DON QUİXOTE’UN ŞUURU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Atila Ataman

    Kabaca toparlanacak olursa, poetik şuur evreni sürekli müzikal dizelere tercüme etme istenciyken romanesk bilinç insanları sürekli yüzeysel psikolojilerine tahvil etme eğilimidir. Yani, buna göre, Dante bir vahiy ya da ilahiyken Dostoyevski bir çukur ya da çamurdur. Ve Cervantes’in öyküsü poetik şuur ve romanesk bilinç arasındaki karşılaşmayı, bu ikisi arasındaki kavşağı temsil ettiği için şövalye maceralarının sonuncusu ve romanların birincisi sayılmaktadır. Romanın arkeolojisi uzundur ve Apuleius’un Altın Eşek’i ya da Petronius’un Satyricon’u gibi örneklere kadar geri götürülür, ama yine de biz hep Cervantes’in eserini tam anlamıyla ilk roman sayarız. Şövalye romanslarının parodisi ve dolayısıyla eskimiş bir janrın eleştirisi olarak yeni bir janr doğmuştur, ve Kaderci Jacques ve Efendisi’nde Diderot ya da Tristram Shandy’nin Yaşamı ve Görüşleri’nde Sterne selefleri olarak Rabelais ve Cervantes’ten başka hiç kimseyi anmaz.

    Öyleyse, Bahtin’le beraber Rabelais ya da Shakespeare gibi başka öncüleri de ona eklediğimizde dahi, modernliğin edebiyatını, modernliğin edebî bir janr olarak tezahürünü Cervantes’in eseriyle başlatmakta müttefikiz. Peki, ama Don Quixote’un tavırlarında tam olarak neyi okumaktayız? Burada bu son derece sade, ama yeterince önemli soruyu yanıtlamak istiyorum. Yani, Nazım Hikmet’in deyişiyle, Don Quixote’un “yüreğinde çarpan aklı”nın, diskürsif olmaktan fazla olan bilincinin niteliğini ele almak istiyorum. Üstelik, Cervantes’in şövalye romanslarını alaya alırken Don Quixote’un deliliği üzerinde hiç de alaycı olmadığı ya da yeterince alaycı olmadığı aşikârdır. Ve bugün biz de şövalye romanslarını yapay bulurken Don Quixote’un gülünçlüğünü ciddiye almayı sürdürüyoruz.

    Bana kalırsa Don Quixote’un yüreğinin anahtarı şu cümlede verilmiştir: “Olgular hakikatin düşmanıdır.” Ve Don Quixote’un bize soylu olduğu kadar gülünç ve gülünç olduğu kadar soylu gelen eylemi, şeyleri sürekli uysallaştırılmış, beşerîleştirilmiş, maddileştirilmiş, kirletilmiş düşman olgular olmaktan çıkarıp yeniden dost ve vahşi hakikatler olarak tevil etmektir. Böylece Don Quixote yeni bir dünyanın olgularını sürekli eski bir dünyanın masallarına tercüme eder. Yel değirmenleri dev canavarlara ve tavernalar ve hanlar kalelere ve şatolara dönüşür. Yalnızca yeni ortaya çıkan modern dünya (Cervantes’in çağında yel değirmeni son teknolojiden daha azı değildir) ve onun merkantilist ekonomisi reddedilmez, ama bir masal kadar stilize olmadığı ölçüde eski ve modern olmayan dünya bile aslında hiç umursanmamaktadır. Don Quixote’un şuuru “gerçeklik”le yetinmez, onu tercüme eder ve dönüştürür. Ve, deyim yerindeyse, poetik olarak dönüştürür.

    Don Quixote açıkça Hegelcidir, çünkü bize bütün felsefenin ontolojik kanıt olduğunu (yani Kant’ın iddia etmiş olduğunun aksine düşüncenin düzeninin ve şeylerin düzeninin örtüştüğünü) ve akli olan her şeyin olgusal ve olgusal olan her şeyin akli olduğunu (yani, yeniden, Kant’ın iddia etmiş olduğunun aksine düşüncenin düzeninin ve şeylerin düzeninin örtüştüğünü) öğretir ve bütün diğer öğretileri reddeder, çünkü dünyanın kırık dökük olgularında kendi zihnini kuran masalların stilize hakikatlerinden başka herhangi bir şeyi okumayı reddeder. Evrenin düzeni, işte, Don Quixote’un hayallerinin düzenidir ve şeyler ancak bu hayalleri doğruladıkları ölçüde onaylanırlar, yoksa düşmandırlar ve önemsenmezler. Don Quixote’a göre dünya içindeki şeyler tarih dışındaki arketiplere değmiyorlarsa kayda da değmezler.

    Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’u “Dünya olduğu gibi olan her şeydir.” ve “Dünya olguların toplamıdır.” önermeleriyle açılıyordu, Don Quixote’un romantizmi açısından dünya olgulardan çok daha fazlasıdır. Dünya olgulardan ibaret değildir, ama, tam tersine, olgular hayallerin cisimlerinden ibarettir. Ve Wittgenstein’ın mantıksal pozitivizminin felsefesi (daha onu doğuracak olan çağın ilk başlangıcında bile) Don Quixote’un poetik şuuru içinde hiçbir yer bulamaz ve sürekli çürütülür. Dünyanın şeyleri oldukları gibi değillerdir, ve dünya olgulardan çok daha fazlasıdır. Sancho Panza’nın yalnızca yel değirmeni gördüğü yerde canavarlar barınmaktadır. Wittgenstein’ın mantık ve felsefesinin her şeyi tükettiği noktada Don Quixote’un şuuru henüz yeni işe başlar. Wittgenstein yalnızca hiç dönüştürülmeyecek bir malzemeyi tanımlamakla, Don Quixote ise zaten kendiliğinden verili olan bu malzemeyi dönüştürmekle ilgilenmektedir.

    Baudelaire Victor Cousin’in estetiğinde teşhis ettiği platonizmi öfke ve küçümsemeyle reddetmişti, ama aynı platonizmi (belki de akraba olduklarını hiç fark etmeden) Swedenborg’un çok katmanlı ontolojisinde ilginç bulur ve ona meşhur bir şiirini ayırır: Correspondences, yani “Mütekabiliyetler” ya da “Uyuşumlar”. Buna göre doğa bir tapınaktır, çünkü bir tecelligâhtır, ve bir “semboller ormanı” üzerinde yükselmektedir. Görünen her şey görünmeyen başka şeylerin mecazıdır, vs… Böylece, Don Quixote’un öğretisi eski bir öğretiyi işaret ettiği ölçüde onun gülünç öyküsü modernliğimizin başlangıcını işaret etmekteyken, modernliğin ıstılahını bile (“modern hayat” der Baudelaire, ve sözcüğü daha iyisini bulamadığı için kullandığını belirterek okurdan özür diler) başkalarından çok kendisine borçlu olduğumuz Baudelaire’de kesinlikle Swedenborg’a has olmayan kadim ontolojinin bir güzellemesini yeniden okuruz.

    Don Quixote’un eylemi de işte budur: Bir semboller ormanında macera arar. Böylece, Dante’nin gelenek tarafından “ilahi” sıfatı yakıştırılmış Commedia’sı ve Balzac’ın Comédie humaine’i (“İnsanlık Komedyası”) arasında bir yerde, Don Quixote gökler ve yer arasındaki ilişkiyi en eski ontolojinin izinde yeniden onarmaktadır. Göklerde hakikatler ve yerde de hakikatlerin mecazları vardır. Don Quixote’un eylemi de işte budur: Gündüz vakti ve uyanıkken rüya görür, hepimiz onun icraatlarını böyle yorumlarız, ama bu rüyanın olgulardan daha gerçek olduğunu iddia eden bir şuuru olması ve bunun üzerinde ısrar etmesi, ideolojik olarak ısrar etmesi onu halüsinasyon gören diğer herkesten ayırır ve Don Quixote kılar. Bir yazar (Abdülkadir el-Murâbıt) Amerikalıların ancak mahkemede kendini vatana ihanet suçlamasına karşı savunabildiğini gördüklerinde Ezra Pound’un deli olduğunu iddia etmeye karar verdiklerini söylemişti, Don Quixote’u herhangi bir deliden fazla kılan şey de delilerin en delisi olması ve aklı başında herkese karşı deliliği üzerinde ısrar edebilmesidir. Hiç aymaz, ve “Olgular hakikatin düşmanıdır.” der. Yani kendi hâlinde bir deli olmakla yetinmemekte ve akıllılara deliliğinin dersini öğretmeye kalkmaktadır. Böylece, Ezra Pound’un hapishaneye atılamadığı için tımarhaneye gönderilmesine karşılık, toplumu Don Quixote’un reddiyesinden arındıracak bir tımarhane de henüz mevcut değildir. Modernliğin henüz “büyük kapatılma” (Foucault’nun malum le grand renfermement’ı) noktasına kadar ilerlememiş olması Don Quixote’un kıl payı sahip olduğu şansı olmuştur.

    “Mitik düşünce,” der Lévi-Strauss, “toplumsal söylemin enkazından ideolojik şatolar inşa eder.” Yani, daha basit olarak formüle etmek gerekirse, somut yaşam içinde çözümü olmayan çelişkiler anlatı tarafından muhayyel bir çözüme ulaştırılır ve anlatı böylelikle alımlayıcı için bir cins (Aristoteles’in muğlak kavramını alıp yeniden anlamlandıracak olursak) katharsis sunar. Örneğin eski filmlerde kötülerin asla cezasız kalmaması ya da tutkuları sonsuza kadar sürecek aşıkların mutlaka kavuşması gibi… Ya da Amerikan filmlerinde sık sık çok sıradan bir insanın bütün ülkeyi ya da bütün dünyayı kurtararak belirli bir bireyciliği ve onu savunur görünen sistemi doğrulaması gibi… Ya da, buna karşılık, süper kahramanların çocuklara olmayacakları her şey için bir teselli sunması gibi… Ya da Keloğlan’ın bir imtihanın ardından padişahın kızıyla evlenmesi ve her türlü refaha sahip olması gibi… İdeolojimiz adalettir, pratiğimiz bununla ancak nadiren uyuşabilir ve böylece toplumsal söylem bir enkaza dönüşür, ve anlatı ideolojimiz ve pratiğimiz arasındaki çelişkiyi bertaraf ettiği için etkileyici hâle gelir.

    Bu yaklaşım açımlayıcı sayılır, ama belirli bir seviyedeki anlatının sunduğu avuntuyla sahici mitin sunduğu stilize hakikat arasında ayrım yapamamakla maluldür. Örneğin Habil ve Kabil miti başka açılardan René Guénon gibi bir Müslüman tarafından da René Girard gibi bir Hristiyan tarafından da insan uygarlığının temeli olarak okunur, ama kesinlikle hiçbir happy ending telkin etmemektedir. Ve Don Quixote’un poetikası, aslında, beşerî katharsis’ten ötesine ilişkin bu ikinci kısma aittir. Üstelik Don Quixote “toplumsal söylemin enkazı” ve muhayyel “ideolojik şato” arasındaki uçurumu sürekli gidermekle, masalın ideolojik şatosunu sürekli toplumsal söylemin enkazı üzerine bindirme ve onu bu tarzda yeniden inşa etme istenciyle aynı anda hem budala hem kahraman hâline gelmektedir. Robin Hood öyküsünden ya da Jesse James’in serüvenlerinden çok etkilenmiş bir çocuktan daha fazlasıdır, ve hayallerinin ideolojisine sahiptir. Nitekim ancak iyice yaşlandığında ve şövalyelere ilişkin bir dolu macera kitabını hatmettikten sonra harekete geçer. Hayal kuran birinden daha fazlasıdır, hayalleriyle olguları pekala temyiz eder, ve yine de hayallerinin olgulardan daha hakiki ve daha sahici olduğunu iddia edecektir.

    Öyleyse, Faust’un trajik bir şaşkın olmasına karşılık, Don Quixote komik bir ermiştir. Bütün dünyaya karşıdır, çünkü hepimizin gayet iyi bildiği gibi dünya açıkça olguların dünyasıdır, ama bu olgusal dünyayı hâlâ kutlu kılan yegâne kişidir. Ve bizim modernliğimizde, öyle sanıyorum, Faust’un ve Don Quixote’un temsil ettiği bu iki tip dışında kayda değer bir kişilik bulunmamaktadır. En azından, Robinson Crusoe ya da Don Juan’ın psikolojik yoğunluk açısından onlara rakip olamayacağını rahatlıkla ve emniyetle iddia edebiliriz. Ve Don Quixote herhâlde Faust’un fevkinde olmalıdır, çünkü onun şuuru, hâlâ ve her şeye rağmen, daha yüksek bir gerçekliğin şuurudur. Öyleyse, belki de, Don Quixote metni hâlâ bir roman olmaktan çok bir şiirdir, çünkü zihniyeti itibarıyla romanesk olmaktan çok poetiktir. Cervantes’in eseri, elbette, hâlâ daha, Zola’nın eserinden çok Roman de la Rose’la ya da Rabelais’nin eseriyle akrabadır. Mizahıyla Rabelais’yle ve mizahına rağmen var olan öğretisiyle Roman de la Rose’la bakışır.

    Ve bildiğim kadarıyla kimse şairlerin ilhamını kolay kolay küçümsemez, ama küçümseyen olsaydı da kolayca doğru yola getirilebilirdi. Örneğin Poe “mensur bir şiir” olarak tanımladığı Eureka’da, Kur’an’daki (51:47) bir işareti saymazsak, başka herkesten önce genişleyen bir evren modelini ortaya koymuştur. Ve Latin dillerinde con-scientia türevi sözcüklerin hem “bilinç” hem “vicdan” anlamına gelmesine, yani bir psikolojizm içermesine ve bu anlamda romanesk olmasına karşılık, Arapçada şiir ve şuur aynı kökten gelmektedir. Yunan “orakl”larının “Tanrı’yla dolmuş” (enthousiasmos sözcüğünün anlamı budur) oldukları için kehanette bulunabilmelerine karşılık, Araplar da şuur sözcüğüyle aynı kökten getirdikleri şiir’i şairin etkisi altında kaldığı “cin”lerin (ama bu bağlamda bu sözcüğü düşük anlamlarıyla almamak ve mesela Cornelius Agrippa’nın ilham anlayışına müracaatla değerlendirmek gerekecektir) bir eseri olarak görürler. Şuur, romanesk bilinçten daha yüksek bir şuur esinlenen bir şey olabilir o hâlde. Ve bu durumda Don Quixote’un deli değil de esinli olduğunu söylemek gerekiyor olabilir. Bu anlamda, Don Quixote’un şuuru aslında basitçe beşerî bile değildir, ama daha fazlasıdır.

    Kısacası, René Girard’ın “romantik yalan” karşısında “romanesk hakikat”i doğrulamasına rağmen, ben romanesk psikolojizm yerine poetik şuuru doğruluyor ve modernliğin edebî tezahürü olarak romanın kökeni niteliğiyle Cervantes’in eserinde onun bir ifadesinden, üstelik alttan altta yüceltilmiş bir ifadesinden başka hiçbir şey görmüyorum. Girard’a göre “Romantikler ve sembolistler dönüştürücü bir arzu isterler, ama bu arzunun tümüyle kendiliğinden olmasını da isterler. Ötekinin lafını bile duymak istemiyorlardır. Arzunun karanlık yüzüne bakmayı reddederler. Onlara göre o yüz onların güzel ve şairane düşlerine aykırıdır. Romancıysa bize arzunun karanlık ilişkilerini gösterir.” Girard’ın burada ıskaladığı nokta aslında çok açıktır. Romantik ve sembolist, yani sıradan insan ilişkilerini çözümleyip durmak yerine dünyanın görünür olgulardan daha fazla olduğunu iddia eden kişi, –Mihail Bahtin’in “diyaloji”ye ve Ian Watt’ın romanın hem temsil ettiği hem ürünü olduğu “epistemolojik dönüşüm”e yönelik övgülerine rağmen söylemekten yine de çekinmeyeceğim,– romancının ilgi alanına giren görece bayağı psikolojinin ve boş yere milyon tane nüansla çeşitlenip duran insan karakterlerinin ötesinden konuşmaktadır. Hamlet dostu Horatio’ya evrendeki şeylerin Senin felsefenin hayal edebileceklerinden daha fazla olduğunu hatırlatır ve romantik kahramanların herhâlde ilki olmalıdır. Öyleyse romantiğin derdi zaten sahip olmadığı duyguyu (sahip değildir, çünkü, romantik, Girard’ın çözümlediği kıskançlık ve haset yerine, olsa olsa imrenmeyle nitelenebilir) inkâr etmek değildir, ama belki adı yine Girard tarafından konmuş olan “dönüştürücü arzu”dur.

    The world is not enough. Romantiğin ve sembolistin sloganı (ve slogan kelimesi, Don Quixote’un şövalye ahlakını doğrulamak adına belirtmek gerek, “savaş narası” anlamına gelir) bundan başka bir şey değildir. Ve daha fazlasını bile söyler. Dünya, işte, bu daha fazlasının bir görünümüdür. Bundan daha az bir şey olarak anlaşıldığı sürece yanlış anlaşılmış olacaktır. En azından, Don Quixote’un öğretisi budur. Olgular ya mecazlardır ya da hakikatin düşmanlarıdır. Roman ise, en azından Watt’ın yorumladığı ve Girard’ın benimsediği yönleriyle, bu epistemolojinin tam tersidir, ve belki de bu yüzden Borges gibi metafizik spekülasyonlara çok meraklı bir üstat tarafından bütün popülerliğine rağmen en az zevkli bulunan edebî janr olmuştur. Sanki roman insan psikolojisinin yüzeyi üzerine uzayıp duran bir gevezeliktir, ve bu yönüyle metafizikçiyi bunaltır.

    Yine de, Don Quixote’un öğretisinin içeriği yalnızca geleneksel dünya ve modern zihniyet arasındaki bir tartışmanın meselesi olsaydı, insanın modernlik boyunca malum indirgenişi üzerine bir mesele olsaydı, açıkçası, tıpkı modernlik konusu gibi fazlasıyla sıkıcı hâle gelmiş olurdu. Modern zamanlar şimdiden çoğullaşmıştır, örneğin on yedinci ve on dokuzuncu yüzyıllar birbirlerine hiç benzemez, ve insan ırkı var oldukça da modern zamanlar çoğullaşmaya ve geleneksel dediğimiz zamanlarla aramızdaki kronolojik mesafe büyümeye devam edecektir, ve öyleyse zaman bizi nostaljiden, en azından basit ve somut bir tarihsel geçmişe ilişkin ham nostaljiden uzaklaştırmaya da herhâlde hep devam edecektir. Ama ben, Roland Barthes’la beraber, bir çeşit mitolojinin hâlâ etkin olduğunu ve belirli anlamlarda hep etkin kalacağını ve dolayısıyla hepimizin Don Quixote’un mutilé, yani yaralı bakışından bir şeyler taşıdığımızı sanıyorum. Yani meselenin geleneksellik ve modernliğin giderek anlamsızlaşan, en azından bir tarihçilik konusu olmanın ötesindeyken anlamsızlaşan dikotomisini aştığını da sanıyorum. Zaten, işin doğrusu, beni tarihten çok düşünce ilgilendiriyor ve zihniyete ilişkin tarihsel farklar bile ancak aktüel bir düşünce ufku sundukları ölçüde ilgilendiriyor.

    Ve bu durumda, Barthes’ınkine benzer bir yaklaşımla, Yunan mitolojisinin ikonografisinden mesela Madonna kliplerinin ya da Pepsi reklamlarının ikonolojisine uzanan esrarengiz süreklilik hatlarının var olduğunu tespit edebilmek de ilgilendiriyor. Gerçi hemen hemen bütün çağdaşları gibi yapısalcılığın basit bir yöntemsel girizgâh olduğunu unutmuş olan Barthes da, kendi payına, bu noktada birkaç zevk işi sezgiden ötesini belirtmemektedir, ama, Don Quixote’un şuurundan bir şeylerin bizde hâlâ mevcut olduğunu ve onu zaten bu yüzden sempatik bulduğumuzu kaydettikten sonra, bunları ayrı konular olarak şimdilik bir kenara bırakacağım. Don Quixote’u bizden daha fazla ve deli kılan şey, onun bu akıl ötesi şuuru bir misyon insanı ve dava adamı ruhuyla benimsemiş ve savunmakta olmasıdır. Sancho Panza’ya bütün ciddiyetiyle şöyle açıklar: “Dostum Sancho, şunu bilmelisin ki Tanrı beni, bu demir çağında, altın çağı dediğimiz çağı geri getirmem için yarattı.” Bir kere daha Cervantes’in eseri modernliği başlatmakta, ama kahramanı en kadim olan Kronos’un çağına duyduğu tavizsiz nostaljiyle ayırt edilmektedir. Altın çağdan demir çağa uzanan bir yozlaşma süreci olarak tarih anlayışıysa Hesiodos’un İşler ve Günler’ine kadar geri gider, ve elbette Cervantes’in çağdaşlarından Francis Bacon’ın bütün modernler adına öğretmekte olduğu ilerlemeci tarih anlayışının tam tersidir.

    Bu çelişik hareket ve modernlikle zıt kutuplu ilişki açısından, bir yazarın (Umut İlkesi’nde Ernst Bloch) Goethe’nin Faustus’unun “diyalektik dünya gezisi”nin yegâne paralelini Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde teşhis etmesine karşılık, Cervantes’in eserinin yegâne paralelinin hâlâ Mutlak’ın düşünürü olmakla modernliğin dışına çıkan ve fakat bu Mutlak’ı tarihsellik içinde okumakla modernlerin ilki hâline de gelen Hegel’in eseri olduğunu iddia edeceğim. Zaten bana göre, Cervantes’in La Manchalı Mahir Beyefendi Don Quixote’unun yazılmış en iyi parodi olmasına karşılık, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi de yazılmış en iyi macera romanı olabilir belki. Ve Don Quixote tarihi reddederken Hegel onaylar, ama nihayette her ikisi de dünyayı ve içindeki her şeyi daha yüksek bir gerçeklik adına yorumlamakta ve onların bu daha yüksek gerçeklik adına göründüğünü vurgulamakta ısrarcıdırlar. Hegel geçmişten giderek farklılaşan bir geleceği kutlarken Don Quixote geçmiş bir cenneti muhayyel bir şimdiye geri getirmek ister, ama nihayette her ikisi de İdea’nın olguların bütün çerçevesini belirlediğini ya da belirlemesi gerektiğini ileri sürerler.

    Burada önerdiğim yaklaşım, elbette, Cervantes’in orijinal kurgusunu ve niyetini ancak bir yere kadar dikkate almaktaydı. Cervantes’in eserinin sonu hakkında da böyle davranacak ve onun başka yazarların taklitçi devam kitapları yazmasını engellemek üzere Don Quixote’u öldürdüğüne ilişkin muhtemel tarihsel veriyi görmezden geleceğim. Sonuçta, on yıl kadar sonra yazdığı ikinci ciltte, Cervantes eserini Don Quixote’un vefat etmesi ve ölüm döşeğinde de aklını başına toplayıp mütevazı hidalgo Alonso Quixano’dan başka kimse olmadığını kabullenmesiyle bitirir. Böylece macera anlatısı maceranın değillenmesiyle ve kahramanın serüveni kahramanın teslimiyetiyle tamamlanmaktadır. Bana kalırsa Don Quixote’un bu yenilgisi, modern anlatı boyunca, Kaptan Ahab’ın ölümü ve Joseph K.’nın mahkûmiyetinden geçerek Camus ve Beckett’a ulaşan, kahramanın sürekli ezildiği ve öykünün sürekli eksildiği bir sürecin başlangıcı olmuştur. Yani modern edebiyat Don Quixote’un yenilmesi ve teslim olmasıyla başlar ve yenilgilerin giderek ağırlaşmasıyla devam eder. Aslında, bir kere kendini gösterdikten sonra, Don Quixote’un vasat bir dünyanın bayağı sahtekârlıkları arasında uzun uzun yaşamasına da belki hiç gerek yoktur ve Cervantes öyküyü uzatmaz. Ve Don Quixote’un şuuru kesinlikle poetiktir, ama Alonso Quixano bir romanın hapishanesinde can verir, ve ardından kahramanı giderek tüketecek olan romanesk başlar.

    Don Quixote olguculuk çağının arifesinde şöyle söylemiştir: “Olgular hakikatin düşmanıdır.” Daha sonra Feuerbach şöyle yazacaktır: “Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şeyse hakikattir. Üstelik hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça, çağımızın gözünde, kutsal olanın değeri artar.” Hakikatler, olgular, yanılsamalar… Bunlar daha ileride Guy Debord ve Jean Baudrillard’ın temaları olacaktır. Romantizmin manifestosu, şimdilik, simülakrların spektaküler dünyası ve neon ilahların pornokrasisi karşısında yeniktir, ve biz bu yenilgiye kimi zamanlar modernlik adını vermekteyiz.

    * Çevirmen, yazar