İNSAN YAŞAMININ MERKEZİNDEKİ SINIR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: John Russon

    Tanışmanın merkezinde bir ikirciklik var.
    Bir taraftan, tanışmanın heyecanı ve enerjisinin çoğu şu olgudan ileri gelir: İnsan, tanımadığı bir kişiyle, farklı bir dünyadan biriyle bir bağlantı kurmayı umar ve bilinmeyen bir toprağa girmeye cüret eder. Buradaki her bir kişi diğeri için bir tür yabancı zemindir; bu zemin, kuşkusuz, kısmen heyecanlandırır, çünkü hayal gücümüzü kullanıp bu boş sayfa üzerine istediğimiz şeyi yazabiliriz. Öte yandan, başkasının bu yabancılığı aynı zamanda bir tehlike meselesidir, çünkü ilişki kurulan kişi bizi hoşnut etmeyebilir, daha kötüsü, saldırgan olabilir; ve bu tehlike de kuşkusuz durumun geriliminden bir parçadır, tabii bu tehlike aslen gerçekliğe dönmediği sürece.

    Diğer taraftan, tanışma sayesinde daha ileri seviyede bir şey gerçekleşeceği ve yeni bir ilişki gelişeceği ihtimali de bize heyecan katar. Bu ileri seviyede, ilişki kurmuş olanlar birbirleriyle samimi olurlar, etkileşim de her bir kişinin hayal gücünde diğerine yansıttığı şeyle meşgul olma meselesi değil de her iki tarafın bir karşılıklı uyum sürecinde diğerinin kim olduğunu öğrenme meselesi olacaktır. Bu durumda, diğerinin öylece dirençsiz bir “boş sayfa” olmasını istemeyiz; aksine, belirli biri olmasını isteriz, bize yeni bir yuva sunan kişi olmasını isteriz ki yabancı bir dünyayla daimî meşguliyetin taleplerinden kurtulabilelim, cesaret edip dalabileceğimiz destekleyici bir zemin olmasını isteriz, yansıtacak bir yüzey olmasını değil. Başkası burada bir gizemden ziyade bir fenerdir, bir tehditten ziyade bir vaat barındırır.

    O hâlde, tanışmanın ikircikliği şurada gizli: İnsanın arzusu, başkasının hem yabancı hem tanıdık olmasını talep eder, hem açık bir imkân hem kapalı bir işleyiş, hem anlık bir şey hem kalıcı bir gerçeklik olmasını talep eder.

    Yabancı bir yere seyahat etme de benzer bir ikirciklik sunar. Bir taraftan, beyaz Amerikan turistlerin Texas’taki McAllen bölgesini geçip Meksika’daki Reynosa’ya vardıklarında hissedebileceği heyecan, büyük oranda, Reynosa’nın şöhretinden ileri gelir; çünkü Reynosa uyuşturucu ticareti için kilit bölgelerden biridir, bu heyecanın sebebi ayrıca orada kuşkusuz kaçırılabileceğimiz düşüncesi ya da hayal gücünden ve seyahat faaliyetindeki hazzın da oradan başarılı şekilde çıkıp rahatlamada saklı olduğunu bildiğimizden ileri gelir. Burada, heyecanlandıran bir yerin tehlikeli bilinmezliği söz konusu; turist, o dünyaya hafifçe dokunmanın gözlemci hazzını yaşarken, aşina olduğu Amerika dünyasına dönünce bulabileceği rahatlatıcı sigortaya hâlâ bel bağlayabilir. Diğer taraftan, farklı bir Amerikan seyyah, pekâlâ İstanbul’a seyahat edebilir, hem de gözlemci bir amaçla değil, Amerika’nın önceden paketlenmiş, metalaştırılmış dünyasından çok daha zengin, farklı yönelime sahip kültürel bir dünyayla -kişinin ufkunu genişleten ve kuşkusuz ona yeni bir yuva sunan bir dünyayla- karşılaşma umuduyla.

    Tanışma durumuyla alakalı hilesiz bir şey var. Başkası hususundaki muhtemelen tehditkâr gizemle özdeşleşmiş arzu, bir bakıma başka insanların başkalığını onaylamadır, yani onların bizim gibi olmadığı olgusunu kabul etmektir. O başkasıyla temas etme arzusu, kendi yuvamızdan öteye gitmeyi ve o dışarıdaki havanın kendi dünyamızı soluklandırmasını arzulamaktır, kendimizi canlı hissetme arzusudur. Zorlayıcı bir dışarıyla temas kurmak, “yaşama”nın anlamını tamamlar; böyle bir dışarı tahriki olmadığı takdirde “bir yaşamımızın olmadığını” hissedebiliriz. Aynı zamanda, gerçek bir anlaşma arzumuz da var, ve umudumuz için bir mahzen mahiyetinde başkasını deneyimlemek esasında kendimize dönme imkânının yani kendimizle ve her şeyle uzlaşmış hissetme imkânının barınağı mahiyetinde başkasını kabul etmektir. “Soğuktan içeri girme” imkânımız hiç olmayıp sadece zorlayıcı dışarıya maruz kalsak, yıpranırız, ve “bir yaşam”dan mahrum olduğumuzda içeride yoksun hissettiğimiz kadar dışarıda da yoksullaşmış hissederiz. Anlaştığımız başkası, bize dünyaya demir atma hissi verir, “dışarıda” ne olursa olsun süregidecek bir gerçekliğe bizzat sahip olduğumuz hissini verir. O hâlde, tanışmanın ikircikliğinde başkalarıyla ilişkimizin esaslı iki-yönlülüğünü görürüz: Dışarıyla ilişkiye yönelik bir gidişat ve bir içerinin tesisine yönelik bir gidişat. Tanışmadaki çelişkili yollar, bizim varoluş koşulumuzun merkezindeki gerilimi yansıtır.

    Sınırı geçme konusunda da gerilim aşikâr. Farklı ve tuhaf bir şey görmeye yönelik basit arzuda, ya da tehlikeye yakın olmak istemenin daha uç durumlarında yine hilesiz bir şey var; hem başka bir kültürün başka olduğunu kabullenmeye, hem de bizim tanıdık dünyamızın ufkunu aşan ve bizim dünyamızın şartlarına uymayan bir gerçekliği görmede, bizim için tatminkâr bir şey olduğunu kabullenmeye dair hilesiz bir şey. İster sadece güzel bir manzaranın keyfini çıkaralım, ister tehlikeyle flört edip heyecan fırtınası arayalım, tuhaf yabancıyla temas, her ne kadar aşinalığın rahatlatıcı dayanağına yakından bağlı kalacak olsa da, sınırlarımızın ötesindeki dünyanın yeniliğini ve farkını tasdik eder. Ancak, kendimizin ötesinde cazibedar bir dünya olduğunu kabul etmemiz, kendi dünyamızın sınırlarını vurgulayarak başka türlü yaşayabileceğimizi fark etmemizi sağlar: Bu başkaları bize karşı tuhaf ve tehditkâr olsalar da kendileri için tuhaf ve tehditkâr değiller; aksine, o başkaları için, kendi yolları tam manasıyla tanıdık olan şey. Gerçekten de yabancı başka, büyüleyici bir gösterinin anlık hazzını sunarken, aynı zamanda bizi kendi yaşamımızı değiştirmeye ve başka türlü yaşamaya davet eder. Bu yüzden, başkasından gelecek “tehdit” tecrübesinde yalnızca şiddete maruz kalabileceğimiz bir tehlikeyi hissetmeyiz, aynı zamanda kendini ona teslim etmenin ve daha önce tuhaf gözüken şeyi şimdi aşina görmenin büyüsüne de kapılırız. Başka bir kültürle tanışma gibi o kültürü ziyaret etme de arzumuzdaki ikircikliği nişan alır: Nihayetinde bize yuva hissimizi yeniden temin edecek eğlenceli bir gösteri sunan yabancı bir dünyadan mesafeyi korumaya çalışırız; ama aynı zamanda, aşina olduğumuz şeyden kendimizi azade etmeye ve yeni biri olmaya çabalarız. İşte aşinalığı yeniden temin etme arzusu ile öngörülmez dönüşüm arzusu arasındaki bu gerilim de varoluşumuzun merkezindeki bir gerilimdir.

    Organizmayı canlı tutan kalp atışı, sistol ve diyastol evrelerine sahip. Sistol, kalp kasıldığında ve vücudun her yanına oksijeni zengin kan pompaladığında olur; diyastol ise kalbin kasılmadan sonra rahatlamasıyla olur ve oksijeni tükenmiş kanı ikmal için geri çağırır. İnsan yaşamı, biyolojik bakımdan bu kalp atışına bağlı. İnsan yaşamı, varoluşsal bakımdan ise korunaksız olma ve yuvada olmanın sistol ve diyastolüne bağlı.

    Biz insanlar bir yuvaya muhtacız, yani hem ihtiyaçlarımızı karşılayacak fiziksel bir düzenleme hem de esenliğimize yönelik bir insan ilişkileri düzeneği. “Yuva”, öyle ayarlanmış bir dünya ki bizi emsalsiz öneme sahipmişiz gibi beller, hem mahrem hem kapalı bir dünya. Bir yuvamız olmazsa şayet, kendimizin gerçekliği ve değeri hissini tesis edecek başka hiçbir şeyimiz ve kendimizden başka kimsemiz kalmaz ve bu da gerçekten yalnız ve kurak bir varoluş, yerleşmemiş ve yerleştirmeyen bir varoluş… Bir yuvamız olmazsa şayet, dünya bize karşı kayıtsızlığında ezici ve amansızdır. Gerçi yuvadaki yaşam da kendi başına boğucu olabilir; Buda’nın dediği gibi, “Evdeki yaşam tıkış tıkış ve tatsız; çıkıp gitmek tam ferahlık” (Majjhima Nikaya, 1.240). Bir yuvaya muhtacız ama ötedeki bir dünyaya yani gerçeklik dünyasına da muhtacız, bize mahremlikle bağlanmayan ve bizi emsalsiz öneme sahipmişiz gibi bellemeyen bir dünya. İşte bu ilişki dünyasıdır, uğruna çalıştığımız nesnel dünyadır, başarılarımız dâhilinde tanınırlık kazandığımız kamusal dünyadır. Samimi olduklarımız için kim isek onun ötesinde biri olabileceğimiz bir dünya. Hem mahremiyet hem kayıtsızlık ihtiyacı ve bu ikisi arasında gidip gelmeler, bizim varoluşsal sağlığımızın, bizim yaşamımızın sistol ve diyastolüdür.

    Mahremiyet ve kayıtsızlık arasındaki bu gidip gelme, bunlar arasındaki bir sınırın varlığını varsayar, politikada olduğu gibi tanışmada da sınırlar tesis etmek önemlidir. Tanışmada bir başkasıyla ilişki kurarız ancak bu başkasıyla daha öteye gitmek isteyip istemediğimiz konusunda henüz karar verilmemiştir. Dolayısıyla, “Hayır” diyebilmek önemlidir. Zaten, bu başkasıyla daha öte bir şey geliştirme arzusu muhtemelen onun bizim sınırlarımıza saygı duyma tecrübesine bağlı olacaktır. Bu minvalde, daha öte bir mahrem ilişki geliştirme, sınırları silme değil, o sınırlardan hareketle inşa edilmiş daha zengin bir gerçeklik olacaktır. Politikada da sınırlar şu olguyu gösterir: Gruplardaki insanlar, bireyler gibi, aynı şekilde yaşamayı seçmezler ve farklı gruplarla bütünleşmek için gayet mantıklı sebepler vardır. İster insanlar ister kültürler arasında olsun, sınırlar bizim birbirimizden farklı olduğumuzu gösterir.

    Normalde kendi yuvamız doğalmış da “başkası” istisnaymış gibi yaşarız; bunun bir anlamı var çünkü yuvamız kimliğimizin temelidir; bir bakıma, kalbimizin aslen attığı yerdir, ve biz de doğal olarak başkasını bu açıdan görürüz. Ama aslında gerçek bunun tam tersi: Her birimiz, tam manasıyla “başkası” olursak biri oluruz, kimseyi tanımayan doğal kayıtsızlığımızdan ayrıldığımız takdirde biri oluruz. Mahremiyet sınırını tesis edersek biri oluruz; bu sınır sayesinde biri olmakla kalmayıp bizim için başkaları olmasını da mümkün kılarız. Ancak bu sınır, kendi dünyamızı inşa etmenin bir yoludur, başka türlü yaşanabilecek açık bir gerçekliği sahiplenme ve oraya yerleşmedir. O hâlde bir yuvaya sahip olmak ve biri olmak, bizim eşsiz önemimizi kucaklayan bir mahremiyeti gözetip bizle birlikte yuva yapanların ve bize karşı kayıtsız olsa da bizim sınırlarımıza saygı duyanların işbirliğine bağlı olan bir şeydir. Deneyimimizdeki hile, tam da yuvada olmanın teşvik ettiği hile, bizim yuva gerçekliğimizin ya da biri olmamızın yalnızca böyle olmasını sağlayan hem mahrem hem kayıtsız başkalarının dünyasıyla desteklendiği olgusunu takdir etmemek olacaktır.

    Canlı bir organizma bu organizmanın dışındaki dünyanın var olmasına bağlıdır; öyle bir dünya ki organizma onu kendi yaşam formunun ihtiyaçlarına göre sahiplenir. Herhangi bir yaşam bağlamında, dış dünya zorunlu biçimde hem bağımsız hâlde tanımlanır hem de organizma açısından tanımlanır. Bizim insan dünyamızda da benzer bir şey geçerli. İster insan dünyası olsun ister doğal dünya, bizim dışımızdaki dünya kendi namına bir şeydir, yani bize kayıtsızdır. Aynı zamanda, dış dünyayı bizim kendi ihtiyaçlarımız açısından tecrübe etmeye de muhtacız. Farkına varmamız gereken şey, deneyimlediğimiz şu yabancı dünyanın zaten bizim sınırlarımızla ilişkisi dâhilinde yani bizim sahiplenme düzeneğimiz dâhilinde tanımlanmış olması. Karşılaştığımız başka yaşam formlarının bağımsız özerkliğine saygı duymalıyız; bunun yanında, onlarla karşılaştığımız durumların ve aynı şekilde onların bizle karşılaştığı durumların zaten bizim sınır koyma şeklimizin bir yansıması olduğunu da unutmamalıyız.

    Turist olmak, haddizatında yıkıcı bir şey değil, insanlarla gelişigüzel tanışmak da öyle ahlaksız bir şey değil. Ancak, tanışılan bir kişinin bağımsız bütünlüğü ve özerkliği göz ardı edilirse ve bu başka kişi yalnızca istismar amaçlı muamele görürse işte o zaman tanışma namussuz ve yıkıcıdır. Aynı şekilde, başka bir kültür hakkındaki kopuk ve yüzeysel bir bakış açısı, namussuz ve yıkıcı olabilir; çünkü karşılaştığımız yabancı kültüre eğlendiren ve büyüleyen bir gösteriden ibaretmiş muamelesi çekmişizdir, ya da daha kötüsü, kendi ahlaki üstünlük hülyamızı tasdik etmek için bir vesile gözüyle bakmışızdır, Meksika ile uyuşturucu ticareti ilerlerken Amerika’nın rolü yadsındığında veya Müslüman Asya’nın çağdaş gerçekliği şekillenirken Hristiyan Avrupa sömürgecilik tarihi yadsındığında bunlar yaşanmadı mı? Bu yıkıcı ilişkilerde, başkası sanki bizim yuvadan bakışımızdan nasıl görünüyorsa sadece öyleymiş gibi muamele görür, ve sahiden birbirinden bağımsız yabancıların bir etkileşimi olan şey biçimlenirken sınırlar koyma faaliyetimizin oynadığı kurucu rol yadsınır. Gerçi, sağlıklı tanışma, tıpkı sağlıklı kültürel etkileşim gibi, yeni gelişen bir şeyin imkânına açıklığı kendinde barındırır, demek ki başkasının bağımsız bütünlüğü yüzey altında daima canlıdır, tehdit eder, bir bakıma, karşılıklı dönüşüm sürecinin doğmasına imkân verir, bu da her iki taraf için birinin aslında diğerinin “kaderi”, diğerinin gerçek yuvası olduğunu söyler.

    Hem kişisel hem kültürel bakımdan biz rahatlık ve güvenlik mahalline sahip olmaya muhtacız, yani bir yuvaya muhtacız, işte bu yuvadan dışarı cüret edip açılabilmeye muhtacız. İster bir kişi olsun ister bir kültür, başkasına anlık bir heyecan olarak mı yoksa daimî bir gerçeklik olarak mı yaklaşmak daha iyidir sorusunun basit bir cevabı yok. Her iki yaklaşım da arzularımızdaki gerçek bir şeye hitap eder. Fakat başkalarını sadece tuhaf gizemler mahiyetinde tecrübe etmek nasıl bir sorunsa sadece yuvada olmanın cazibesini tecrübe etmek de öyle sorundur.

    Herhangi bir yaşam-formu, bir başkasıyla karşılaşmada kendini daim kılan bir gerçekliktir, yaşam-formu ne kadar güçlüyse temas kurduğu hâlde kendi olmaya devam eden başkası da o kadar güçlü olacaktır. En güçlü yaşam-formu nihayetinde kendi sınırlarına payanda vurmak için başkasının özerkliğini savunma yaparak yok etmek değildir; en güçlü yaşam-formunda sınırlar değişime davetiye çıkarma ve önceden yabancı olanda şimdi yuvada hissetme şeklinde deneyimlenir: İşte sadece bu başka dâhilinde ve vasıtasıyla kendini bulan bir yaşam-formudur.

    *Prof. Dr., Guelph Üniversitesi, Felsefe Bölümü.