ŞİİR VE MUSİKİ MECLİSLERİ II

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazarlar: Mustafa Hakan Alvan & Türkan Alvan

    Dergâhlar
    Yüzyıllardır dergâhlar (asitane, tekke, zaviye) padişah, esnaf, bürokrat, sanatkâr her kesimden insanı sınıf ayrımı gözetmeden bir araya toplayan saz ve söz meclislerindendir. Bir tarikata mensup olsun veya olmasın şair veya musikişinaslar dergâhlardaki zikir meclislerinden daima istifade etmiştir.

    Şiirlerde genelde meyhane metaforuna dâhil olan (sâkî, bâde, pîr-i mugân, humhâne vb.) remizlerle anlatılan bu meclislerde zevkiselim; zaman ve mekânla da sınırlı değildi. Farklı coğrafyalardaki tekkelerde de erbabının bu meclislerdeki yeni ve güzel gelişmelerden haberi oluyordu. Mesela Ali Şir Nevâî’nin de bulunduğu bir sohbette Sultan Fatih’in sadrazamı, Ahmed Paşa’nın şu beytini okumuş:

    Çîn-i zülfün müşke benzetdüm hatasın bilmedüm
    Key perişan söyledüm bu yüz karasın bilmedüm
    (Ahmed Paşa)

    “Sevgilim! Saçının kıvrımını miske benzettim ama gaf yaptığımı fark etmedim. Misk kokusu, rengi ve kıvrımları senin zülfüne asla benzeyemez. Affet beni! Böyle dağınık laf etmenin ne yüz karası rezil bir şey olduğunu bilemedim.”

    Beytin güzelliği ve rakik anlamları karşısında hayran olan Nakşibendi şeyhi büyük âlim Abdurrahman Molla Câmî (v.1492) yerinde duramayarak aşka gelmiş ve sema etmeye başlamıştı.

    Dergâhların şiir ve musikiye katkısı kitabımızın diğer bölümlerinde farklı özellikleri ve ilginç anekdotlarıyla anlatıldığından, bu kısımda sadece saz ve söz meclisinin ilahî aşka giden yolda ehemmiyetini ifade eden birkaç beyit vermekle yetineceğiz:

    Bir meclisdür meclisümüz anda ciger kebâb olur
    Bir şem‘adur anda yanar ay u güneş pervânesi

    Ol meclisün âşıkları İbrâhîm Edhem’dür biri
    Belh şehri gibi bin ola her gûşede vîrânesi

    Bizüm meclis mestlerinün demleri Ene’l-Hak olur
    Bin Hallâc-ı Mansûr gibi en kemîne dîvânesi

    Aşk şarâbın içenlere gel bir nazar eyleyi gör
    Bunca yıldur niçe döner ol meclisün piyâlesi
    (Yunus Emre)

    Dinleyüp gayrı sadâdan bulmamışdur zevkini
    Tâ ezel Hakk’dan gelen elhânı gözler cânımuz
    (ElmalılıÜmmî Sinan)

    Meyhâneyi seyr ettim uşşâka mataf olmuş
    Teklîf ü tekellüfden sükkânı muâf olmuş
    Bir neş’e gelip meclis bî-havf ü hilâf olmuş
    Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş
    Âşıkda keder n’eyler gam halk-ı cihânındır
    Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
    (Şeyh Gâlib) Hüseynî İlahi

    Kahvehaneler
    Osmanlı’da şiir ve musikinin özgür iradeyle tecelli ettiği, her kesimden insanı bir araya getiren mekânlardan biri de kahvehanelerdi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a ilk kahvenin Yemen’den getirilişinden sonra kahvehaneler, -bazen yasaklansa da- her yüzyılda sosyal hayatın önemli bir parçası oldu.

    XVI. yüzyıldan itibaren kahvehaneler İstanbul’dan Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Seyâhatnâme’de kahvehaneler hakkında ilginç bilgiler veren Evliyâ Çelebi mesela, Bursa Sultânî Çarşısı’ndaki 75 kahvehanede ve 90 bozahanede mutrıbân, hanendegân ve gazelhanların günde 3 kez yaptıkları Hüseyin Baykara fasıllarında halkı mest ettiklerini anlatır. Çoğu işletmecisinin Bektâşî yeniçerilerden olduğu bu kahvehanelerde Karagöz oynatmak, meddah bulup halk hikâyesi anlattırmak, muamma atıp şerh ettirmek pek yaygındı. Sultan III. Selim devrinden itibaren köyden kente göçün artmasıyla İstanbul’daki kahvehaneleri, Anadolu’dan sazıyla gelen âşıklar mesken tutmuşlardı. Konyalı Âşık Şem’î (v.1840); önce Mevlânâ’nın makamının karşısındaki meşhur Türbe Kahvesi’nde sonra İstanbul’daki kahvehanelerde Âşık Dertli (v.1845) ve Silleli Âşık Surûrî ile dost olmuştu.

    Anadolu’daki kahvehanelerde tıpkı meşk usulündeki gibi âşıklar fasıl yaparken usta-çırak ilişkisi içinde belli bir eğitim alıyordu. Âşığın ahlaki ve mesleki kariyerini muhafaza etmesi çok önemliydi. Bu fasıllarda meslek pirlerini hayır dua ile anmakla başlayan ve 12 burca karşılık gelen fasıla başlarken saz eşliğinde münacat, na’t, mersiye ve methiye okumak âdetti.

    “Mesela Kars yöresinde bir ustaya intisap eden çırak, ustasından önce saz ve sonrada sözü saz ile birleştiren âşık havaları (makamları) öğreniyordu. İlk havalar, sazın 14-bazen 15- perdesinin en üst perdesinden çalınan dîvânî havalarıdır… Bir çırak, 32 havadan 72 havaya ilerlemişse usta âşık oluşuna delalet ediliyor; 72 havadan 112 havaya çıkmışsa ustası tarafından kendisine bir mahlas veriliyor; 112 havadan yukarı çıkabilmişse hanende denilen baş âşık sayılıyor.”11 Bkz. Süleyman Şenel, Kastamonuda Aşık Fasılları, c.I, s.14-47.

    İstanbul’da semâî kahvehanelerinin yeri başkaydı. Âdeta musiki mektebi olan bu semâî kahvehaneleri muhtelif semtlerde ve özellikle Ramazan ayında kurulurdu. Kahvehanenin özel mutribi kaval, mey ve zilli çalgılarla semâî, mani ve muamma şiirleri okur, çözülmesini isterdi. Daha sonra semâî, kalender, destan, koşma, türkü, mani, vb. Halk edebiyatı örneklerini sazıyla icra ederdi. İstanbul kahvehanelerinde şu şiir altında levha olarak asılırdı. Şiirin altında içi dualarla dolu Zülfikâr figürü vardı:

    Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
    Hazret-i Şeyh Şâzelî’dir pîrimiz üstâdımız

    Bu öyle bir kahvedir ki her usûlü bâ-safâ
    İçinde sâkin olanlar çekmesin asla cefâ

    Bir gelen bir dahi gelsin demesinler bî-vefâ
    Sâhibine kıl şefâat yâ Muhammed Mustafâ

    İlâhi sen saâdetle müşerref kıl bu dükkânı
    Letâfetle azîz eyle gelen ahbâb u ihvânı

    Benim iki cihân içre murâdım ol Hüdâ’dır
    Ümidim rûz-i mahşerde Muhammed Mustafâ’dır

    XIX-XX. asırda kahvehanelerin çok olduğu Aksaray, Şehzadebaşı, Tophane, Divanyolu, Galata, Direklerarası, Beyazıt en önemli eğlence yerlerindendi. Hele Ramazan gelince kahvehanelerde geceleri Karagöz, orta oyunu oynatılır, sazendeler ve daha sonraları tiyatrocular maharetlerini sergilerlerdi. Direklerarası’nda bitişiğindeki köşedeki kıraathanede İstanbul’un en mükemmel saz takımını dinlemeye gelenlerle dolup taşardı. Halid Ziya, Mehmed Rauf, Ahmed Rasim, Rıza Tevfik gibi şairler ve yazarlar sık sık burada toplanır, dostlarıyla siyasi ve edebî sohbetler ederdi.22 Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında: 19. Asır İstanbul’unda İlim, Kültür ve Sanat Meclisleri, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul, 2013., s.141-150; 577.

    Meyhaneler
    İstanbul’da Galata, Beyoğlu, Fener, Cibali, Kumkapı, Balat, Kadıköy gibi yerlerde gayrimüslimlerin açtığı meyhanelerin bir kısmı Müslüman şuara ve musikişinasların da ülfet ettiği seçkin meclisler (encümen-i zürefâ) hâline gelmiştir. XVIII. yüzyıla kadar bu mekânlara gizli gizli giden bazı Müslüman şuara ve musikişinaslar mecazla gerçek arası beyitlerinde bazen kendi özel hayatlarını ifşa etmişlerdir. Ancak bu yüzyıldan sonra tebaalar arasında üstünlük kalmayınca meyhanelerin daha revaçta olduğu söylenebilir. Taşhan, Küplü, Kafesli vb. selatin meyhaneleri dışında Saraçhane Meyhanesi, Sirkeci’deki İstasyon Birahanesi, Yenikapı’daki Rum meyhaneleri şair, yazar ve musikişinasların şiir ve musiki mahfili hâline gelen bu tür yerlerdenmiş. Muallim Naci, Ahmed Rasim, Adanalı Ziya, Tanbûrî Cemil, Andelîb, Neyzen Tevfik, Hersekli Arif Hikmet, Namık Kemal bu tür mekânlara ülfet ederlermiş.

    Ahmet Talat Onay, XIX. asırda Ankara’da da Müneccim Tepesi’ndeki bazı meyhanelerde saz ve söz erbabının harabat âlemleri yaptığını anlatır. Bu meyhanelere genellikle halk şairleri gidermiş. Bu meyhanelerin gediklisi olan Âşık Dertli bir şiirinde buraya defnedilmesini vasiyet etmiştir:

    Fevtimde Müneccim Tepesi mansıbım olsun
    Kim taşları cevherdir anın toprağı zerdir (Dertli)

    Dertli, vefat edince bu tepeye değil, birkaç yüz metre aşağısındaki cami mezarlığına gömülmüştür. Âşık Dertli’nin vefatını müteakip menkıbesini yazan Ankaralı âlim ve şair Sadullah İzzet Efendi, Dertli’nin Müneccim Tepesi’ndeki meyhanelere konağında kendisini himaye eden Alişan Bey’le geldiğini yazmıştır.33 Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, s.304-305.

    Mutasavvıf şair ve musikişinasların kimi zaman Melami meşrebi gereği -toplum nazarında kınanmak, nefsini hakir düşürmek için- meyhanelere iştirak ettiği bilinmektedir. Fasih Ahmed Dede (v. 1699) hakkında böyle meşhur bir menkıbe vardır: Fasih Ahmed Dede, Galata Balıkpazarı’ndaki bir meyhanede demlenip akşam vakti sallana sallana dergâha giderken Şahkulu Mescidi imamına rastlamış. İmam başında sikke, sırtında Mevlevi hırkasıyla hâlini ibretle seyrettiği Fasih Dede’nin selamını bile almamış. İmam o gece rüyasında kendini kurbağa olarak görmüş; gökten süzülen bir kartal onu kapmış ve en yüksekten aşağıya fırlatmış. İmam hızla aşağı düşerken ecel terleri döküyormuş. Kurbağa şeklindeki imam, birden yerde eteklerini açan Fasih Dede’nin kucağına düşüp kurtulmuş. İmam bu rüyaya anlam verememiş. O akşam yine Fasih Dede’yle karşılaşınca yine selamını almamış. O zaman Fasih Dede “İmam Efendi, Eğer eteğimi açmasaydın yamyassı olacaktın, ya hâlâ inat ediyorsun.” demiş. Fasih Dede vefatından bir iki gün evvel Mevlevihane’deki bütün hücreleri gezip “Fasih’ten alacağı olan varsa gelsin.” diye helalleşmiştir.44 Sâlim Tezkîresi, s.558-559.

    Yine devrinin en güzel sesli hafız ve mevlithanlarından ve meczûb-i ilâhî olan Hasan Rıza Efendi’nin (v. 1890), musikinin güzel icra edildiği her meclise -düğün, gazino, kahvehane bile olsa- iştirak etmekte sakınca görmediğine dair pek çok hatıra vardır. Mesela bir gece, Orman ve Maden Meclisi Reisi Şeref Efendi Cağaloğlu’ndaki konağına mevlit okuması için Hasan Rıza Efendi’yi davet etmiş. Pejmürde bir kıyafetle konağa gelen Said Paşa İmamı’nı uşaklar tanıyamamış ve nezaketsizce ne istediğini sormuşlar. Buna çok sinirlenen Hasan Rıza Efendi geri dönmüş ve bakkaldan aldığı kağıt, fener ve mumu yakarak Langa civarında Musevilerin icra-yı âhenk eyledikleri bir gazinoya gitmiş. Saz heyetinin yanına oturarak devam eden fasılda muhteşem bir iki taksim yapmış. Kendisine ve sanatına hayran kalan Musevilerin ricasıyla gece yarısına kadar çalıp söylemişler.55 İbnülemin M.K.İnal, Hoş Sadâ, s.308.

    Ahmed Rasim’e göre müptelası olduğu meyhaneler “ecdadın ses, söz, sûz-ı güdâz, aşk, bedbahtlık, sürur ve emsâl-i tasavvurât ve tahassürât nâmına tecelliyât-ı rûhiyyesi kâbil-i lems ü temâs bir surette duyulan en iyi yerdi. Biz de diyelim ki ‘zehî tasavvurât-ı bâtıl (!)’”66 Şeker, a.g.e., s.151-152.
    Bu sözü içki müptelaları için geçerli olmalı. Zira o dönemde meyhane kültürünün getirdiği ahlaki ve edebî yozlaşmadan şikayetçi şair ve musikişinaslar da vardı. Gayrimüslim bestekâr Kemanî Aleko’nun (v. 1950) bir mecliste birkaç arkadaşıyla oturan şair ve edip İbnülemin’e istedikleri şarkıları okurken etraftaki bazı densizlerin saygısızlığına sinirlenen İbnülemin’e “Üzülmeyiniz, biz ancak üç-beş zat için çalar, söyleriz. Onların bilerek ve zevk alarak dinlemesi bizim için kâfidir.” demesi veya Udî Nevres’in “Şimdi musiki bir meyhane mezesi hâline geldi. İnsan bir nağmeye bin falso sığdırabilen musiki esnaflarını (!) dinledikçe buhranlar geçiriyor.”77 İnal, Hoş Sadâ, s.5, 48.
    diye dert yanması aynı endişeyi gösteriyor.

    Musiki Cemiyetleri
    Musiki cemiyetleri şiir ve müzik zevkinin birlikte yaşatıldığı yegâne sivil toplum örgütleridir. İlk örnekleri, bu yüzyılın başında görülen musiki cemiyetleri, hem eğitim hem de icra amaçlı kurumlardır. 1918’de kurulan daha sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti adını alan Anadolu Musiki Cemiyeti, 1908’de Dârü’l Musıkî-i Osmanî bunların başında gelir. Musiki cemiyetleri, kendi müziğimizin devlet politikası gereği eğitiminin verilmediği yıllarda, konservatuvar görevini de ifa etmiştir. Bugün de ülkemizin tüm şehirlerinde yüzlerce musiki cemiyeti, aynı idealler doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir.

    Musiki cemiyeti anlayışından yola çıkarak birçok üniversitede öğrencilerin amatörce katıldığı üniversite koroları kurulmuştur. Süheyla Altmışdört’ün (d. 1948) hocalığını yaptığı İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Korosu onlarca yıldır faaliyetlerine devam etmektedir. Keza Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü de burada zikredilmelidir. Bugün birçok üniversitemizde aynı amaçlı faaliyetler mevcuttur. Yine yukarıda zikredilen ideallere uygun olarak birçok kamu ve özel kurumun Türk musiki koroları vardır. Buralarda musikimizle amatörce meşgul olmak isteyenler, müzik icra etmenin keyfini yaşarken bir yandan da kadim kültürümüzün meşk geleneğini de yaşatmaktadırlar.

    TRT’nin Edebiyat ve Musikiye Katkısı
    1927’de radyoculukla başlayan TRT yayınları, zamanla ülke geneline yayıldı. Resmî devlet politikası gereği Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği ve Klasik Batı Müziği yayınları belli bir denge içinde 1980’lerin sonuna kadar devam etti. Bugün toplumumuzda 40 yaş üzeri herkes Türk müziği klasiklerini, edebiyat ve tiyatro klasiklerini dolayısıyla düzgün Türkçeyi TRT yayınları sayesinde öğrenmiştir.

    Günümüzde TRT çeşitli kanallarında (TRT Müzik, TRT Haber vb.) eski yayın politikasını ilkeli bir şekilde sürdürse de artık sayısız kanallar ve internet içinde kaybolan -X, Y, Z kuşağı da denen- çocuklarımız Türk müziği dinlemiyor. Türküleri yöre özelliklerine göre ayırt edemeyen, sema mukabelesini sıkıcı bulan, klasik şarkıdan arabeski, fanteziyi ayıramayan gençlerimize bakınca gelecek için endişelenmemek mümkün değil. Bu açıdan TRT yayınlarını ve bu kitapta önerilen müzik icralarını internetteki videolardan dinlemek belki kaybolan değerlerimizi kazanmada bir katkı sağlayabilir.

    “Şiir ve Musiki Meclisleri” bahsini bitirirken saz ve söz meclislerini anlatan birkaç esere göz atalım:

    Hüseynî Beste:
    Müheyyâ oldu meclis sâkiyâ peymâneler dönsün
    Bu bezm-i ruh bahşın şevkine mestâneler dönsün
    Güfte: Bâki
    Beste: Râkım Elkutlu
    ***
    Beyatî Yürüksemâî:
    Gül yüzlülerin şevkine gel nûş edelim mey
    Iyş eyleyelim yâr ile şimdi demidir hey
    Bu kavli sürahi eğilip sâgara söyler ne der
    Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney

    Mecliste çalındı yine tanbur ile neyler
    Ol âşık-ı bîçarelerin gönlünü eyler
    Daire semâî tutarak mey neye söyler ne der
    Düm de re la dir na tene dir na tene dir ney
    Güfte:?
    Beste: Tab’i Mustafa Efendi
    ***
    Bûselik Şarkı:
    “Dün gece bir bezm-i meyde âh edip anmış beni”
    Güfte: Ahmed Rasim
    Beste: Şerif İçli
    ***
    Ferahnâk Yürüksemâî:
    Sensiz cihânda âşıka işret revâ mıdır
    Güfte: Nahîfî
    Beste: Zekâî Dede
    ***
    Uşşak İlahi:
    “İrfan meclisine erişebilsen
    Varıp anlar ile görüşebilsen
    Aşkın kervanına karışabilsen
    Yılda bırakmazlar alırlar seni”
    Güfte: Şeyh Âtıf Efendi Beste: ?
    İcra: Sami Savni Özer



    1 1 Bkz. Süleyman Şenel, Kastamonuda Aşık Fasılları, c.I, s.14-47.
    2 2 Şemsettin Şeker, Ders ile Sohbet Arasında: 19. Asır İstanbul’unda İlim, Kültür ve Sanat Meclisleri, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul, 2013., s.141-150; 577.
    3 3 Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, s.304-305.
    4 4 Sâlim Tezkîresi, s.558-559.
    5 5 İbnülemin M.K.İnal, Hoş Sadâ, s.308.
    6 6 Şeker, a.g.e., s.151-152.
    7 7 İnal, Hoş Sadâ, s.5, 48.