıyla yakinî bilginin peşinde olan sâlik ve tâlibe gereken her bir perdeyi sülûk yoluyla kaldırmaktır. Böylece mârifet-i nefs, mârifet-i âlem basamaklarını geçerek mârifetullaha erer. Zira sufilere göre nefsini bilmeyen âlemi, âlemi bilmeyen de Allah’ı bilemez. Çünkü nefs âlem için, âlem ilahi fiiller için, ilahi fiiller ilahi sıfatlar için, sıfatlar da zat için perdedirler. Marifetullahı zat mertebesinde elde etmedikçe gerçek ilahiyat bilgisi elde edilemeyeceği için sâlikin zata dek sülûku gerekmektedir.

    Her bir perde tevhidin çeşitli merhaleleri ile ilişkilendirilir. Buna göre âlemdeki çokluk etkisinden çıkmanın yolu fiillerin failinin tekliği/tevhid-i ef‘âle yükselmekle mümkündür. Fiillerin kaynağı olan sıfatların çokluğu nedeniyle fiillerdeki çokluk perdesinden kurtulmak ise tevhîd-i sıfât ile mümkündür. Bundan kurtulmak ise bütün sıfatların gerçekte tek bir zatın özellikleri olduğunu müşahede demek olan tevhid-i zât mertebesine ulaşmakla sağlanır. İlk mertebede sâlik âlem perdesini kaldırır ve tevhîd-i fiilî ile muvahhid olur. Sonra fiiller perdesini kaldırarak tevhîd-i vasfî ile muvahhid olur. Sıfatlar perdesini kaldırarak da tevhid-i zâtî ile muvahhid olur ki, sâlikin asıl hedeflediği şey de budur.

    Sâlik bahsi geçen bu mertebeye ulaşmakla basarından perde, basiretinden hicâb kalkar. Uykudan uyanır. Allah’ın gerçek varlık, âlemin ise bütün mülk, melekût ve ceberût mertebeleriyle beraber gerçek varlığı bulunmayan, aynada, suda, rüyada görünen suretlerden ibaret olduğunun farkına varır. Âlemdeki her bir şeyin gerçek varlığının olmayıp, gölgesel, hayalî ve aksi bir varlığının olduğunu kavrar. Buradan hareketle Hakk’ın yok görünen gerçek varlığa, âlemin ise var görünen yokluğa sahip olduğunu keşfeder. Âlemin varlığının Hakk ile olduğunu, Hakk’ın da âlemle zuhur ettiğini bilir. Böylece şeriatta varit olan ölüm anındaki görüş keskinliğini ölmeden önce ölerek elde etmiş olur. Bu durum sufilerin ıstılahında keşf, müşahede, isfâr diye adlandırılır.

    Burada şu hususa dikkat çekilmelidir ki, sufilere göre zat asla bütün çıplaklığıyla kula tecelli etmez. Her zaman perdeli olmaya devam eder. Kalkan her perde ardında mutlaka daha latif bir perdeye yerini bırakır. Zira Hakk asla perde olmaksızın tecelli etmez. Dolayısıyla hangi âlemde gerçekleşirse gerçekleşsin bütün tecelliler mutlaka bir perde arkasından vaki olur. Doğal nesneler ve madde kalın, kesif ve yoğun bir perde hüviyeti taşırken ruhlar ve nurlar latif ve ince bir perde hüviyetindedirler. Kulları bu şekilde Hakk’ın kendi zatından hakikatinden engelleyen perdeye de hicâb-ı izzet adı verilir. Asla kalkmayan bu perde karşısında idrakler mutlak hayret ve körlük içinde kalırlar.

    Gazzâlî’ye Göre Perdeliler
    Marifete dair perdelerden bahsedildiğinde doğal olarak perdeliler de akla gelir. Sufi müellifler bu hususa da dikkat çekerler. Perdelilerin/mahcûbînin tasnifi konusunda en başarılı yorumlardan biri İmam Gazzâlî’ye ait olandır. Gazzâlî Allah’ı bilmekten perdeli olanları üçe ayırır: Salt zulmetle perdelenenler, zulmetle karışık olan nurla perdelenenler, salt nurlarla perdelenenler.

    Salt zulmetle perdeli olanlar Allah ve ahiret gününe inanmayan mülhitlerdir. Bunlar kendi arasında öncelikle iki ana kısma ayrılırlar. İlk kısımdaki perdeliler âlemin varlığının sebebini yani onun bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını araştıran ancak bu araştırmanın kendilerini tabiata götürdüğü kişilerdir. Gazzâlî’nin açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla bunlar müşahhas olmayan bir ilk ilke anlayışına sahip kişilerdir. Zira tabiat bilgi ve idrakten yoksundur ve cisimlere yerleşmiş bir hâlden ibarettir. Kendinden de haberdar değildir, kendine dair bir tasavvuru da yoktur.

    İkinci kısımdaki perdelilerin hiçbir arayışları yoktur. Âlemin varlığıyla veya var edicisiyle ilgili herhangi bir entelektüel kaygı taşımazlar. Bunların tek amacı şehevi, hayvani ve nefsani dürtülerini tatmindir. Hevâlarını tanrılaştırmışlardır. Bunlar en karanlık perdelere sahip kişilerdir. Bunların da kendi içinde dört ayrı türü vardır. İlk tür perdeliler bütün mutluluğun şehevi arzuları tatmin, yeme-içme, giyinme, cinsellik gibi hayvani zevklerin peşinde koşmak olduğunu sananlardır. Bunlar dört ayaklı hayvanlarla aynı düzeyde hatta onlardan daha aşağı mertebede olmaktan memnundurlar. Bu en koyu ve karanlık perdedir. İkinci tür perdeliler mutluluğun üstün gelmek, öldürmek, yağmalamak, tutsak almak olduğunu zanneden kişilerdir. Bunlar yırtıcı hayvanlara özgü vasıfların karanlığıyla perdelidirler. Bunlar da yırtıcı hayvanlar seviyesinde hatta daha düşük mertebededirler. Üçüncü tür perdeliler servet biriktirmeyi mutluluğun tek amacı sananlardır. Bunlar ömürlerini servet peşinde geçirirler. Servetlerini kendilerinden bile kıskanırlar. Dördüncü tür perdeliler ise en büyük mutluluğun nüfuz sahibi olmaktan geçtiğini sanırlar. Şan, şöhret peşindedirler. Gösterişe düşkündürler. Kılık-kıyafet ile insanlar arasında boy göstererek dikkat çekmeye düşkündürler. Gazzâlî, sırf zulmetle perdelenenler sınıfına nifak ehli ve atalarının Müslüman olmalarından dolayı Müslüman olan tahkike sahip olmayıp taklitte kalan taassup ehlini de dâhil eder.

    Nur ve zulmetin karışık bir şekilde perdelediği perdeliler ise duyular, hayal ve yanlış akli kıyas yoluyla Allah’tan perdelenenlerdir. Gazzâlî bunlar kendi içlerinde üçe ayırır.

    İlk kısımdakiler duyuların perdesi nedeniyle Allah’ı bilmekten perdelenenlerdir. Bunlar hem nefsine hem de rabbini bilmeye iştiyak duyarlar ve kendi aralarında altı alt türe ayrışırlar. Bunların ilk derecesi putperestlik, son derecesi ise dualist/senevî itikada sahip olmaktır. İlk alt türdekiler putperest olmakla birlikte bir rableri olduğunu ve onu kendi nefslerine üstün tutmaları gerektiğini bilirler. Bundan dolayı değerli maddeler ve taşlardan suretler yapar ve bunların rablerinin temsili olduğunu sanırlar. Allah bunları kendisisinden izzet ve cemal nuruyla perdelemiştir. İkinci alt türdekiler ise din ve şeriat sahibi değildirler. Bunlar güzel gördükleri at, ağaç, insan ya da başka bir nesne ile karşılaştıklarında ona secde ederler. Bunlar rablerinin her şeyden güzel olduğuna inanırlar. Bundan dolayı her güzele tapınırlar. Mutlak güzelliğe tapınıp muayyen bir nesneye tapınmadıkları için de putperestlere göre daha az perdelidirler. Bunlar cemal perdesiyle Allah’tan perdelenmişlerdir. Üçüncü alt türdekiler rablerinin zatı gereği nurânî, sureti güzel, kudret, haşmet sahibi ve kendisine erişilemez olduğunu kabul ederler. Öte yandan duyularla da algılanabilir olduğunu sanırlar. Buna uygun nesne olan da ateş olduğu için ateşe taptılar. Bunlar kudret ve ihtişam nuruyla Allah’tan perdelenmişlerdir. Dördüncü alt türdekiler ateşin bizim tarafımızdan yakılması ve söndürülmesinden hareketle üçüncü alt türdekilere itiraz ederek aynı gerekçelerle yıldızları tanrılaştırırlar. Bunların kimi Sirius takımyıldızına kimi de Jüpiter ya da etkilendiklerini savundukları diğer gezegen ve yıldızlara taptılar. Bunlar da uluvv, işrâf ve istila nuruyla Allah’tan perdelenirler. Beşinci türdekiler, dördüncülerin izinden gitmekle beraber yıldızlar arasında en büyüğü olan güneşi tanrı edinmeyi savunurlar. Bunlar da azamet nuruyla perdelenmiştir. Altıncı alt türdekiler bütün nurların rabbe ait olduğunu onun tek bir temsilcisinin olmadığını savundular ve onu ortaktan tenzih ederek mutlak nura tapındırlar. Bütün iyilikleri de ona atfettiler. Sonra âlemde kötülüğü görünce onu kötülükten tenzih için kötülüğü başka bir yaratıcıya atfettiler. Mutlak nur olan rab ile kötülüğün kaynağı olan karanlık arasında da bitmek tükenmek bilmez bir savaş olduğunu iddia ettiler. Bazıları bu ikisine Yezdân ve Ehrimen adlarını verirler. Bunlara ikiciler adı verilir.

    İkinci kısımdakilere gelince Gazzâlî’ye göre bunlar hayalden dolayı perdelidirler. Bunlar duyu perdesini aşmış ancak hayal perdesinde takılmışlardır. Bu nedenle Arş’ın üstünde oturan bir tanrıya taparlar. Mücessime ve Kerrâmiyye gibi Allah’ı yukarı yön hariç bütün cisimsel niteliklerden tenzih eden fırkalar bu perdeyle perdelidir.

    Üçüncü kısımdakiler ise batıl akli kıyas dolayısıyla Allah’tan perdelenmişlerdir. Bunlar Allah’a ait sıfatları kabul ederler. Bunun yanında onun yön ve cihetten münezzeh olduğunu da kabul ederler. Bununla beraber bu sıfatların kendi sıfatlarıyla benzeştiği sanrısıyla batıl kıyaslar yaparlar. Bütün bu gruplar nur ve zulmet karışımı perdelerle Allah’tan perdelenmişlerdir.

    Salt nurlar vasıtasıyla Allah’tan perdelenenler ise Gazzâlî tarafından üç ana kısımda toplanır. İlk kısımdakiler Allah’ın sübûtî birtakım sıfatlarının bulunduğunu kabul etmekle beraber bu sıfatların Allah’a isnadı ile kula isnadı arasındaki farklılık dolayısıyla Allah’ı tanıtırken sıfatlarından hareketle değil fiillerinden hareketle bunu yapmışlardır. Bunlara göre Allah, bahsi geçen sıfatların taşıdığı anlamlardan münezzehtir ve gökleri hareket ettirerek çekip çevirendir.

    İkinci kısımdakiler ise birincilerden daha ileri giderek Allah’ı gökleri hareket ettiren olmanın da ötesine taşıyarak yalnızca ilk feleğin muharriki kabul etmişler ve ilk felek hariç diğer feleklerdeki hareketleri meleklere atfetmişlerdir.

    Üçüncü kısımdakiler ikincileri geride bırakarak ilk feleği hareket ettirenin de melek olduğu ve Allah’ın ise bu meleğin kendisine itaat ettiği varlık olduğunu savunurlar. Bunlar Allah’ın bütün âlemi doğrudan değil yalnızca emir yoluyla idare ettiğine inanırlar.

    Varlık Perdeleri
    Marifete dair perdelerin ardından varlığa dair perdeleri inceleyecek olursak burada büyük ölçüde İbnü’l-Arabî’nin etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Şeyh-i Ekber perdeyi hem bilgi sistemi açısından değerlendirmiş hem de kendi ontolojisinde ona önemli bir görev tahsis etmiştir. Yukarıda da işaret edildiği üzere Şeyh perdeleri olumlu anlamda değerlendiren sufiler arasındadır. Kuşkusuz ki, bu durum onun ontolojisinden kaynaklanmaktadır. Zira yukarıda da zikrolunduğu üzere İbnü’l-Arabî, Hakk’ın âlemden perdelenmesinin yine kendisiyle gerçekleştiğini ve perdenin de hem bir engel hem de Hakk’a eriştiren bir özellikte olduğu görüşünü savunmaktadır. Buradan hareketle her bir varlık mertebesinin aynı zamanda gerçek varlık olan Hakk’ı örten bir perde olduğunu düşünen Şeyh’e göre perdeler arasında bu açıdan bir derecelilik söz konusudur. Ona göre âlemle Hakk arasındaki en yüce hicâb İlk Akıl diye adlandırılan ruhani varlıktır. Âlemdeki bütün varlıkların hem epistemik hem de varlıksal yolculuğu kendisinde nihayet bulduğu ve öteye yani Hakk’ın zatına ancak onun vasıtalığıyla çıktıkları ve yine Hakk’ın da âlemle ilişkisini onun vesileliğiyle gerçekleştirdiğinden dolayı ona en yüce perde/hicâb-ı a‘lâ denilir. Ayrıca şahadet âleminde İlk Aklın izdüşümü mahiyetindeki tür insandır. İnsan türü içerisinde ise bir fert olarak İnsân-ı Kâmil bulunur. Kutub, Gavs gibi niteliklere sahip bulunan bu ferdi İbnü’l-Arabî, İlk Akıl’da olduğu gibi en yüce perde sayar. Zira Kutub, âlem ile Allah arasındaki geçişi temin eden ara yüzdür. Dolayısıyla Allah’a ulaşmak açısından hem bir engel hem de bir eriştirici hüviyetindeki en üst hissî varlık formudur. İbnü’l-Arabî’nin varlıksal perdelere dair bu yorumundan hareketle perde kavramının yine İbnü’l-Arabî ıstılahındaki bir önemli kavram olan berzahla ne denli iç içe olduğuna işaret etmekte de fayda vardır.

    Tasavvuf ıstılahındaki bu anahtar kavram tasavvufun etkilediği bütün bir kültür alanında etkin olmuştur. Karagöz Oyunu dâhil sanat ve edebiyat mecralarında bunun sayısız örneği mevcut olmakla birlikte yazımızın sınırlarını fazlasıyla aşan bu hususa yalnızca işaret etmekle yetiniyor ve Niyâzî-yi Mısrî’den ilham alıp Hakk’tan ayan bir nesne bulunmadığını, Hakk’ın yüzünü hiçbir nesnenin örtmediğini, yalnızca gözsüzlere pinhan olduğunu hatırlatarak Hilmi Dede Baba’nın bizim yazımızda işaret etmeye çalıştığımız hususları özetleyen mûcez ve beliğ Perde Gazeli ile yazımızı noktalıyoruz:

    Bezm-i hestîde kurulmuş zıll-i hikmet perdesi
    Gösterir nakş-ı ezelden sun’-ı kudret perdesi

    Kıssadan ‘ârif olanlar hisse almaktır garaz
    Karagöz’dür oynayan ammâ bu ‘ibret perdesi

    Bu hayâl-i enfüs ü âfâkı seyrân ettiren
    Sâni’in te’sîridir göz göre rü’yet perdesi

    ‘Âlem-i eşbâha âmed-şüd eden her bir nüfûs
    Kendi fi’lin zâhir eyler mazhariyyet perdesi

    Yek nazar kıl ‘âlem-i ma’nâda zât u sûrete
    Keşf ola tâ kim sana bu sırr-ı vahdet perdesi

    Nûr-ı Hakk’dır gösteren her zıllı verâ-yı perdeden
    Kurmuş üstâd-ı ezel zâhirde sûret perdesi

    Bende ol Âl-i Abâ’ya sıdk ile Hilmî müdâm
    Açılır bâb-ı Ali’den Hakk’a vuslat perdesi