PLATON VE BİZZAT YAŞAMIN İCADI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Michael Naas

    Platon diyaloglarında hep o meşhur doğrudan sorulan soruyu görürsünüz: “… nedir?” ancak yaşam hakkında asla böyle bir soru sormaz, “Yaşam nedir?” sorusunu doğrudan sorduğu bir tane bile diyalog gösteremezsiniz, ama Platon diyaloglarının hepsi şu ya da bu şekilde bu müstesna soru etrafında döner. Örneğin, Philebus haz meselesini soruşturur, Menon erdemi, Devlet ise adaleti ama yaşamın doğası ya da özü meselesini araştıran bir diyalog bile yok; buna rağmen, Platon yaşam hakkında soruşturmaktan asla vazgeçmez, haz yaşamına nispetle erdem yaşamının doğasını, ahlaksız ya da adaletsiz yaşama nispetle doğru ya da erdemli yaşama yönelmenin avantajlarını araştırmaktan asla geri durmaz.

    Ancak geç dönemden bazı diyaloglarda Platon başka bir şey yapar, daha fazla bir şey. Nihayetinde felsefi yaşama denk gelecek iyi yaşamı bilmeye ve yaşamaya erişmek için bir öneri sunar: Bizim yaşam dediğimiz yaşamı aşacak ve önceleyecek başka bir yaşam türü olduğunu anlamaya ihtiyaç duyduğumuzu söyler, daha hakiki ve daha sahici bir yaşam, ölümün kol gezmediği bir yaşam, bir bakıma, gerçek yaşam ya da bizzat yaşam mahiyetinde anlaşılabilecek bir yaşam. İşte bu şekilde Platon öyle bir yaşam kavramı icat eder ki bu kavram Batı’da bütün felsefe ve din tarihinin gelip merkezine oturur.

    Platon bizzat yaşamı icat etti derken pek tabii yaşamla alakalı bütün terminolojiyi icat ettiğini söylemiyorum, zira Yunanların yaşam hakkında kullandığı sözcük dağarcığı çok geniş. Öyle ki, Platon’dan çok önce, birçok yaşam anlayışı vardı, yaşamın yerini, ilkesini yahut yaşam fenomenini tarif etmek için farklı farklı sözcükler kullanılırdı, phrenes, thumos ve psykhe bunlardan sadece birkaçı, genelde “ruh” diye tercüme edilen psykhe, Platon zamanında yaşam mahalli ya da ilkesiyle özdeşleştiriliyordu. Bu sözcüklere ilaveten, başka ve kuşkusuz daha eski yaşam anlayışları vardı, özellikle de insan yaşamı hakkında anlayışlar, örneğin ışık mahiyetinde yaşam ya da ışıkta yaşamak gibi, güneş altında insanın geçirdiği zaman mahiyetinde yaşam, ta ki karanlık gelip yeryüzünde o yaşamları istila edene kadar.

    Platon zamanında ise yaşam gitgide ruh veya psykhe ile özdeşleştirilir hâle geldi, ve iki kavram yani bios ve zoe, mastar hâlleriyle birlikte, yaşam yahut yaşama ilkesi ya da fenomeniyle nitelenmeye başladı. İtalyan filozof Giorgio Agamben, Homo Sacer adlı kitabında merak uyandıran bir meseleyi işler: Buna göre, Platon dâhil Yunanlar, bu iki kelimeyi ayırmış ve tamamen farklı iki semantik alan ya da kayıt üzerinden düşünmüştür. Agamben’e göre, hem tekil hem çoğul hâlde görülebilen bios terimi, daha çok “siyasi yaşam”ı kasteder, yani polis dâhilindeki esasen insani yaşamı, sadece tekil hâlde görülebilen zoe terimi ise siyasi vasıflardan arınmış bir yaşam biçimine işaret eder, “sırf yaşam” ya da “yalın yaşam” mahiyetinde yaşam, sırf “mevcut yaşam”, buna belki sırf “biyolojik” yaşam bile denebilirdi, ancak Agamben’in zoe terimiyle tarif ettiği siyasi yaşam öncesi veya sonrasını, içinde bios geçen “biyolojik” kelimesiyle açıklamak zorunda kalırsak kafamız karışabilir.

    Platon’daki bios ve zoe hususunda Agamben’in yaptığı ayrımı düşündüğümüzde kuşkucu olmamız için pek çok sebep var; öncelikle, bu kelimeler diyaloglarda fiil hâlinde iken neredeyse eşanlamlı kullanılıyorlar, Platon genelde bu kelimelerden biri yerine diğerini seçtiğinde bunun sebebi genelde retorik ve bazen hatta söz-dizim oluyor, saf anlamsal ya da felsefi sebepler değil. Buna karşın, Platon’da iki terimi yakından incelediğimizde ikisi arasında temel bir fark olduğunu söyleyen Agamben’in iddiasının doğrulandığını görürüz. Platon’da bios kavramı gerçekten de çeşitli siyasi yaşam biçimlerini kasteder gibi görünüyor; haz, erdem, adalet yaşamları gibi, yukarıda belirttiğim üzere, Platon diyaloglarının genelde merkezinde olan yaşamlar. Zoe’ye gelince bu kavram, neredeyse istisnai biçimde Platon’un son dönem diyaloglarında belirir, ancak Agamben’in iddia ettiği gibi yalın yaşam ya da sırf yaşam, siyasi vasıflarından arınmış bir yaşam değil de başka bir şeyi kasteder, daha ziyade, daha yüksek bir yaşam biçimine, ruhani ya da felsefi bir yaşam biçimine işaret eder ki buna gerçek yaşam ya da bizzat yaşam denebilir. Dolayısıyla, Platon’da bios ve zoe arasında kuşkusuz önemli bir ayrım var, her ne kadar bu ayrım Agamben’in belirttiği ayrım olmasa da. Platon, Agamben’in teşhis ettiği bios ve zoe arasındaki ayrımı o zamanın dilinde hazır bulmuş gibi görünse de bu ayrımı vurgular ve dönüştürür, amacı da hakiki ya da gerçek yaşam kavramını tanımlamak ya da, bahsettiğim gibi, icat etmektir, nitekim bu kavram Batı felsefesinde ve teolojisinde sonradan çok önemli oldu.

    Platon, yaşam hususundaki bu köklü ve sahiden devrimci dönüşümü, Phaidon’dan Sofist’e, Devlet Adamı’ndan Yasalar’a kadar uzanan diyaloglardaki bir dizi hamle ya da müdahale yoluyla gerçekleştirdi. Bu hamlelerden ilki, insanlara açık olan bioi çokluğunu yani yaşamların devasa çeşitliliğini gündeme getirmekti. Uzun ve kısa yaşamlara ilaveten, zengin ve fakir yaşamlara ilaveten, haz ve acı yaşamları, erdemli ve erdemsiz yaşamlar, adaletli ve adaletsiz yaşamlar da vardı, zaten Platon’un Sokrates’i de erken ve orta dönem diyaloglarında bu tür yaşamları tanımlamaya ve sıralamaya çalışmıştı. İkinci hamle, bu yaşamların yahut bioi’nin her birinin bir noktada bir nihayete ereceğini gündeme getirmekti. Phaidon, Devlet ve Gorgias gibi diyaloglarda anlatılan birçok mit sayesinde Platon’un da tasdik eder gibi göründüğü ruh göçü süreci vasıtasıyla bir yaşam bitip diğeri başlasa bile her bireysel bios zamanda belirli bir noktada bizzat nihayete eder. Bu nokta kuşkusuz ölümdür; Platon, Phaidon diyaloğunda bunu bedenin (soma) ruhtan (psykhe) ayrılması olarak tanımlar. İşte bu temel ayrım sayesinde biz Platonculuk olarak bilinen ilişkiler, karşıtlıklar ve hiyerarşiler teşekkülünün bütününü miras aldık; buna göre, örneğin, ruh görünmezdir, ebedîdir, bilginin ve aklın mahallidir, beden ise görünür, fanidir, hazların ve arzuların yeridir.

    Beden ve ruhu bu şekilde ayırdıktan sonra iki tür yaşamı ayırt etmek için sahne kurulur; bedenin yaşamı, ya da daha ziyade ruhla birleştiği zamanki bedenin yaşamı, ve bedenden ayrı ruhun yaşamı, bedenden ayrıldığında ruhun yaşamı. Peki bir yaşam ilkesi mahiyetindeki ruh, bedenden ayrıldıktan sonra bizzat yaşamaya devam etmese bile olmaya ya da var olmaya nasıl devam eder, işte Platon bunu merak etmeye başlar? Ayrıca, ruh Phaidon’da çürümez, ölmez yahut ölümsüz gösterildiği için, görünen o ki, ölümün uğramadığı bir tür yaşama sahip olması gerekir, ölümün temas etmediği ya da kirletmediği bir yaşam, bütün bioi’den bağımsız bir yaşam, ebedî bir yaşam, bir başka deyişle, zamanın yıkıcı etkilerinden ve bizim yaşam dediğimiz şeyden güvence altına alınan yaşam. İşte, tam manasıyla, çoğul bioi ve tekil zoe arasındaki bu ayrım sayesinde, canlı bedenlerin birçok yaşamı ve bedenden ayrışmış ruhun tek yaşamı sayesinde, bütün canlıları, canlı varlıklar dediğimiz şeyleri -bitkiler, hayvanlar, insanlar- bu daha hakiki veya daha gerçek yaşamdan yani ruhun artık geçici olmayan ebedî yaşamından ayırt etmek Platon için mümkün olur.

    Yaşamın yaşamdan ayrışması yani ruhun yaşamının canlıların yaşamından ayrışması, böyle bir durumda, bütün bu canlıların yaşadıklarını söylemek için pay aldıkları Yaşamın bir “form”u veya bir “idea”sı veya bir “eidos”u var mı acaba diye sormayı mümkün hâle getirir. Platon, öncesinde, bir şeyi canlı yapan şeyin düpedüz bir bedende bir ruhun ikamet etmesi olduğunu ya da beden ve ruh birleşimi olduğunu söylerken, bedenden önce, sonra, veya her hâlükârda bedenin ötesinde var olabilen ve yaşayabilen bir ruh mantığını izler ve bir canlının yaşamı için elzem olan şeyin bir Yaşam formundan yani zoe mahiyetindeki bir Yaşam eidos’undan veya formundan pay almak olduğunu söylemeye başlar.

    Bu sebeple, çoklu yaşamlar, çoklu bioi var, beden ve ruhun birleşimi mahiyetinde anlaşılan bioi, bunun yanında bir de zoe’nin tekil biçimi var, bu çoklu canlıların yaşamının ya da yaşamasının sebebini sunar. Ancak, bu durumda, tam da bu formların doğası merak edilebilir. Formların kendileri yaşıyor mu? Formlar elbette var, ama ayrıca yaşıyorlar mı? Peki ya bütün bu formların varlığının sebebini açıklayacak Varlık formu? Bu form da yaşıyor mu? Platon’un Sofist’indeki Yabancının dediği gibi “Hakiki Varlığın gerçekte ne hareket ne yaşam (zoe) ne ruh ne de kavrayıştan hiçbir pay almadığına, yani onun ne canlı olduğuna ne de düşündüğüne, tersine onurlu kutsallıkta akıldan yoksun, devinimsiz dinginlikte durup kaldığına inanmamız nasıl beklenir?” (248e-249a) Görünen o ki, Platon’un aklına yatan düşünce şöyle: Varlık yahut Varlık formu bizzat yaşıyor, bir bakıma, bütün canlılardan bağımsız, ayrıca bütün canlılar varlığa geliyorsa ve yaşıyorsa bunun sebebi bu Varlık ve Yaşam formlarından -bu canlı formlardan- pay almaları.

    Yaşamdan yahut yaşam denen şeyden gerçek yaşam, hakiki yaşam yahut bizzat yaşam gibi bir şeye doğru böyle hareket etme, Yaşamın özüne ya da formuna doğru bu yöneliş, yalnızca Platon için değil Platon’un ilham verdiği bütün bir Yeni-Platoncu ve Hristiyan gelenek için de belirleyicidir. Böyle bir yaşam anlayışının sonuçları göz ardı edilemez. Kuşkusuz, Batı tarihinde yaşamı yeniden tanımlamaya veya söylediğim gibi icat etmeye yönelik hiçbir girişimin daha başarılı veya daha güçlü olmadığı söylenebilir. Çünkü Platon’da insanların ve diğer hayvanların yaşamları ile bu yaşamların hepsinin ötesinde veya ardındaki bir yaşam arasında (sonlu insani varoluşumuzun ancak kısıtlı bir erişime sahip olduğu yaşam) bir ayrım görmeye başlıyoruz. Nihayetinde Platon’da bir Yaşam formunun başlangıcına şahit oluyoruz: her canlıdan yani her ölümlüden ayrı düşünülmesi zorunlu bir yaşam, yaşam dediğimiz şeyi aşan bir yaşam, yaşam ismine ve yaşamaya layık tek yaşam, üstelik, bu kısmı mühim, asla gerçekten yaşanamayacak yaşam. İşte bu şekilde, Platon da “dünyada olmamıza rağmen” (Emmanuel Lévinas), Rimbaud’nun sözleriyle gerçek yaşam başka bir yerde, la vraie vie est ailleurs, der gibi.

    Bizzat yaşama dair böyle bir düşünce elbette Platoncu düşüncenin en büyük başarılarından biridir, asla azımsanamayacak veya hafife alınamayacak bir darbedir. Yaşam böyle yaşama karşı konumlandığında her tür kahramanlık ve feda tasarrufu mümkün görünür, bu tasarruflar dâhilinde bir yaşam formu yani görünür yaşam ya da yaşam denen yaşam, bizzat yaşam uğruna, o hakiki yaşam uğruna ya da tüm yaşam değerinin nihayetinde bağlı olduğu o ebedî yaşam uğruna kahramanca feda edilebilir. İşte yaşam için muazzam bir şans: Yaşamın yükseltilmesi ve kökten dönüştürülmesi, gerçi diğer taraftan da muazzam bir tehlike ya da tehdit. Çünkü bir yaşamı diğeri için feda etme imkânı, bir yaşamı, yahut bir tür yaşamı, bios’un çoklu yaşamını tekil ve aşkın zoe yaşamı için böyle kurban etmek, fiilen asla yaşanmayacak bir yaşam uğruna yaşanmış birçok yaşamı harcamak, bu dünyadaki bütün yaşamları ve ölümleri daha az gerçek ve daha az değerli kılmakla tehdit eder. Bu yüzden, bu icattan, Platon’un bu bizzat yaşam icadından daha vadedici veya daha korkunç başka bir şey yoktur.

    Üstelik bence bu, yaşam meselesi hususundaki Platon’un nihai sözleri de değil, her ne kadar şimdiye dek en yetkin ve en etkili olduğu husus bu olsa da. Çünkü yaşamı bizzat yaşam bağlamında düşünmeye yönelik bu yadsınamaz eğilime ilaveten, bir başka deyişle, biri gerçek diğeri daha az gerçek iki yaşam formu arasında ayrım yapma eğilimine ilaveten, Platon’un diyaloglarında denge sağlayan başka bir eğilim var, daima kenarlarda işleyen daha az “Platoncu” bir yaşam anlayışı var; bu yaşam kavramı, Jacques Derrida’nin 1975-1976 yıllarında verip son zamanlarda yayınlanan “Yaşam-Ölüm” seminerlerinde sunduğu hatlarla birlikte düşünülmeli. Platon’un hamlesi, yaşam denen şeyle bizzat yaşam arasında, yaşam-benzeri ile hakiki yaşam arasında bir hat çizme hamlesidir; ancak Derrida’nın hamlesi, yaşam-ölümü tam da bu hat çizme süreci -hem üstlenilmiş hem de katlanılmış bir süreç- mahiyetinde anlamaya çalışır, yani organik ve inorganik arasında, tekil ve çoğul arasında, zoe ve bios arasında, canlı ve ölü arasındaki hatlar. Yaşam sorunu hususunda Derrida’nın Platon okuması böylece nihayetinde yaşamı başka türlü düşünme zorunluluğunu ortaya çıkarır; bir başka deyişle, yalın veya biyolojik yaşam olarak değil, gerçek veya ruhani yaşam olarak da değil, fakat yaşam-ölüm olarak düşünmeyi, yani daima ölümle ilişkisi dâhilinde örülmesi ve düşünülmesi gereken bir yaşam, bu defa, Platon’un metninde çizdiklerine göre ve orada ortaya konan ve mümkün kılınan hatlara ve ayrımlara göre icra edilen veya çizilen bir yaşam.

    Hatlar çizme mahiyetindeki, çizmenin ve izin gücü mahiyetindeki bu yaşam-ölüm kavramı, Batı’daki felsefe ve din geleneğinin unutmuş ya da bastırmış olması gereken şey olacaktır ki bizzat yaşam gibi bir şey ortaya çıkabilsin, yani fiilen yaşanan herhangi bir yaşamdan tamamen kopmuş bir yaşam. Sonuç olarak, eğer belirli bir yaşam düşüncesi ya da belirli bir yaşam-ölüm düşüncesi tüm ayrımları mümkün kılıyorsa, o zaman belki de bu yaşam, tüm bu ayrımlarda kendini açığa vuran bir yaşam mahiyetinde düşünülmeli. Çünkü yaşam-ölüm mahiyetindeki yaşam, bıraktığı izlerde veya çizdiği hatlarda gizlenmeyi sever (Herakleitos’u hatırlayın). Yaşam-ölüm mahiyetindeki yaşam, bu sebeple, hatlar çizme sürecinden veya hareketinden ayrışmayacaktır; Varlık ve yaşam arasında, ruh ve beden arasında, yaşam ve ölüm arasında, veya yaşam ve yaşamlar arasında çizilen hatlar…

    O hâlde asıl soru, “Yaşam nedir?” değil “Hat nereden çizilir?” olur. Platon bu hattı bios ve zoe arasında çizer, yani yaşamlar ve yaşam arasında, yaşam denen şey ile gerçek yaşam veya bizzat yaşam arasında. Hâl böyleyken, işte bu yaşam-ölüm, gizlenmeyi seven bir yaşam-ölüm, önce Platon’a bu hattı ya da bu hatları çizme imkânı sundu, sonra da Platon’un çizdiği bu hatlara bir gelecek doğurma ve yükseltme imkânı sundu, yani iyi kötü bizim geleceğimiz, bizim yaşamımız olan bir gelecek.

    * Prof. Dr., DePaul University, Felsefe Bölümü