“GELECEĞİ GÖRMEK İÇİN GEÇMİŞE GİDİYORUM”

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Gökhan Duman

    Fotoğrafların bir dili var mıdır? Gerçekte ne anlatırlar bize? Fotoğrafın içerisindeki insanlar, mekânlar ve zihnimizde canlanan “o an” bizim için ne ifade eder?

    “Bu kitap sözcüklerden ve fotoğraflardan oluşmaktadır.” diyor John Berger. Avrupa’daki göçmen işçilerin hayatını anlattığı Yedinci Adam kitabında onlarca fotoğrafa yer veriyor ve şöyle devam ediyor: “Fotoğraflar, sözcüklerin açıklamaya gücü yetmediği bazı gerçekleri dile getirmektedir. Art arda bakıldığında fotoğraflar bir şey anlatmaktadır. Kelimelerin anlattığına eşit, onunla karşılaştırılabilir, ama gene de ondan başka bir şey…”

    Göçmen fotoğrafları çok şey anlatır. Göçmenlerin nasıl ve ne şekilde yaşadıklarını, bu dünyaya nasıl bir iz bıraktıklarını fotoğrafa bakarak öğrenebiliriz. Fotoğraf bize geçmişin belli bir diliminde asılı kalmış bir anı gösterir. Fotoğraftaki mekân bir tarihe, belki de herkesçe bilinen bir hikâyeye sahiptir. En az mekânlar kadar fotoğraftaki insanlar da gerçektir. Bir isimleri, geçmişleri, aileleri ve duyguları vardır. Mekânı ve içerisindekileri bilmesek dahi, baktığımız fotoğrafın bir göç fotoğrafı olduğunu öğrendiğimizde zihnimiz bize bazı referanslar göndermeye başlar; bize kılavuzluk eder. Göç, göçmenlik, anavatan, memleket, hasret, özlem, kavuşma, sıla gibi kavramlar ardı ardına gelir ve fotoğrafı artık bunlarla birlikte okumaya başlarız. Gerçekte bu kavram ve duyguların bir parçası olmamış olsak bile, fotoğraf bize o dünyaya girebilmek için bir bilet verir. Bize mekânın ve zamanın kapısını aralar. Böylece zamanın içerisinde gezinir, mekânın bir parçası oluruz.

    Bir tren kompartımanında cam kenarında oturan yalnız bir adam düşünelim. Yolculuk ediyor… İçinde olduğu tren onu bir yere ulaştıracak ama nereye? Bu adam göçmen bir işçiyse ve iki yıllık ayrılığın sonunda kendi evine dönüyorsa, adamın yaşadığı heyecanı biz de hissedebiliriz. Muhtemelen bavulunda bir sürü hediyeyle ve cebinde biriktirdiği parayla çocuklarına, eşine kavuşmak için sabırsızlanıyordur. Babasının getirdiği oyuncaklarla oynayan neşeli çocuklar canlanır gözümüzde. Fotoğraf bir anda bize mutluluk ve umut veren bir imgeye dönüşür. Peki ya tam tersiyse? Adam ailesini geride bırakarak, para kazanmak uğruna bir bilinmeze doğru gidiyorsa? Bu artık bizi mutlu edecek bir an olmaktan çıkar. Trenin gittiği yön duygularımızın yönünü de belirler. İstanbul’dan Münih’e doğru giden bir yolcunun karışık duyguları bize olduğu gibi yansır. Ailesiyle veda sahnesi, istasyonda ona son kez bakıp el sallayan biçare eşi canlanır zihnimizde. Fotoğraf artık hüzünlü bir imgeye dönüşmüştür.

    Göç fotoğrafları bu yönüyle hafızanın inşasında rol oynar. Fotoğrafın çekildiği mekân, içerisindeki insanlar ve “o an”a ait duygular birleştiğinde göçün başlangıcından bugüne nasıl geliştiği hakkında bize en temel bilgileri aktarır. Trenin yönü duyguların yönünü, duyguların yönü de hafızayı inşa eder.

    Hafızanın ilk tuğlaları: “Takım elbiseli işçiler”
    1960’lı yıllarda başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde misafir işçiler çalışmaktaydı. İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye ve Yugoslavya’dan gelen işçiler işgücü anlaşmaları kapsamında gelmişlerdi ve buna göre bir süre sonra ülkelerine geri döneceklerdi. İlk nesil işçilerin ağır ve zor şartlar altında madenlerde, fabrikalarda çalıştıklarını ve yine 8-10 kişilik yurt odalarında zor bir hayat sürdüklerini biliyoruz.

    Fotoğrafçılar ya da gazeteciler tarafından çekilmiş dönemin fotoğraflarına bakıldığında bu zorlukları görmek mümkün. Ancak işçilerin kendileri tarafından çekilen fotoğraflar bize bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamaktadır. O döneme ait işçiler tarafından çekilmiş kişisel fotoğraflarda ortak bir tema vardır. Bu temaya “takım elbiseli işçiler” teması adını verebiliriz.

    Misafir işçilerin hayatı fabrika ve yurt odası arasında geçse de fotoğraf çekindikleri yerler genelde şehrin en parlak ve güzel mekânları olur. Bu genellikle bir park, bir cadde ya da gösterişli bir binanın önüdür. Fotoğrafa fon olması için şehrin simge ve sembol yapıları ya da onlara çekici gelen diğer mekânlar tercih edilir. Bu fotoğraflarda işçilerin üzerlerinde genellikle bir işçi tulumu ya da madenci kıyafeti yoktur. Ellerinde ne işe yaradığını bilmediğimiz aletlerden tutmuyorlardır. Yüzleri kir pas içerisinde değildir. İlk defa gören bir kişi onlara işçi demez. Sanki uzun bir tatile gelmiş insanlardır onlar. Takım elbiseli, kravatlı, saçları yapılı ve traşlıdırlar. Bir Alman arabasının önünde verilen pozlar hiç az değildir. Kırmızı Mercedes, yeşil Ford Granada ya da sarı Opel Recordlarla verilen pozlar bir şey anlatmaktadır aslında. Eğer bir fotoğraf çekilecekse muhtemelen arkasına bir iki satır yazılarak eve gönderilecektir ve eve gönderilecek bir fotoğrafta mutlaka iyi görünmelidirler. En iyi kıyafetleri, en düzgün hâlleriyle çıkmalıdırlar ailelerinin karşısına. Bu tema, kökeninde derin bir duyguyu da barındırmaktadır. “Bakın ben buralara kadar geldim, şeytanın bacağını kırdım, sınıf atladım, ben artık oldum.” demenin en sessiz ama en cüretkâr yoludur.

    Hayatlarının o dönemine kadar yalnızca geçim derdi olan, lüksten uzak bir yaşantı sürmüş insanların, bir anda otomobile, renkli televizyona, belki memleketlerinde satılmayan elektronik eşyalara sahip olabildiklerini düşünelim. Bunu doğal olarak en başta sevdikleriyle paylaşmak isteyeceklerdir. Bu çok insani bir duygudur. Bunu besleyen bir diğer duygu ise memlekete gönderilen fotoğrafın eşe dosta, akrabaya, komşuya gösterilme ihtimalidir. Bir fabrika bandında kir pas içerisinde ya da yerin 1500 metre altında kömür ocağında ağır şartlar altında çalıştıklarının bilinmesini çok istemezler. Çünkü henüz kendilerine bile itiraf edememişlerdir. Onlar kısa bir süre çalışıp evlerine döneceklerdir ve henüz kendilerini “yabancı işçi” olarak değil “misafir işçi” olarak tanımlamaktadırlar.

    Değişen mekânlar, katlanılan hayatlar…
    1970’li yıllar hem misafir işçilerin “yabancı işçi” olarak kabul edilmesinin günlük yaşamda yarattığı sorunlarla dolu döneme, hem de aile birleşimlerinin başladığı döneme denk gelir. Kısa zaman içerisinde Avrupa genelinde her milletten göçmen işçilerin ve ailelerinin sayısı 8 milyondan fazla olacaktır. Her işçinin ayrı bir hikâyesi vardır ve “göç hafızası” bu hikâyelerle şekillenecektir.

    Ailelerin gelmesiyle birlikte mekânsal değişim de başlamıştır. İşçiler yurtlardan, pansiyonlardan çıkarak sokağa ve mahallelere karışır. Bir arada yaşayabilmek için ev bulmaları gerekmektedir. Geri dönüş tahayyülü ilk yıllarda hep çok güçlüdür. Ancak bunun zamanla azalacağından birçoğunun haberi yoktur. Beklenen “o gün” gelene kadar her türlü zorluğa katlanmaya hazırdırlar. Bu yüzden günlük konfora ihtiyaç duymazlar. Avrupa’nın o devasa fabrikalarında, yerin altında uzayıp giden madenlerinde zor şartlar altında çalışıp didinmeleri de bundandır. Eski, bakımsız, köhne evlerde yaşamaya razı olmaları da… Nasılsa bir süre daha bu şekilde yaşayacaklar ve yeteri kadar para biriktirdikten sonra memleketlerine geri dönmeyecekler mi? Eğlenceye, lükse, para ve zaman ayırmak o beklenen günün biraz daha gecikmesine sebep olacağından şehrin parıltılı sokaklarından uzak dururlar. Göçmenlerin hayatı genelde şehrin arka sokaklarında geçer. Özellikle ilk nesil ailelerin yaşadığı mahalleler ve evler şehrin merkezinden uzak, yerli halkın yaşamayı tercih etmediği çok konforlu olmayan yerlerdir. Çoğu tek göz odalı, içerisinde banyo ve tuvaleti olmayan evlerdir. Mutfak çeşmesinin altında çocuğunu yıkayan bir anne fotoğrafını görmek hiç şaşırtıcı değildir. Ve yine evin 50 metre uzağındaki bahçede bulunan tuvaleti kullanmak için kocasının işten gelmesini bekleyen bir kadının hikâyesini de buna eklemleyebiliriz. Geri dönüş fikri hâlâ çok canlıdır. Bu yüzden “katlanmak” kutsal ve rutin bir hissiyatın sonucudur. Bu küçük evlerde bir süre daha yaşayacaklar ve düşledikleri hayata kavuşmak için memleketlerine geri döneceklerdir. Eğer fotoğraflar üzerinden konuşuyorsak göçmenlerin hayatı “katlanmak” üzerine kurulmuştur diyebiliriz. Bu dönemin fotoğraflarında çekilen sıkıntıları, yaşanılan zorlukları görmek mümkündür.

    Yeni nesiller, yeni mekânlar
    Kimliklerinde doğum yeri olarak Berlin, Paris, Brüksel ya da Amsterdam yazan nesillerle birlikte zihinsel bir dönüşüm de başlamış olur. Geri dönme fikri artık eskiye göre daha zayıflamıştır. Dönmek zordur. Artık öncelikli olarak çocukların okulları, kariyerleri ve gelecekleri hesap edilmektedir. Almanca, Fransızca ya da İsveççeyi anadili gibi konuşan yeni neslin fotoğraflarında mekânsal değişiklikler ve çeşitlilik de görülür. Aileler artık daha büyük evlerde ve eskiye göre daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Evler artık geçici olarak değil kalıcı olma fikriyle dayanıp döşenir. Her ne kadar Berlin’in Kreuzberg’i, Köln’ün Weidengasse’i, Hamburg’un Altona’sı, Brüksel’in Schaerbeek’i, Kopenhag’ın Vognmandsmarken’i ve Rotterdam’ın Afrikaanderwijk’i göçmenlerin yeni mahalleleri ya da gettoları olarak adlandırılsa da, şehrin diğer semtlerinde yaşayan göçmenlerin sayısı da az değildir. Cami, mescit, dernek, bakkal, market, okul, kurs, iş yeri gibi göçmenlere ait mekânsal alanlar da artmıştır. Bu dönemde hayatın her alanına dair kareler çıkar karşımıza. iş yerleri, evler, şehir meydanları, parklar, sokaklar, piknikler, geziler ve tatiller… Öte yandan anne ve babalar için artık “yabancı işçilik” de kanıksanmıştır. Misafirlik biteli çok olmuştur. Yıllardır çalışılan iş yerleri geçici değil kalıcı ekmek kapılarıdır. Fabrikalarda, madenlerde ve diğer iş yerlerinde tulumlu, kasklı, çalışan işçi fotoğrafları albümlerde başköşeye konulmuş ve bugünlere nasıl gelindiği anlatılırken göç hafızasının ilk basamak taşları olarak zihinlerdeki yerini almıştır.

    Kişisel fotoğraflar ve aile fotoğrafları ebette göçmen işçilerin ilk gidişlerinden oraya kalıcı olarak yerleşmelerine ve sonraki yaşamlarına yönelik hafızanın oluşmasında önemli yol göstericilerdendir. Ancak hafızanın oluşmasına yalnızca bu fotoğraflar katkı yapmaz. Profesyonel fotoğrafçılar, gazeteciler, akademisyenler ya da yerli halk tarafından görüntülenen göçmen yaşantısı da hafızanın oluşmasına katkı sağlar. Bu aynı zamanda göçmen yaşantısını onların gözünden görmeye ve anlamaya da yardımcı olur. John Berger’in Yedinci Adam kitabında yayınlanan ve hafızalara kazınan muayene sırası bekleyen Türk işçilerin fotoğrafı da böyledir. Gerçekliği dış bir gözle ve en yalın hâliyle gözler önüne sermektedir. Bir göçmen işçi böyle bir fotoğrafta yer almak istemese de fotoğraf artık göç hafızanın köşe taşlarından biri hâline gelmiştir.

    Hafızanın köşe taşı: “Çıplak işçiler”
    Göç fotoğraflarını hem görsel sosyoloji hem de göç çalışmaları üzerinden okumak mümkün. Tophane’deki Alman İrtibat Ofisi’nde çırılçıplak soyularak muayene edilen işçilerin fotoğrafları bize her iki disiplin için de yeterli alanı açıyor. İşgücü anlaşması olan iki ülkeden biri diğerinden işçi getirmek istiyor ve işçi adaylarının dişlerine, tırnaklarına varıncaya kadar insanlığına yakışmayan bir usulle onları muayene ediyor. İlk nesil işçilerin anılarından yola çıkarak bu muayene sürecinin insanların üzerinde psikolojik bir baskıya neden olduğunu biliyoruz. İşçi adayının bir dişi çürük olsa bile sınavdan elenebiliyor. Ya da akciğer filminde lekeler varsa bu da bir elenme nedeni. Sınavı kaybeden işçi adayı için bu, “Sen bizim şartlarımıza uygun değilsin, senin eksik yanların var.” anlamına geliyor. “Burada işçi olabilirsin ama Almanya’da olamazsın.” deniyor. Tüm Anadolu’da bu kulaktan kulağa yayılıyor: “Eksikleri almıyorlarmış!”

    Bu, gerçek sınırların dışında bir de hayalî duvarların inşa edilmesine neden oluyor. “Almanya treni öyle bir tren ki, bu trene herkes binemez, ancak şartları taşıyanlar gelebilir bizimle.” anlamını taşıyor. Buna maruz kalan göçmen işçinin, gittiği ülkedeki konumu ve sınırları çoktan çizilmiş oluyor. Bir nevi kimlik biçme ve sınıflandırma biçimi değil mi? Trenin yolcularının hayatları boyunca yabancılık ve göçmenlik sınıfı dışında başka bir sınıfa mensup olabilmeleri oldukça zordur. Yan yana durmuş, tedirgin ve endişeli gözlerle bakan o çıplak adamların fotoğrafı bize bunu ifade ediyor. Mekânın sahipleri için Avrupa’nın katı üretim zincirleri arasında ezilmeyecek güçlü kollar ve bacaklardan başka hiçbir anlamları yok. Bizdeki anlamları ise çok daha başka…

    İlk göçün üzerinden 58 yıl geçmesine rağmen o fotoğrafın gölgesi göçmenlerin üzerinden kalkmıyor. Günlük yaşam, eğitim, iş hayatı, sosyal ve kültürel yaşam bu fotoğrafın anlamını referans alarak şekilleniyor. Fotoğraflar bize hep daha fazlasını anlatır. Hanzlova’nın söylediği gibi: “Geleceği görmek için geçmişe gidiyorum.”