BEYİNSİZ FELSEFENİN İMKÂNSIZLIĞI ÜZERİNE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Eyüp Süzgün

    Bir insani etkinlik olarak felsefe yapmak üzerine çok basit ve açık bir soruyla başlayalım: Bilinçli olmadan bir insan felsefe yapabilir mi? Elbette hayır! Demek ki, felsefe yapabilmenin olmazsa olmaz koşulu bilinçli olmaktır. Peki bir beyne sahip olmadan bilinçli olunabilir mi? Elbette hayır! Tek başına bilinç belki felsefe yapmanın zorunlu koşulunu sağlamış olabilir fakat bilinçli olmanın zorunlu koşulu da bir beyne sahip olmaktır. Bu soru-cevap silsilesini belki tüm evreni veya dünyayı da kapsayacak şekilde sürdürebiliriz; fakat ben bu noktada durarak, en geniş anlamıyla dünyanın bilinçli olmanın yeter koşulunu oluşturduğunu kabul edeceğim.

    Fakat benim burada atıfta bulunduğum dünyayla, insan-öznenin deneyimlediği ya da insan-öznenin bilincinde kendini açığa vuran görünüşler âlemini kastettiğim sanılmasın. Bilincin kuruluşunda yeter koşulu oluşturan, dünyanın-kendinde-varlığıdır; fenomenal dünya diyebileceğimiz ikincisi ise, yalnızca dünyanın-kendinde-varlığının insan-özne tarafından deneyimlenmesi sonucunda ortaya çıkar; yani bilinç-temelli bir kuruluşa sahiptir. Dolayısıyla, dünyanın-kendinde-varlığını zaten bilmemiz mümkün görünmüyor.

    Az evvel bilincin de beyin-temelli olduğunu söylediğimiz için buradan, fenomenal dünyanın en nihayetinde beyin-temelli bir inşa olduğu sonucu çıkıyor. Peki beyin, dünyanın-kendinde-varlığının bir parçası değil mi? Eğer öyleyse, o zaman bir de beynin-kendinde-varlığı ile fenomenal beyin diye iki şeyden mi söz etmemiz gerekiyor? Ayrıca, dünyanın bu versiyonuna bilincin dışında hiçbir erişimimiz olmadığı için bu, beynin-kendinde-varlığını da hiçbir zaman bilemeyeceğimiz anlamına mı gelir?

    Sanırım mesele giderek daha karmaşık bir hâl almaya başladı. Bu yüzden, bilinç ve beyin zeminleri üzerinden felsefe yapmanın imkânına dair söylediklerimizi daha anlaşılır kılmak adına, bu tartışmaların tarihine göz atmakta fayda var. Belki bu vesileyle biraz bilinçlenir ve böylece, felsefe yapabilmek için bir yol buluruz.

    Bilindiği üzere, tarih boyunca bilincin varlığı konusunda ileri sürülen fikirler, en genel anlamda, biri tekçi diğeri ikici olmak üzere iki ana kategoriye ayrılır. En kaba biçimiyle söylersek tekçi görüşler, insan varlığının ya tamamen fiziksel ya da tamamen ruhsal olduğunu ileri sürerken, ikici görüşler insanın hem fiziksel hem de ruhsal bir varlığa sahip olduğunu savunurlar. Bugüne kadar hem ikici hem de tekçi görüşlerin birbirinden farklı birçok versiyonu ortaya konulmuştur.

    Batı düşünce geleneği merkeze alındığında, her iki görüş arasındaki gerilim özellikle Bilimsel Devrim döneminden itibaren artmaya başlamıştır. Rönesans’la başlayan Bilimsel Devrim sürecinde göze çarpan en önemli şey ise, doğa ve Tanrı arasında kurulmuş bağların tek tek kopartılması suretiyle salt doğa yasaları üzerinden işleyen matematiksel açıdan ölçülüp biçilebilir bir dünya resminin çizilmeye çalışılmasıdır: Aristotelesçi yer-merkezli ay-altı/ay-üstü âlem ayrımı Kopernik’in güneş-merkezli yaklaşımıyla yerinden edilmiş; ardından Galileo, bu Kopernikçi yeni evren görüşünün yer mekaniğini ve Kepler de gök mekaniğini kurmuş; Newton ise tüm bu görüşleri tek çatı altında toplayarak, ortak fizik yasalarıyla yönetilen bu doğanın matematiksel ilkelerini ortaya koymuştur. Ayrıca, bu yeni kozmolojik görüşle birlikte, doğal dünyanın açıklanması için, ilkeleri Galileo ve yöntemi ise Bacon tarafından ortaya konulan, yalnızca maddenin birincil niteliklerinin analizine odaklanan, deney ve gözleme dayalı yeni bir araştırma pratiği geliştirilmiştir. İlerleyen dönemlerde, “bilim” diye adlandırılacak bu yeni pratiğin metafizik temelleri ise, yaptığı düşünülür/ruhsal alan ve uzamsal/maddi alan ayrımıyla Descartes tarafından kurulmuştur.

    Çoğunlukla “ruh-beden ayrımı” veya “Kartezyen İkicilik” olarak da ifade edilen bu yaklaşım on yedinci yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına kadar hâkim görüş olarak varlığını sürdürmeyi büyük oranda başarmıştır. Ruhun varlığı ve bilgisiyle ilgili bu süreçte yapılan tartışmalar bir tarafa bırakılacak olursa, Kartezyen İkiciliğin karşı karşıya kaldığı en önemli sorun, ontolojik açıdan tamamen farklı iki kategori olan ruh ve bedenin birbiriyle nasıl etkileşime girdiğini açıklamak olmuştur.

    Her ne kadar Descartes, ruh ve beden arasındaki etkileşimi açıklamak için beyne, daha özelde ise beyindeki epifiz bezine atıfta bulunsa da önerdiği beyin-temelli psikofizyolojiksel çözümün yetersiz kaldığı yönünde ciddi eleştiriler almıştır: Psikofizyolojik bir açıklama çerçevesi içinde ontolojik açıdan tamamen farklı iki alanın etkileşime girebileceğini söylemekle Descartes, bu alanların ontolojik statüsünü riske etmiş olmaktadır. Descartes sonrası birçok düşünür de (Malabranche, Leibniz, Huxley vb.) bu “riskli bağlantı” sorununu aşabilecek farklı çözüm önerileri (vesilecilik, koşutçuluk, epifenomenalcilik vb.) üzerinde durmuşlardır. Fakat yine de söz konusu “etkileşim sorunu”nun çözümü için ileri sürülen görüşlerin salt metafiziksel açıklamalardan öteye geçmediği, ortada henüz kapatılamamış bir “izah gediği”nin varlığını sürdürdüğü veya fiziksel nedensellik çerçevesinde dişe dokunur hiçbir kanıtın bu görüşü savunanlar tarafından ortaya konulmadığı ısrarla vurgulanmıştır.

    Locke, Hume ve Kant’ın, Descartes tarafından düşünülür alana konumlandırılan özne fikrine yönelik eleştirileri, mekanik felsefe ve bilimsel yaklaşımların da etkisiyle, sonraki dönemlerde tekçi görüşleri daha cazip kılmıştır. Bu nedenle, Kartezyen İkicilik yaklaşımının örtük olarak savunduğu ve üçüncü bir kategori şeklinde de değerlendirilebilecek olan ruh-beden veya zihin-beyin sürekliliğini izah etmek için en ideal yolun tekçi bir açıklama çerçevesine sadık kalmak olduğu fikri giderek daha baskın hâle gelmiştir.

    Bu bağlamda özellikle iki alanda yaşanan gelişmelerin tekçi görüşlerin ağırlık kazanmasında önemli bir role sahip olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda canlı varlıkların fizik dünyanın yasaları ile uyumlu bir biçimde açıklanmasına kapı aralayan evrimsel paradigmanın ileri sürülmesi; ikincisi ise, bedensel varlığı harekete geçiren veya yönelimsel eylemlerimizi kontrol eden bilinçli faaliyetin aslında tamamen bilinçdışı bir işleyişin ürünü olduğunu savunan Freudcu psikanalitik yaklaşımın geliştirilmesi. Buna belki, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren kalıtım yasalarının keşfini ve içsel psikolojik gerçekliğin davranışsal karşılıklarını analiz etmeye odaklanan deneysel psikologların yaptığı çalışmaları da eklemek gerekir. Böylece, önce biyolojik varlığın ardından da ruhsallığın fiziksel ekosistem içine yerleştirilerek doğalcı bir açıklamasının yapılması için gerekli zemin kurulmuştur.

    Yirminci yüzyılın başlarına vardığımızda artık en genel anlamda “doğalcılık” diye adlandırılacak olan bu yeni açıklama çerçevesi, canlılığı ve ruhsallığı da kapsayacak şekilde, varlığın tamamını maddi dünyanın sınırlarına kapatmıştır. Doğalcılığa göre, evren, içinde fizik-dışı hiçbir unsur barındırmayan ve işleyişi, tümüyle doğa yasalarının nedensellik ilişkilerine dayanarak açıklanabilen, mikro düzeylerden makro düzeylere kadar hiyerarşik olarak düzenlenmiş, fiziksel açıdan kapalı bir sistemdir. Ayrıca, hiyerarşik olarak farklı katmanlardan oluşan fiziksel açıdan kapalı bu sistemde, bir katmandan diğerine geçerken birtakım yeni niteliklerin beliriverdiği öne sürülmüştür. Bu görüş çerçevesinde değerlendirildiğinde, nihai kertede biyolojik katman da atom ve moleküllerden oluşmuş aynı hiyerarşik yapının bir parçasıdır. Ancak, biyolojik katmanda beliriveren nitelikler, kendisini meydana getiren fiziksel alt-katmanların taşıdığı niteliklerden tamamen farklıdır. Dolayısıyla canlılık veya biyolojik fenomenler, aslında, hiyerarşik olarak düzenlenmiş doğal dünyanın belirli bir katmanında beliriveren birtakım özel niteliklerden başka bir şey değildir.

    Peki aynı şey neden zihinsel fenomenler veya yönelimsel bilinçli durumlar için de söylenmesin? Sonuçta, zihinsel/bilinçli fenomenlerin beyne konumlandırılması noktasında çok az şüphe varsa ve beyin de biyolojik bir organsa, neden zihinsel/bilinçli fenomenler veya psikolojik iç gerçeklik de hiyerarşik olarak düzenlenmiş bu doğanın içinde beliriveren birtakım nitelikler şeklinde açıklanmasın? Özellikle yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu düşünüş çizgisi benimsenerek bilinçli zihinsel fenomenlerin de –en nihayetinde– karmaşık bir sinirsel organizasyona sahip bazı canlılarda, bilinçdışı karakterdeki sinirsel organizasyonun işleyişi sonucu ortaya çıkan belirli nitelikler olduğu iddia edildi. Beyin ve beynin sinirsel organizasyonunda meydana gelen her türlü hasarlara zihinsel fenomenlerdeki değişikliklerin eşlik etmesi bunun en güçlü kanıtı olarak gösterilmiştir. Öyle ki, beyin olmadan bir zihinden söz edilemeyeceği, bu nedenle ikisi arasındaki ilişkinin bir ontolojik bağlılık ilkesine dayandırılabileceği dahi ileri sürülmüştür.

    Beyin ve zihin/bilinç arasında kurulan bu ontolojik bağlılık ilişkisi, indirgemecilik ve özdeşlik sorunu üzerinden yeni bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. 1950‘ler, bu soruların özellikle felsefe alanında yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandığı yıllar olmuştur. Ullin T. Place ve J. J. C. Smart’ın öncülüğünde başlayan ve zihin-beyin arasındaki ilişkinin salt bir özdeşlik ilişkisinden öteye geçmediği yönündeki bu tartışmalar, daha sonraları nörobiyolojik çalışmalardan elde edilen verilere yoğun bir şekilde başvuran Dennett ve Churchland gibi düşünürlerce 1980’lerde Eleyici Maddecilik görüşü altında yeniden formüle edilmiştir. Her zihinsel durumun bir beyin durumundan başka bir şey olmadığını ileri süren bu ilk çizgideki düşünürlere göre, beynin işleyişiyle ilgili bilgilerimiz derinleştikçe bugün zihinsel olduğuna inandığımız her türlü fenomenal durumun (bilinç, benlik, duygular, akıl yürütme vb.) sinirsel bir zemin üzerinden kolayca izah edilebildiğini göreceğiz.

    İkinci çizgideki indirgemecilik yaklaşımları ise, günlük hayatında her insan tekinin yalnızca kendi erişimine açık psikolojik bir iç gerçekliğe veya fenomenal deneyime sahip olduğunu bilmesinden hareketle, bilinçli zihinsel durumların varlığını reddetmenin makul olmadığını ileri sürmüştür. Bu içsel fenomenal deneyimlerin üçüncü şahısların erişimine kapalı olması, diğer bir deyişle nesnel açıdan erişilir olmamaları, onların reddedilmesini veya yok sayılmasını gerektirmez. Bununla birlikte, yalnızca kendilerini deneyimleyenlerin erişimine açık olmaları da onların nesnel bir gözle değerlendirilemeyecekleri anlamına gelmez. Eğer bilinçli zihinsel deneyimlerin hem bir özne tarafından deneyimlendikleri hem de beynin sinirsel yapısıyla ilişkisi dikkate alınırsa, kullanılacak birtakım ölçekler aracılığıyla bu deneyimleri nesnel açıdan incelemenin bir yolu bulunabilir.

    Psikolojide kullanılan içebakışçı yöntemler, deneyimlerin nesnel analizini sağlayacak bir yol olarak önerilmiştir. Söz konusu yöntem, kendilerini deneyimleyenlerin sözlü bildirimleri üzerinden deneyimlerin bilgisinin elde edilmesine ve bu sözlü bildirimlerin çeşitli istatistiksel analizler vasıtasıyla ölçülmesine dayanır. Böylece, deneyimin özünde niteliksel olan karakteri, birtakım sayısal dönüşümlerden geçirildikten sonra niceliksel açıdan ölçülebilir veya hesaplanabilir hâle getirilir.

    İçebakışçı yönteme dayalı ilk yolu kendine entegre ederek öznel fenomenal deneyimlerin ölçeklendirilmesine odaklanan ikinci yol, deneyimlerin beynin sinirsel mimarisiyle ilişkisine dayanır. Daha önce de belirtildiği üzere, bilinçli fenomenal deneyimler ile onları ortaya çıkaran beyindeki alt-düzey sinirsel faaliyetler arasında bir bağlılık ilişkisi bulunur. Bu yaklaşıma göre, her fenomenal deneyime karşılık gelen veya onunla bağıntılı olan bir sinirsel faaliyetten söz edilebilir. O hâlde yapılması gereken, her bilinçli duruma karşılık gelen bu sinirsel faaliyetleri tek tek belirlemek olmalıdır. Bu sayede, tüm bilinçli durumların altında yatan sinirsel faaliyetler tespit edilebilir ve böylece, doğrudan olmasa da onlarla bağıntılı sinirsel faaliyetler üzerinden dolaylı yollarla fenomenal deneyimlerin nesnel analizleri yapılabilir. Nörobilimsel çalışmalarda, “Bilincin Sinirsel Bağıntıları” adıyla anılan bu yaklaşımın bugüne kadar birbirinden farklı birçok versiyonu ortaya konulmuştur. Fakat en temelde onları indirgemeci ve indirgemeci-olmayan doğalcı görüşler şeklinde iki ayrı sınıf altında toplamak mümkündür.

    İndirgemeciler, öznel fenomenal deneyimlerin varlığını kabul ettikleri hâlde, onların beyindeki sinirsel faaliyete indirgenerek incelenebileceğini savunurken; indirgemeci-olmayan yaklaşımlar, öznel fenomenal deneyimlerin sinirsel altyapıya indirgenemeyeceğini, yalnızca ikisi arasında bir bağıntı ilişkisi kurulabileceğini, aksi durumda bilincin en önemli unsuru olan öznel fenomenal karakterinin bu araştırmalarda inceleme dışı bırakılacağını iddia ederler. Bilincin sinirsel bağıntılarıyla ilgili tartışmalarda bir tür turnusol kâğıdı işlevi gören bilincin bu öznel fenomenal karakteri, öznellik sorununun çağdaş nörobiyolojik ve zihin felsefesi çalışmaları içinde yeniden gündeme taşınmasını sağlamıştır.

    Öznellik, bu çalışmalarda genellikle birinci- ve üçüncü-şahıs bakış açısı arasındaki ayrımlar üzerinden ele alınır. Örneğin, öznel karakterdeki deneyimin birinci-şahıs ve nesnel karakterdeki gözlemin de üçüncü-şahıs bakış açısına dayandığı şeklinde hem bilim hem de felsefe de genel bir kanı mevcuttur. Bu durum ise, söz konusu bakış açılarına ait içeriklere erişim sorunundan kaynaklı bir epistemik asimetri doğurmaktadır: Öznel zihinsel durumların birinci-şahıs bakış açısından erişime (deneyime) açık fakat üçüncü-şahıs bakış açısından erişime (gözleme) kapalı oluşu ile beyindeki sinirsel işleyişin üçüncü-şahıs bakış açısından erişime açık fakat birinci-şahıs bakış açısından erişime kapalı oluşu.

    Bu epistemik asimetri nedeniyle, zihinsel durumların deneyime dayalı öznel karakteri ile fiziksel durumların gözleme dayalı nesnel karakterinin birbiriyle hiçbir zaman uzlaşamayacağı ya da onlar arasındaki gediğin hiçbir zaman kapatılamayacağı iddiası günümüz bilinç araştırmaları içinde (ikicilik ve maddeciliğin farklı biçimleri altında) oldukça hararetli tartışmalara sahne olmuştur. Bu tartışmaları nihayete erdirmek için, iki bakış açısı arasındaki bağlantıyı hem felsefi hem de bilimsel düzeyde ortaya çıkarmaktan başka çare yok gibi görünüyor.

    Alman düşünür Georg Northoff, zihin felsefesindeki bu tartışmalarda aslında çok önemli bir noktanın tümüyle gözden kaçırıldığını ve öznel-nesnel arasındaki gediği kapatarak sorunu çözecek anahtarın gözden kaçan bu şeyde saklı olduğunu öne sürer. Bunu görebilmek için, dikkatimizi birinci- ve üçüncü-şahıs bakış açısı arasındaki fark üzerinden sürdürülen bu kavramsal tartışmadan uzaklaştırarak, yalnızca birinci-şahıs bakış açısını analiz etmeye odaklamamız gerekiyor. Bunu yaptığımızdaysa, birinci-şahıs bakış açısından kaynaklı zihnin iki farklı epistemik durumu ile karşı karşıya kaldığımızı görürüz.

    Birinci-şahıs bakış açısının ilk epistemik durumu zihinsel içeriklere doğrudan erişim yetisi şeklinde karakterize edilir ve zihin felsefesinde tüm dikkatler genellikle bu yetinin analizine odaklanır. Böylece, örneğin, bedende gerçekleşen fiziksel durumlar (kaslardaki enerji metabolizması, kalpteki elektriksel işleyişler vs.) doğrudan deneyimlenemedikleri için beden şemasına dâhil edilemeseler dahi bu durum, fenomenologların bedenin ve organların deneyimlenmesi anlamında kullandıkları bir “beden imajı”na sahip olmaya engel teşkil etmez. Fenomenolojik açıdan bakıldığında, elbette beden imajı ile fiziksel bedenin bizatihi kendisi aynı şey değildir; fakat en azından onu birinci-şahıs bakış açısından deneyimlemek mümkün olduğu için bir fenomenal bedenden ve onun bilgisinden söz edebiliyoruz.

    Fakat aynı şey beyin için geçerli değildir; yani bedende olduğu gibi bir fiziksel ya da fenomenal beyinden söz edilemez. Beyin, diğer organlara benzer şekilde beden şemasına entegre edilemediği için bir beyin imajına sahip olduğumuz söylenemez, çünkü beyin fenomenal açıdan algılanmaya ya da bilgisinin elde edilmesine kapalıdır. Bunun en temel sebebi ise –diğer bedensel organların aksine– beynin, kendisini ve sinirsel etkinliklerini bir süreklilik içinde “görüntülemeye” imkân tanıyacak herhangi bir duyusal sistemden veya organdan yoksun oluşudur. Kendisine ait duyusal verilere sahip olamaması nedeniyle, birinci-şahıs bakış açısından öznel bir beyin deneyiminin veya bilgisinin varlığından söz edilemez. Bu ise, beynin, birinci-şahıs deneyiminin bütünlüğü içinde yer alan bedenin fenomenal deneyimine veya beden imajına dâhil edilememesiyle sonuçlanır.

    Beynin beden imajına dâhil edilememesi, birinci-şahıs bakış açısının ilkinden çok daha önemli olan ve analizlerde genellikle gözden kaçırılan ikinci epistemik durumuna işaret eder: Birinci-şahıs bakış açısından beyin durumlarının beyin durumları olarak dolaysız bir şekilde deneyimlemeye kapalı olması ya da onlara doğrudan erişim acziyeti. Beynin yapısal organizasyonundan kaynaklanıyor gibi görünen bu acziyet veya kapalılık, beyni birinci-şahıs bakış açısından dolaysız bir şekilde deneyimleme noktasında aslında kör olduğumuzu açığa çıkarır.

    Peki beyin ve sinirsel işleyişine karşı yaşanan bu epistemik körlüğü nasıl yorumlamalı? Bu körlüğün iki önemli sorunu doğurduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, zihin ve beyin ile ilgili kavramsal organizasyonun yeniden düzenlenmeye ihtiyacı olduğunu gösterir. Bugüne kadar bilinçli zihinsel durumların beyinle ilişkisine odaklanan çağdaş felsefi ve nörobiyolojik çalışmaların neredeyse tamamı, beynin ne olduğu konusunda ortada gerçek bir sorunun bulunmadığından oldukça emindirler. Onlara göre beyin, belli bir ağırlık ve hacme sahip bir sinir yumağından, yumuşak bir kitleden, anatomik ve fizyolojik bir yapıdan veya sinirsel bir mimariden başka ne olabilir ki! Bugün henüz yapısını tamamen anlayamamış olabiliriz fakat eninde sonunda bu salt fiziksel yapıdaki sinirsel organizasyonu en ince detaylarına kadar açıklayacağız. Ancak, beynin doğrudan deneyime kapalı olması, beyin ile ilgili öne sürülen bu görüşlerin artık tartışmaya açılması gerektiğini gösteriyor. Bu nedenle, mevcut beyin kavramsallaştırmalarını gözden geçirerek hem felsefi hem de nörobilimsel çalışmalarda kullanılabilecek daha doğru ve uygun beyin modellerinin geliştirilmesi elzemdir. Bu ise, beyne dair geliştirilecek yeni kavram ve modellere uygun olarak zihinle ilgili farklı kavram ve modellerin önerilmesine yol açacaktır.

    İkinci ve çok daha önemli sonuç ise, erişim acziyeti ile zihinsel durumların varlığı arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğuna işaret eder. Hatırlanacağı üzere, birinci-şahıs deneyimleri ile üçüncü-şahıs gözlemleri arasındaki epistemik asimetrinin ikisi arasında kapatılamayacak bir gedik açtığını söylemiştik. Bu gedik hem felsefede hem de nörobilimsel çalışmalarda zihin-beyin bağlantısının bir süreksizlik içinde ele alınmasıyla sonuçlanır. Bu ise, zihin ve beyin arasında kurulan ontolojik bağlantının nedensel bir mekanizma üzerinden deneysel düzeyde gösterilmesini imkânsız kılmaktadır. Bu nedenle, ikisi arasındaki ilişkiye dair çalışmalar da sinirsel bağıntılar arayışından öteye geçememektedir. Diğer bir deyişle, söz konusu gedik veya süreksizlik nedeniyle zihinsel durumların epistemik bir çerçeve içinde ele alınmasının henüz bir yolu bulunabilmiş değil.

    İşte beyin durumlarıyla ilgili erişim acziyeti veya epistemik körlük bize bu noktada bir çözüm yolu sunabilir. Belki göz ile görme deneyimi ve beyin ile zihin arasında kurulacak bir analoji üzerinden bu çözümü daha iyi ifade edebiliriz: Bilindiği gibi göz görmeyi mümkün kılar fakat kendisi bu görme deneyimi içinde yakalanamaz; yani görsel deneyimin hiçbir yerinde göz yer almaz. Dolayısıyla, göz kendini deneyimlemeye kördür fakat söz konusu körlük görme deneyimini de mümkün kılan yegâne şeydir. Benzer şekilde, belki beynin deneyimlenmesi noktasındaki körlük ya da erişim acziyeti de bilinçli zihinsel durumları ortaya çıkaran zemine işaret ediyor olabilir. Eğer bu doğruysa, o zaman beyni kendine karşı kör kılan biyofiziksel organizasyonu aydınlatıldıkça, zihinsel durumların nesnel fiziksel bilgisi de elde edilebilir. Böylece, beyin-bilinç süreksizliği kırılarak, iki bakış açısı arasındaki gediğin kapatılması yönünde önemli bir adım atılabilir.

    Yazının başında, felsefe yapmanın ön-koşulunun bilinçli olmak, onun da ön-koşulunun bir beyne sahip olmak olduğunu söylemiştim. Sanırım tüm bu analizlerden sonra buna şöyle bir ek daha yapmamız lazım: Ancak kendini kavramaya aciz bir beyin felsefe yapabilir. O hâlde, Delphi tapınağına asılması gereken doğru sözü de bulmuş olduk: Kendini bil!

    * İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü